Herkesin evim dediği bir yer vardır

“Hapishane, fabrika, hastane ve okul dışında, Michel Foucault’nun disiplin ve gözetleme aracılığıyla iktidarın içselleştirilmesine dair verdiği örneklere; yeni tip ‘ev’i de ekleyebiliriz gönül rahatlığıyla: Kapalı girişleri, yüksek duvarları, çitleri, güvenlik kameraları, giriş kartları, özel güvenlik personelleri, parmak izi okuyan asansörleri ve öteki “seçkin olmayanlara” kapalı alanlarıyla…”

30 Nisan 2020 07:56

“Herkesin evim dediği bir yer vardır”: Yazının başlığı Roger Waters, Radio Kaos’taki “Home” şarkısından bir dize. Evet, doğru ama herkesin bir evi yok: Başlamadan önce şunu belirtmem gerek, barınma şartlarının çok ağır olduğu veya zorlukla başını bir yerlere sokabilmiş olanları, bugünlerde işten çıkartılıp kirasını ödeyemeyen ve bu yüzden de evini terk etmek zorunda olan veya olacak olanları bu yazıda bahsettiklerimden ayrı tutuyorum. Zorlu bir yaşamın, zorluğa itilmiş olmanın hakikati bu yazıyı aşan bir durumdur.

. . . . . . . . . . . . . . .

Ev, herkesin sahibi olmak istediği bir mekân... Sınıf farklılığına göre sunulan birçok seçenek var: Bize “ayrıcalıklı bir yaşam alanı sunan” surlarla çevrili villa kasabalardan, “kaçırılmayacak bir yatırım fırsatı” olarak önümüze konan ve şehrin sınırlarına dikilen sitelere, orta sınıf için orta halli apartmanlardan, yoksullar için düz giden TOKİ’lere veya kenar mahallelerde müteahhit çizimi, dış cephe boyası yapılmamış binalara kadar. Bu seçeneği kullanamayan veya kullanmak istemeyenler de yine içinde bulunduğu ya da bulunmak istediği üst sınıfın davranış temayülüne göre ya metrekaresi bilmem kaç liraya kiralanan arzu nesnesi semtlerdeki evleri tercih etti ya da ekonomik zorunluluk gereği şehrin çeperinde sıvası dökülen bir apartman dairesine gitmek zorunda kaldı...

Nerede olursa olsun, ev, başını sokacağın, sığınacağın, yuvalanacağın, içindekini dışarıdaki etkilerden koruyan, özel yaşamını inşa edebileceği, güven duyacağı ve bunun uzantısı olarak geleceğe dair hayal kurabileceği bir yerdir. Peki öyle mi aslında, yoksa başka bir şeyi mi temsil ediyor ev denilen mekân?

Evde huzuru ve mutluluğu bulmak için birçok çözüm öneriliyor bizlere: Yapı marketler her daim evinizin daha güzel olabileceğini söyler, mobilya mağazaları da evinizin havasını değiştirmeyi vaat eder... Bir çamaşır makinesi çamaşır yıkamanın yanı sıra bize mutluluk vaat ediyor. Ankastre set aldığımız zaman aile birliğimiz kutsanıyor. Bilmemkaç ekran televizyon kulağımıza hep birlikte hoşça zaman geçirebileceğimizi fısıldarken, bir koltuk takımı kendisinin üstüne oturunca hayatta aradığımız huzuru bulacağımızı edalı bir sesle söylüyor. Bütün bunlar yeterli gelmiyorsa –hiç yorulmadan– yaşam mimarlarının bizim için tasarladığı hazır konseptlerden de faydalanabiliriz. Dekorasyon dergileri her zaman yardımımıza koşar. Ünlülerin evleri her daim bize güzel poz verir. O da olmazsa yardımımıza “Feng Shui” yetişebilir:

Evinizin girişi geniş ve aydınlık olmalı. Eve girerken kasvetli bir ortamla karşılaşırsanız içinizdeki pozitif enerji kaybolur, bu nedenle kapı girişleri aydınlık ve ferah olmalıdır. Evin girişinin tam karşısında tuvalet kapısı bulunmamalıdır, şans evinize giriş kapınızdan girer ve eğer tam karşısında tuvalet bulunursa oradan çıkıp gidebilir.”

(Feng Shui’ye göre evinizin girişi nasıl olmalı)

Evet, yeni ev düzenine göre şansı eve kıstırmak, üzerine kapıyı kilitlemek önemli, yoksa hemen kaçıp gider ve biz de evimizde ne yapacağımızı bilmez bir halde kalakalırız. Ne korkunç bir son.

Bu klasik reklamcılık diliyle bezenmiş –mutluluk ve huzuru, satın alabileceğimiz hepsi birbirinden akıllı ve düşünceli eşyalarda bulabileceğimiz– sunumlar karşısında, bize arz edilenin cazibesine kapılıp unuttuğumuz birşey var, evimiz eşyalarla zenginleşirken düşüncelerimizin fakirleşmeye doğru evrildiği...

Gözlemlerimi hatalı bulabilirsiniz ama bu tespitler yıllara dayalı; çoğunluğu şimdi bir ev sahibi olmuş olan öğrencilerle yaptığım çalışmalardan biliyorum. Bazı derslerin girizgâhında şöyle bir çalışma yaptırırım: “Okul size 13x9 metre ölçülerinde yani 117 metrekarelik bir arsa veriyor ve buraya sizin istediğiniz biçimde tek katlı bir ev yapacak. Sizden de evi arzunuza göre yapmak için, iç planını ölçekli kâğıt üzerinde çizmeniz isteniyor. Yani, eve giriş nereden olacak, salon, mutfak, banyo, odalar nerede konumlanacak, büyüklüğü nasıl olacak vb... Çizdiğiniz bölümlere de orasının metrekaresini belirterek evin neresi olduğunu yazmanız gerekiyor, salon mu, yatak odası mı, mutfak mı... Şimdi hayalinizdeki evi düşünün ve planını çizin.”

Bir iki istisna dışında çalışmanın bu birinci aşamasında ortaya çıkan şey şu oluyor; herkes bildiği ve içinde yaşamaktan memnun olmadığı evi, yine kendisinin yaşaması için örnek alıyor ve aynı evi yaratıyor.

Plan çizildikten sonra içine eşyaları yerleştirilmesi çalışmanın ikinci aşamasını oluşturuyor: “Salonda, mutfakta ve diğer odalarda ne tür eşyalar tercih edersiniz? Onları da plan içinde konumlandırın çünkü ev istediğiniz düzende eşyalarla size teslim edilecek.”

Şaşırtmayan bir sonuç ortaya çıkıyor yine, neredeyse bütün eşyalar ve bölümler içindeki yerleşimleri aynı...

Ayrıca çoğunluk söylemese bile birkaç kişi ile yine her defasında yaşadığım bir diyalog vardır:

“E ama bu küçük bir alan, ben sığmam ki buraya!”
“Kaç kişi yaşamayı planlıyorsun evde?”
“Tek!”
“İç duvarları kaldırmayı düşündün mü, o zaman kocaman bir alana sahip olursun.”
“Nasıl yani?”

Eve bakış açısının değişmediği bir durumda, pahalı bir semtte 2 milyon dolara satılan bir daireyle, TOKİ’de 170 bin liraya satılan bir dairenin sunduğu yaşam vaadinin aynı düzleme indiğini görebiliriz. Evi metalaştırıp ekonomik değer düzeyinde onu kıymetlendirmek, ev üzerine düşünmeden değerini kapitalizmle anlamlandırmak manasına gelir: Daha lüks bir daireye geçersek tabii ki konforumuz artar, zengin olduğumuzun bir göstergesidir de aynı zamanda bu. Ama o evde yaşamımız artar mı?

Daire denilen departmanlara bölünmüş ve ismine apartman denilen beton kütlelerde oturan herkes kendine ait olan yerin özel alan olduğunu düşünür. Bu herkesin yanılmaktan memnuniyet duyduğu bir haldir. Zira herkes farklı bir hayat kurduğunu düşünürken diğeriyle aynı şeyi yapmaktadır aslında.

O binada herkes aynı hayatı yaşar. Çünkü herkesin evi aynı düzende yerleşmiştir. Bir apartmanda fiyatı, donanımı, manzarası ne olursa olsun, bütün dairelerin salon ve yatak odası aynı yerdedir. Yatak odalarının hep aynı yerde olduğu bir apartmanda özel hayat yoktur. Düşüncelere özel duygusu yanlış olarak nakşedilmiştir ve “özel” hayatı cinsel yaşam tanımıyla sınırlamıştır. Çünkü kimse tanımlanmış olan konumlandırmanın dışına çıkmayı düşünmez ve doğal olarak yeni bir hayat kurmak için girilen evde hiç birşey değişmez. Tek tipleşmenin –değişme arzusuyla– yeniden onaylanması dışında.

Buna evde geçirilen zamanın nasıl olduğunu da ekleyebilirsiniz, evin kullanılan metrekaresini de... En yoğun kullanılan alanlar, yatak, banyo ve televizyonun karşısındaki koltuktan ibarettir. Bunları toplarsanız en fazla 15 metrekare çıkar karşınıza. İşte ev, bilmemkaç+1 olsa bile oradaki yaşamda kullanılan alan bu kadardır.

Evin içi, içinde yaşayanın biçimlendirdiği bir işlevselliğe sahip olamaz bir türlü. Evdeki boş alanların ve boş duvarların neden tahammül edilemez ve hemen doldurulması gereken bir yer olduğunun sorgulanmadan kabul edilmesi gibi...

Çok kısa bir hikâye ve ev ile hapishane

"Açılınca on iki kişilik olan yemek masası. (Sandalyelerin hepsi salona sığmadığı için üç tanesi koridora, bir tanesi yatak odasına, iki tanesi de arka taraftaki kapalı balkona konmuştu.) Büfe, sehpalar, bir üçlü, bir ikili, iki de tekli koltuk takımı… Duvarda, halı ve koltukların rengine uyumlu tuval üstüne dijital baskı tablolar… Sevinçle yeni salonlarına baktılar.

Geçen zaman içinde sadece televizyonun karşısındaki üçlü koltuk eskidi.”[1]

Bertrand Russel, “Mimarlık ve toplumsal sorunlar” isimli makalesine şöyle başlar:

“Mimarlığın en eski çağlardan beri iki amacı vardır: Birincisi tamamıyla yarar güden amaç, yani insanlara sıcaklık ve barınak sağlama amacı; öteki de siyasal amaç, yani bir fikri insanların kafasına, o fikrin taştan ifadesinin gözkamaştırıcılığı yoluyla yerleştirme amacıdır. Yoksulların konutları bakımından birinci amaç yeterliydi; ne var ki tanrıların tapınakları, kralların sarayları, semavi kuvvetlerle bu kuvvetlerin yeryüzündeki sevgili kullarına karşı insanlarda huşu yaratmak amacıyla dikiliyordu.”[2]

Şimdi de bizler, çok katlı plazalara, yüksek duvarlarla yaşam alanı(!) belirlenmiş sitelere bakıp, orada bir eve sahip olma düşüncesine kapılıp daha konforlu bir hayat için hayal kuruyoruz.

“Hapishanelerin, fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?”

Michel Foucault’nun, disiplin ve gözetleme aracılığıyla iktidarın içselleştirilmesine dair söylediği bu cümlesine; kapalı girişler, yüksek duvarlar, çitler, güvenlik kameraları, giriş kartları, özel güvenlik personelleri, parmak izi okuyan asansörler ve öteki “seçkin olmayanlara” kapalı alanlarıyla üretilmiş yeni tip “ev”i de ekleyebiliriz gönül rahatlığıyla.

Ev metalaştırıldı ve metalaştıkça içinde bulunanı kendine yabancılaştırdı. Yabancılaşma da bir süre sonra tekinsiz bir hayatı bize huzur vaat eden koltuğun diğer ucuna getirip koydu.

İşte bu; ister deniz, ister orman, isterse 3 metre ötesinde sıvası olmayan duvar manzaralı; içinde minyatür kale maç yapabilecek büyüklükte ya da daracık olan, metalaştırılmış evlere sığındık. Bugünlerde her gün işe gitmek zorunda bırakılanlar dışında, evde durarak tehlikenin bize dokunmadan geçmesini bekliyoruz.

Evin farkına vardık. Duvarların ne kadar ince olduğu duyduk, ne kadar hızlı tozlandığını izledik, tavandaki nemin giderek büyüdüğüne şahit olduk. Apartman boşluğundan gelen tuhaf kokuyu ilk defa alırken, eşyaların fazla mı yoksa az mı olduğuna karar veremedik. Birlikte yaşadığımız kişiyle, kişilerle ve kendimizle çözüm bulamadan yüzleştik. Bize mutluluk versin diye aldığımız eşyalar da yardımımıza gelmedi ne yazık ki...

Ve çoğunluğumuz yuva olarak sığındığımız mekânın bir kapana dönüşmesine şaşkınlıkla ve ürpertiyle baktık. Tekinsizlikle karşılaştık – K24'te geçenlerde buna dair detaylı bir yazı yayınlanmıştı. Bize güven vermesi gereken bir yer olmasında anlaştığımız “ev” bu sözünü tutmadı. İlişkinin ortasında, birden kişiliğinin farklı yönünü ortaya çıkaran bir sevgiliye döndü, bizi ne kadar çok sevdiğini söylemek yerine bize ve yaşamımıza ayna tutarak.

Edebiyata, özellikle de öykülerde ana karakteri ev olan hikâyelere bakacak olursak büyük bir çoğunluğunun aynı temayı ele aldığını görürüz. Bir yuvanın tekinsiz bir mekân haline gelmesi...

Perili veya lanetli ev kapsamında olan gotik unsurlarla donanmış korku hikâyelerini bir kenara bırakarak ev üzerinden varoluşu anlatan öyküleri tekrar hatırlayalım…

Etkileyiciliğiyle süzgecime takılan öykülere kısaca göz atmak gerekirse[3] ev, zihne ve duygulara yuvalanmış dertlerin, acıların, arzuların, anıların, farkına varmaların bir mekânı haline geliyor: Kiminde eksik veya sıkıcı gördükleri yaşamlarının ters bir yansımasını komşularının evinde biçimlendirip onların hayatını taklit etme hali alırken, diğerinde kasvetli bir ruh halinin yuvalandığı ve arsız bir bitki gibi yanındakinin yaşamını soldurarak hayat bulduğu bir alan oluyor. Bir tarafta yaklaşan korkuyu sokağa çıkmadan bekleyen biri evle hemhal olurken, diğer yanda evde birlikte yaşanan kişinin eksikliğiyle evin varlığı yeniden tanımlanıyor. Evin mimarisini ve düzenini zihninin kıvrımlarına benzer bir şekle sokmak isteyen birinin arzusuna karşılık, bina yapılırken harcın içine tedirgin edici bir şeyin karışmasıyla oradaki yaşamın ürpertici bir şekle dönüşmesi yer alıyor öteki tarafta. Aşama aşama –bilinen ama– bilinmeyen bir varlığın işgaline karşı geriye çekilip sonunda evi terk eden kişilerin soğukkanlı çaresizliğine karşın sessiz bir evi bütün ıstırabıyla dolduran adımların yakıcı çaresizliği hissediliyor. Kasvetli bir mezar gibi geçmişin gömülü olduğu evden, hiç gidilmeyen ama zihinde huzur dolu hayal edilebilecek, sevilebilecek bir yere kadar çok farklı tasvirler bulunuyor…

Ele geçirilen ev / Julio Cortazar

“İrene yatak odasında örgü örüyordu, akşamın sekiziydi. Birden aklıma esti, Mate yapmak için su kaynatmaya karar verdim. Koridordan geçip açık duran meşe kapıya doğru yürüdüm; sonra mutfağa sapmıştım ki kitaplık mı, yemek odası mı, oralardan bir yerden bir şey duydum. Ses alçak, belirsizdi: Halıya devrilen bir sandalye ya da bir konuşmanın boğuk mırıltısı. Aynı zamanda, belki de bir saniye sonra bu sesi söz konusu odalardan kapıya çıkan koridorun ucunda duydum. İş işten geçmeden atılıp abanarak kapıyı kapadım; olanca ağırlığımla yaslandım. Hele şükür anahtar bizim yandaydı; büyük sürgüyü de, ne olur ne olmaz diye sürdüm.”[4]

Korkuyu Beklerken / Oğuz Atay

Yaşadığımız günlere 45 yıl öncesinden gönderilen bir mektup gibidir. Okunması, okumuş olanlar için yeniden bakılması hararetle tavsiye edilir.

“Anahtarı deliğin kenarına çarpmadan ve bir kerede soktum; iki kere çevirdim. Hem de doğru çevirdim, ters tarafa çevirmedim. Kapı açıldı; tokmağını çevirmeden açıldı. Her zaman böyle olur. Kilidi iki kere çevirince kendiliğinden açılır. Kapının kilidi bozuktur, ucu tam yerine oturmaz. Demek ki eşya henüz özelliklerini koruyor. Ya zarf? Eski eşya demek istedim. Aman Allahım! Ya eşya bir gün delirirse? Her şeye rağmen salonun kapısına henüz güveniyorum.”[5]

“İki gündür bahçeye bile çıkmıyorum. Sadece, iki saatte bir, perdenin aralığından bahçeyi seyretmeye izin veriyorum kendime. Bana çıkma dediler; fakat öl demediler. Merak ediyorum: Hiç çıkmadan nasıl yaşar bir insan evde?”[6]

 “Başlayıp da yarım bıraktığım bir sürü teşebbüs, evin her tarafına dağılmıştı. (Sanki kafam da onlarla birlikte çekmecelere, dolaplara, sandık odasının eşyaları arasına dağılmıştı. Kafamı toplayamıyordum bu yüzden.) Her şeyi düzene koymaya, hayır daha önce ayıklamaya, hayır en önce nerede ne varsa bulup çıkarmaya, hayır hayır hepsinden önce evi dolaşıp, hafızamı yoklayıp nerede ne olduğunun tam listesini çıkarmaya karar verdim.”[7]

“Bütün evi düşündüm: Her tarafını gözden geçirmeliydim. Bir köşeden başlayarak yavaş yavaş... Bir planını çizmeliydim evin. Çevreme baktım. (Gözü kapalı çizebilirdim planı. Her tarafı o kadar iyi biliyordum ki. Yumruklarımı sıktım.) Oturup çizerken, gene de bir iki çıkıntıda, bazı köşelerin yerinde yanılmalar oldu (küçük yanılmalar).”[8]

“Evi yakmaya karar vermiştim. (Kendimi yakma konusunda henüz bir kararım yoktu.) Sallanıyordum, sakalım uzamıştı, münasebetsiz bir kılığım vardı. Evi yakmaya ne zaman karar verdim? Kafam bulanık, bilmiyorum. Sonu ne olabilir? Evet, yanmış bir evde oturmama izin vermezler.”[9]

Usher Malikanesinin Çöküşü / Edgar Allan Poe

“Kendimi içinde bulduğum oda yüksek tavanlı ve çok genişti. Uzun, dar ve tepeleri sivri pencereleri kara meşeyle kaplanmış zeminden ulaşılamayacak kadar yüksekti. Kafesli pencerelerden içeri düşen zayıf kızıl ışınlar ancak odadaki belli başlı eşyaların seçilmesine yetecek kadar aydınlık sağlıyor, odanın uzak köşelerini veya tonuzlu ve kabartmalı çatının girintilerini seçmeye boş yere uğraşan göz bunda başarılı olamıyordu. Duvarda koyu renkli halılar asılıydı. Oda antika, rahatsız ve kırık dökük eşyalarla tıkış tıkış doluydu. Etrafta saçılmış çok sayıda kitap ve müzik aleti odaya bir canlılık kazandırmaktan uzaktı. Bir hüzün havası solumakta olduğumu hissediyordum. Koyu bir kasvet her tarafı kaplamıştı.”[10]

 “Aile mirası malikanenin biçim ve yapısındaki bir şeyler yıllar yılı alttan alta işleyerek ruhunu ele geçirmişti; kurşuni duvarlar ve burçlardan, bütün binayı yansıta karanlık dağ gölünden gelen güç sonunda varoluşuna damgasını basmıştı.”[11]

Komşular / Raymond Carver

“Yeniden yatak odasına gelince, bir sandalyeye oturdu, bacak bacak üstüne attı ve kendini aynada inceleyerek gülümsedi. Telefon iki kez çalıp sustu. Bill içkisini bitirip takım elbiseyi çıkardı. Üst çekmeceleri karıştırıp bir kilotla sutyen buldu. Külotu üstüne geçirip sutyeni taktı, sonra gömme dolapta kılık kıyafet aradı. Siyah-beyaz ekose bir etek giyip fermuarını çekmeye çalıştı. Önden düğmeli, şarap kırmızısı bir bluz giydi. Kadının ayakkabılarını gözden geçirdi, ama ayağına uymayacağını anladı. Uzun süre oturma odasının penceresinden, perdenin arkasından dışarı baktı. Sonra yatak odasına döndü ve her şeyi kaldırdı.”[12]

Evde yokum / Pınar Öğünç

“Fark ettim ki uzun zaman olmuş kapıyı anahtarla açmayalı. Hep kapı açılan olmuşum bir süredir. Üç kere kilitleyen ben miyim? Biz hep üç kez mi kilitliyoruz.

Kapıyı aralamamla ev bütün gün kapalı camlar ardında biriktirdiği nefesini üfledi yüzüme. Çürük bir dişi varmış gibi değil de, güzel bir akşamdan kalmış gibi.”[13]

 “Koltuğun bir köşesindeki gazete ve dergi yığınının aslında birlikte yaşanmayacak irilikte olduğunu fark ediyorum. Yığının arasından o tek derginin hangi vesileyle aradan öyle sarktığını hatırlıyorum. O dergiyi aldığım günün bir sahnesi canlanıyor su içerken yarı kapalı gözlerimde. O bitik pil nasıl sehpadan düştü ve orada kaldı. O pil nasıl bitti. O tel toka nasıl pervazın köşesine sıkıştı. O sehpa neden arada nefessiz kalmış gibi görünüyor. İkili koltuk her zaman durduğu sağ açıdan kaymış, görüyorum, çünkü kucağımda toplanmış çamaşırlarla geçerken sağ dizimi çarpışım aklıma geliyor. Koltuğun tam o açıda durması şart olduğundan değil, hiç değil.”[14]

Çimento / Pınar Öğünç

“’Merhaba,

Ben altı numaradaki yeni kiracı Esra Tanol. Buradaki ilk yazışmamızın bu olmasını istemezdim. Ama çoğunuzun büyük bir ihtimalle muhitte eskiden tanıdığı tesisatçı Abdullah Usta, tıkanan lavabo için eve geldiğinde bu apartmanla ilgili daha inşaat sırasında yaşanan bir sorundan söz etti. Yeni taşındığımız için biraz endişelendik. Kimse daha en baştan sürekli tamirat işleriyle ilgilenmek istemez takdir edersiniz ki. Kendi ev sahibimiz olan müteahhite sormadan önce daha güvenilir bulduğum sizlere danışmak istedim. Sonuçta burası sizin aile apartmanınız.

Şimdiden teşekkürler.

İyi günler.

Esta Tanol’”[15]

Kınalıada’da Bir Ev / Sait Faik Abasıyanık

“Küçük kaplamaları simsiyaha kesilmiş bir ahşap evde otururduğunu sanıyorum. Evden deniz görünmüyor olmalı. Yahut belki de bir iki penceresinden, çakaleriği dalları arasından. Küçük bahçede acıbadem, ayva, nar, hünnap ağaçlarını görürüm. Bahçede bir de çıkrıklı kuyu olacak. Kırkını aşmış, şişmanca, yeşil gözlü anasını kırmızı elma yüzüyle, küf yeşili gözleriyle görür, ben de severim. Böyle bahçeyi, evini, anasını tarif ederken gördüm sanmayın. Ben görmeden severim bahçeleri, insanları, evleri.” [16]

Acıbadem'deki Köşk / Ahmet Hamdi Tanpınar

“Annemin dayısı hırsız korkusundan her katın merdivenini evin ayrı bir cihetine yaptırmıştı. Böylece evin sokak kapısının yanından en üst kata, sağ taraftan ikinci kata çıkılır, sol taraftan zemin kata inilirdi. İkinci kattan üçüncü kata çıkmayı aklına getiren talihsiz, evvela alt kata inecek, oradan üst kata çıkacaktı. Daha gücü, bu merdivenleri daima sıkı sıkıya kapalı kapılarının yanı başında kendilerine benzeyen ve o kadar süslü, yaldız zırhlı, tahtası fevkalade cilalı iki üç dolap kapısının bulunmasıydı. Böylece ev halkı bile bilhassa o elektriksiz zamanlarda akşam saatlerinde merdiven kapılarını şaşırabilirlerdi.”[17]

Evin Sahibi / Ahmet Hamdi Tanpınar

"Çünkü bu ayak seslerini, her zerresi ayrı ayrı uyuyan bir büyük konakta tek başına dinlemek ve onlar sustuğu zaman samianın ötesindeki bir hisle evin içinde onlarla beraber yürümek, onların uzak ve yakın akisleriyle etrafta bulunan her şeyin perde perde canlandığını, birbirine bin türlü alaka ile birleştiğini duymak hakikaten korkunç hakikaten vehimli bir şeydi.

Bu ihtiyar adam hiçbir şey söylemeden, dudaklarından tek bir şikayet çıkarmadan, sadece bu bitmez tükenmez gezintisiyle, damlalı ayaklarını sürüye sürüye, bütün evi, bütün geceyi ıstırabıyla dolduruyordu.”[18]

 “Kehkeşan cüsseli, siyah derili, yıldız pullu yılan, annemin boğazına sarılıp öldüren yılan, evimizin sahibi, düşüncemizin efendisi, bütün bir ev halkına her türlü gündelik hareketlerden, her geceki rüyalarına varıncaya kadar hepsini tayin ve kabul ettiren korkun eser, harikulade mevcut...”[19]

Yaz yağmuru / Ahmet Hamdi Tanpınar

“Bizim ev de eskiden böyle idi. Biz de takvim dışı yaşardık. Her şey bizim için müsavi idi. Fakat başka türlü. Daha doğrusu şikayetimiz yoktu. Sadece hatırlardık. Büyükannem, dedem, babam, kalfalar hepsi hatırlardı.”[20]

 “- Bizim evde her şey eskiydi. Möbleler, perdeler, kafesler, hepsinin ayrı hikayesi, korkunç veya gülünç tarihi vardı. Bir sandık açıldı mı bir yığın isim, rütbe ve vaka sıralanırdı. Bilmem hangi padişahın kuşçu başısı, ondan evvel gelenin peşkir ağası, bilmem hangi paşanın karısı hıtırlanırdı. Odaların kapıları da böyleydi. Onun için birdenbire yarı İstanbul hemen hemen bütün Boğaz oturduğumuz yerde toplanıverirdi. Sonra bir şey olur, söz değişir, bir tek başımıza kalırdık.”[21]

 “Siz korkuyu sevmez misiniz? Ne kadar herşeyi değiştirir, zenginleştirir. Ama şimdiki korkuları söylemiyorum. Eski korkulardan bahsediyorum. İhtiyarların bize yavaş yavaş, geceden geceye, dünyamız güzelleşsin, rüyalarımız şekil alsın diye aşıladıkları korkuları söylüyorum.”[22]

Birbirinden ayrı coğrafyalarda, ayrı zaman dilimlerinde yaşamış olan ve yaşayan bu şahane edebiyatçıların evi irkiltici bir idrak (Kınalıada’da Bir Ev dışında) nesnesi olarak görmesi boşuna mı, yoksa ev üzerine uydurulmuş bir fantazma mı?

Galiba insanın evle kurduğu uzun ilişkinin kısa bir özeti...


[1] Turgut Yüksel, "Art Deco", Bir dakika sonra bitmiş olacak, Kara Karga Yayınları, 2018, s. 33

[2] Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, çev. Mete Ergin, Altın Kitaplar Yayınevi, 1969, s. 50

[3] Okumak isteyenlerin heveslerini kaçırmamak için hikâyeleri kısaca anlatmak ya da özetlemek yerine onlardan alıntılar yapmayı tercih ettim.

[4] Julio Cortazar, Büyüdükçe, çev. Nihal Yeğinobalı, Alan Yayıncılık, 1985, s. 20

[5] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 2001, s. 38

[6] Oğuz Atay,  s. 54

[7] Oğuz Atay, s. 57

[8] Oğuz Atay, s. 58

[9] Oğuz Atay,  s. 90

[10] Edgar Allan Poe, Bütün Öyküleri /Cilt 1, çev. Hasan Fehmi Nemli, İletişim Yayınları, 2015, s. 141

[11] Edgar Allan Poe, s. 143

[12] Raymond Carver, Lütfen sessiz olur musun, lütfen?, çev. Ayça Sabuncuoğlu, Can Yayınları, 2012, s. 23

[13] Pınar Öğünç, Aksi Gibi, İletişim Yayınları, 2015, s. 87

[14] Pınar Öğünç, Aksi Gibi, İletişim Yayınları, 2015, s. 89

[15] Pınar Öğünç, Beter Otu, İletişim Yayınları, 2019, s. 53

[16] Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi, Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 52

[17] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Dergâh Yayınları, 1991, s. 97

[18] Ahmet Hamdi Tanpınar, s. 263

[19] Ahmet Hamdi Tanpınar, s. 274

[20] Ahmet Hamdi Tanpınar,  s. 16

[21] Ahmet Hamdi Tanpınar, s. 60-61

[22] Ahmet Hamdi Tanpınar, s. 62-63

 

GİRİŞ RESMİ

İstanbul, Turgut Yüksel
Yazıda kullanılan bütün öteki resimler de yazarın eseridir. Sırasıyla:

1: "Herkesin evim dediği bir yer vardır"

2: "Evinizin havasını değiştirmek ister misiniz?"

3: "Korku"