Gülten Akın: Modern Türkçe şiirde yeni bir kurucu

"Gülten Akın, Bloom’un kastettiği o büyük harfli 'ben'e daima sadık kaldı. Ama bir farkla; ağıtlar, türküler, destanlar söyleyen o eski o yitik kadının epik dilinden uzak durmadı hiç; bu zor mu zor paradoksu da üstlendi. “Kadın olanın türküsü”nü yeniden canlandırdı, ağıtları yeniden yaktı, aşkla yeniden çarpıldı, yeni yapılar deneyimledi, yeniden havalandırdı o kadının kadim çağda kırılmış kanatlarını. O nedenle, modern Türkçe şiirde yeni bir kurucudur Gülten Akın demekten çekinmeyeceğim."

06 Mayıs 2020 09:14

Her çend ki ferzend ki ferzend-i uluğ sultanem
Ya meyveyi busitanı dil-i Türkanem
Mihandem ez ikbal u sa’det lakin
Migerim ezin gurbet-i bi-payenem
(Her ne kadar ulu sultan çocuğu ve Türkan’ın gönül bahçesinin meyvesi isem de, ikbal ve saadetten gülüyorsam da, bu sonsuz gurbet yüzünden içim ağlıyor.)                                     
                                                              (Lale Kutluk Hatun /Kirmanşah/1256-1295) [i]

“Gülten Akın acep gidişlerdesin/ Acın dinlencede değil /Özlemin kanıyor/
Mülkün örselenmiş/ Hangi yaz seni nennileyebilir                                   
                                                              Gülten Akın (Yozgat 1933-Ankara 2015)

Yedi yüzyıllık uzaktan  

Şair Lale Kutluk Hatun ile şair Gülten Akın arasında yaklaşık yedi yüz yıllık bir mesafe var. Kadim şairden bugüne tek şiir kaldı, sonsuz gurbet kederini yankılayan. Gülten Akın’ın ilk şiiri “Yitikler Gecesi”; mutlak bir yalnızlığı, doldurulamaz bir boşluğu imliyordu. “Şimdi dünya boşlukta yavaş/ Sen bütün canlılardan uzaksın yalnızsın”. İki kadın arasında şairlikten de öte daha derin bir bağ vardır: İlki, Asya’da, komünal geleneklerin az çok yaşadığı o çağda kadın önderlerden bir sultandır; ikincisi o geleneğin Anadolu’daki devamı olan ve Bâcıyan-ı Rûm diye bilinen kadın hareketinin bu zamana ağmış bir temsilcisi. Peki, ama neydi bu iki şairi aynı sonsuz gurbette yasla dolaştıran?

İlk kitabın işaretlerine sık sık döneceğim ama söze ikinci kitaptan başlamak niyetindeyim: Kitaba adını veren “Kestim Kara Saçlarımı”dan. İlk şiirlerinin romantik sesi, bulutsu havası birden başkalaşır. Yeni bir sahne kurmuştur ve bir bildiri sunuyor gibidir şair:

Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön
(,,,)
 

Bir tutsaklık cenderesinden hışımla sıyrılırcasına çıkıyordur sesi. Sanki ayağını yere vura vura, elindeki bendiri çalarak sesleniyordur şair. Dura dura, kendi ekseninde döne döne yineliyor, (dön_ dön_ dön_) aradığı sesi bulmuş olmanın coşkusunu taşıyordur. On bin yıldır saçın bir suç aletine dönüştüğü dünyada yeni bir protesto eylemiyle canlanıyordur sesi. Öfkesi yatışmamış; ikrah edercesine konuşuyordur: gittikçe, gittikçe, gittikçe… Çağrısı vardır: Siz de deneyin lütfen! Sonradan birçok örneğini göreceğimiz, iki farklı sesi bir arada işliyordur bu şiirde: Çok eskiden, belki de artık yaşamayan kayıp şaman kadından kalıt vurmalı çalgıların sesi de duyuluyordur (dön_, dön_, dön_); daha tekil ses tellerini kamaştıran ve giderek açılacak, incelecek olan bireysel sesi de. Kırmızı Karanfil ile birlikte bu iki ses, dışa açık kamusal ses ile kendine mırıldanan “ben”in lirik sesi, birbirine bakışık biçimde kurulacak, temalar, konular, biçimler daha da çeşitlenecektir. Ağıt ve türkülerde duyduğu sözlü kültürün kadıncıl sesini, “folklor şiire düşman” filan demeden, içtenlikle bağrına çekecek, gelenek ile modern arasındaki kaotik labirente bir ip bırakmış olacaktır. Şimdilik yalnızca kendisinin tutup yönünü sınayacağı bir Ariadne ipliği. Bu ipliği kime bırakmıştır? Teseus’tan umudu kesik midir? “Erkeğin işine elinin hamuruyla karıştığını” kendisi söylediğine göre iş başa düştü diye bilmektedir eylemini. Ama bu nedir, nasıl bir eylemdir?

“Hey Canbaz/Neyi neden yazmalı?”

Hep sordu bu soruyu ve son güne kadar yineledi, son kitabının son şiirinde gene bu soru vardı. Kadının üstündeki görünür görünmez örtülere tırnağını geçirmiş bu kadın şairin çıkışı, edebi agoradaki herkesi şaşırtmıştı. Kadının kendilik bilinciyle seslenen ve onun ruhunda sözlenen şiirin benzeri duyulmamıştı. İlk şiirlerindeki kırılgan ses, içine doğru ya da daha bulutsu bir suya konuşur gibi devinen sesini de hiç terk etmeyecekti. Eril kulağın kadınsı diye küçümsediği yerden, tam da oradan yükseliyordu sesi: “Kırılgan ruhunun” kederini “adam” diye hitap ettiği özneye karşı yankılıyordu; başını kaldırarak, yüzyüze gelerek. Benim bir nokta kırılmışlığım/ Gözlerimin ardında büyür durur” diyordu adam’a sitemle. “Adam senin böyle ilk gündüzden” diye başlayacaktı mesela. Bu adam baba mıydı, sevgili ya da koca mıydı, okulda hoca mıydı, mahallede hacı mıydı, iktidarda raca mıydı, belli değildi. Önemli de değildi bu. Âdemler dünyasına doğmuş, ürpererek uyanmıştı bir kere. Umudunu, bilincini, düşlerini gölgeleyen her şeye karşı acısıyla baş edemediği anlarda öfkesiyle parlıyordu bu ses. Unutulmaz şiirlerinden biri olan “Balina”da Adam’ı Moby Dick’in Kaptan Ahab’ına, kendisini de Balina’ya benzetecekti. Ama artık savaşı geride bırakmış, yorgun bir vazgeçişle. Çoğu kez sitem ettiği, bazen kahrettiği, ona aşk bile duyduğu ama hep tartıştır olduğu adam’a karşı safını baştan seçmişti aslında. “Kadınlar ve çocukların safı”, diyordu buna; hem güncel hem de tarihsel bir saf tutmaydı bu.

Kör Ayna ile İnce Kız

Gülten Akın’ın şiirlerinde Hamlet’teki Ophelia repliklerini andıran parçalar vardır. Üçüncü perde ikinci sahnede Hamlet’e şöyle seslenir Ophelia: “Bir korobaşı gibisiniz efendimiz. Bıçak gibi keskin diliniz”. Gülten Akın da şöyle sesleniyordu adam’ına: Senin verdiğin umudu geyik yese ölür/ Balık yutsa. İki ince kızın “adamları” karşısında sitemkâr dikbaşlılıkları da benzerdir; ama “Uyusan kimseler uyandırmaz” gibi daha geniş çağrışımlar içeren simgesel benzerlikler de barındırır. Deliliğin eşiğinde yaşamaya dair dizelerinden öte, Ophelia’nın suda boğulma imgesi ile, Akın’daki Kör Ayna’nın o su dibi karanlığını İnce Kıza hatırlatması, “ölü anne” simgesi çevresinde bir karşılaşmadır bu benzerlikler. Shakespeare’in Ophelia’sı ile Gülten Akın’ın İnce Kızı, Ophelia’nın sularda boğulup gitmesiyle İnce Kızın uyanamadığı uykusu ve bunları birleştiren “ölü anne” simgelerindeki sorunsal rastlantı değildir. Açmaya çalışacağım. İlk kitabı Rüzgâr Saati’nde üçüncü parçadır “Kör Aynadan İnce Kıza şiiri. “Ben insanı tüm gösteren aynalardanım/ Altı yönlü genişliğine, derinliğine,” diye seslenir Kör Ayna. “Yüzünden ellerinden biliyorum/ Yüreğinde tüm sevda/ Yüreğin bana karşı” dedikten sonra uyarır İnce Kızı: “Senin sular gibi umudun var/ Deniz hayvanları gibi kör karanlıkta/ Bir küçük yalan ardından günlerce/ Bölüne bölüne çoğalır.”

Kör Ayna ölümcül karanlığı hatırlatır ama öğütler de verir, umut aşılar onu kaygılandıran İnce Kıza. Ardından bir daha söz alacaktır, hemen bir sonraki sayfada “Yeniden” şiirinde. Bu kez, İnce Kız Kör Aynanın sesiyle kendi kendine konuşmaktadır.

Elinde aynaların binbir yanlısı
Ne yandan baksan ölüm
Kurtul dersin kurtul kendinden
Unut yitiklerini
Seni yargılayacak kim
(1955)

İlerde de değineceğimiz gibi, kadına dair bu fatal yazgıyı her şiirde biraz daha derinden reddeden bir Gülten Akın oluşacaktır. Beri yandan bu parça, hassas şiir okurlarına Emily Dickinson şiirini de hatırlatabilirdi. Kısa kesik dizeleri, hikâyesi saklı göstergeleri geniş söyleyişiyle. Ama henüz Dickinson’ın tek şiiri bile çevrilmemişti o yıllarda Türkçeye. (İlki 1964, Adli Moran çevirisi, Yapraklar dergisi). 1964’ten sonra, Dickinson’ın –kendi deyişiyle–“enfeksiyon kapmış” dizeleri nihayet Türkçedeydi. Sonra İşte Yaşlandım’daki (1995) Perili Köşk’te “Emily” ile buluşacaktır. Aslında, 1951’den bu yana o da benzer türde “enfeksiyon kapmış” dizeler mırıldanıyordu. Onun da bir başlangıcı, bir önceli, bir selefi yoktu Dickinson gibi. (“Seni yargılayacak kim?”) Kadının diliyle açılmış bir şiir yolundan esinlenip de gelmiş değildi.

 Düşünür Olarak Şair            

Feminist birçok eleştirmenin eril diye dışladığı, ama Sandra Gilbert ile Susan Gubar’ın, Tavan Arasındaki Deli Kadın’da önemle andığı[ii] Harold Bloom’a tam burada söz düşmeli. “Eğer biri çıkıp da” diyordu Bloom, Dickinson üzerine yazdığı bir yazıda,

“düşünür Olarak Şair isimli bir kitap [–yazsa– MT], Emily Dickinson bu kitabın başlıca konularından biri olurdu. Dickinson, Shakespeare dışında, Dante’den bu yana en çok bilişsel özgünlük gösteren Batılı şairdir. En yakın rakibi onun gibi her şeyi kendisi için yeniden kavramlaştıran Blake olabilir. Fakat Blake sistemli bir mit yaratıcısıydı (...) Dickinson her şeyi yeniden düşündü ama o sahne oyunları ya da mitik şiirsel epikler yerine lirik düşünceler yazdı. (…) büyük harfle “BEN”e sadık kaldı.” [iii]  

Ardından iddialı bir cümle daha kurar Bloom:

“Ben hiçbir eleştirmenin onun entelektüel talepleri için yeterli olduğuna inanmıyorum. (…) ona yetişemeyiz, çünkü çok azımız onun gibi her şeyi kendimiz için her şeyi yeniden düşünmeyi başarabiliriz.” (…)

Ayrıca “kendimle ilgili de böyle bir beklentim yok,” der. Buna karşın, mütevazı bir ifadeyle onu anlamadaki zorlukların önüne biraz olsun geçebilmeyi kendinden umduğunu da söyleyecektir. Öncü kadın şaire yönelik güçlü bir hayranlıktır Bloom’unki.            

Aynı duyguyu Gülten Akın eleştirmeni de hissetmiş olmalı. Bunu hissedenlerden biri Behçet Necatigil’dir. Gülten Akın Behçet Necatigil’den şunu duymuştu:

“Bir şiirinize bütün şiirlerimi veririm.”

 O “ben”

Gülten Akın, Bloom’un kastettiği o büyük harfli “ben”e daima sadık kaldı. Ama bir farkla; ağıtlar, türküler, destanlar söyleyen o eski o yitik kadının epik dilinden uzak durmadı hiç; bu zor mu zor paradoksu da üstlendi. “Kadın olanın türküsü”nü yeniden canlandırdı, ağıtları yeniden yaktı, aşkla yeniden çarpıldı, yeni yapılar deneyimledi, yeniden havalandırdı o kadının kadim çağda kırılmış kanatlarını. O nedenle, modern Türkçe şiirde yeni bir kurucudur Gülten Akın demekten çekinmeyeceğim. Batıda 19. yüzyılda kadın yaratıcılığında yaşananların bir benzeri yaşanmıştı yüz yıl sonra da olsa bu topraklarda. En eski zamanların şarkıcı başı, korobaşı kadın yeniden canlanıyordu sanki. (Virginia Woolf’undur bu adlandırma.)           

Batının bu anlamda öncüsü sayılan üç kadın var: İkisi İngiltere’de; Elizabeth Barret Browning (1806-1861) ile Christina Rosetti (1830-1894). Üçüncüsü, ABD'de Emily Dickinson (1830-1886). E. B. Browning’in kendine ve herkese sorduğu bir soru vardı: “Kadın şairler nerede? Büyük anneleri bulabilmek için her yere bakıyorum, ama bir tane bile göremiyorum.”[iv]

E. B. Browning’in yaşadığı yıllarda –ondan 24 yaş küçük– Emily Dickinson da Amerika’da bir kasabada sessizlik içinde o kadını, edebi anneyi arıyordu tutkulu bir ruhla. Evinden uzaklara neredeyse hiç çıkmadı. Hiç evlenmedi. İmzasız birkaçı dışında hiç şiir yayımlamadı. Avukat ve politikacı babasının itibar düşkünlüğü (“ne derler!”) yüzünden direttiği katılığı, öncü kadın şairi edebi agoradan uzak bıraktı. “Yayımlama-açık artırmadır/erkek aklına ait” diye zihinselleştirdi durumunu. Kadına dair dayatılan bütün rolleri reddetti; Bloom’un deyişiyle, var olan bütün kavramları yeni bir düşünce adına silikleştirdi. “Olasılıkta yaşıyorum, nesirden daha adil bir evde” diyordu bir mektubunda. “Yukardaki Baba” diye hitap ediyordu, “Taş yürekli Tanrı” diyordu ona; “Hırsız! Banker Baba” diye yazıyordu. Kendisini “hiç kimse” sayan bir vazgeçişle yaşar olmuştu. Dickinson’ın yaşadığı sessiz mi sessiz bu başkaldırı, yaklaşık 1800 şiiri kapsıyordu. Öldükten sonra çekmecede unutulmuş şiirler, hizmetçisi İrlanda göçmeni halk şairi kadın sayesinde çöp olmaktan kurtuldu. Aynı dönemde Walt Whitman da anonim bir çıkış yapmıştı ama onun şansı doğuştandı.

Gülten Akın oluş

“Tanrım sen beni sınarken nelerce/ Ben seni sınadım”  demişti Gülten Akın. Gençliğini yaşadığı 1950’li yıllarda kadın özgürlüğünün genel ve soyut programını aşan bir işaret yoktu henüz Türkiye’de. “Çağdaş kadın” olmak diye bir ideal vardı, okuyan her kadının gözünde. Akın, onu şöyle tanımlıyordu: “Çağdaş Kadın, kadınlık durumunu bir alınyazısı olarak bellemeyendir”. Az konuşmayı ve tutarlı olmayı önemseyen Gülten Akın için alınyazısı olarak bellememek, bugüne kadar yazılmış hiçbir yasayı kabullenmemek demekti; dinsel düşünsel pratik. Çünkü modern çağda da erkeğin en zarifi bile kadını eksik buluyordu. “Kadın şiir yazmaz, kadına şiir yazılır” sözleri edebi eril dilin sakızı durumundaydı. “Bu yüzden” diyordu Gülten Akın, “yasağı, baskıyı daha çok duyar özünde. Bunalımlar, mutsuzluklar daha çok onun içindir.”[v]

Gülten Akın’ın öncü kadın şair eyleminde cılız kalma korkusu da bundandı, kaygı ve cesaretle bulduğu bilinç yönelişi de. Tıpkı Browning gibi, tıpkı Dickinson gibi şiir adına okuyacağı eril şairlerden başkası yoktu. Evet, Nâzım vardı gizli gizli; onun hayranıydı ama lisede en çok etkilendiği hocalarından biri Nüzhet Hanım’dı; ilk kadın yoldaşı Nâzım’ın. Kendisini “Mavi Gözlü Dev” sanıp küçümsediği mini minnacık kadın. Orhan Veli’yi çok severdi ama her derse yepyeni kitaplarla gelen bir hocası da Nahit Hanım’dı, onu daha çok severdi. Onun dersinde “Genişçe solurduk biz kızlar” diyordu. Öteki aydınlık çizgi dediği kadıncıl bakışı öğrendi bu öğretmenlerinden.

Cahit Külebi de ustasıydı, yakından tanıyordu; ama tam bir eril cumhuriyet aydınıydı o, şiirde bile kadını “zebani”ye benzeten. (“Gerdeğe girdiği gece/ Utandı sustu/ Üç gün geçince/Zebani gibi olmuştu./Kırkından sonra/Durmadı konuştu.” –“Avrat” adlı şiiri.) Dağlarca desen; “iki güzellik bir arada olur mu” diyerek alayla gülecekti dev komutan. Atilla İlhan desen hep ergenlikte kalan erkek şairlerin piri. Dıranas mı? Her balkon dibinde olvidolu (unutkan) başka türlü bir Romeo. Dahası, Ahmed Arif mi; “dostunun da düşmanının da ‘erkekçe’ olmasını” isteyen? Vd vd…Edebi babalarla usta çırak geleneğinden kalma hürmet görgüsüyle geçiniyordu ama bu şairlerin zihinlerinde ve gerçekte kadına layık buldukları ikincil konum apaçıktı. Toplumsal cinsiyet sorunu ne doğada ne doğuda ne batıda, eril dünyanın ta kendisinde düğümlenmişti. Kangreni en dipte görüyordu Gülten Akın.

Yazdığı sözün ardında durup cesaretle sürdürdüğü eylemleriyle de tanınıyordu Gülten Akın. İnsan Hakları savunucuydu. Açlık grevleri nöbetçisiydi. 42 tane öl öl diril gece ve gündüz yaşamış ve yazmış bir anneydi. 1976’da Arjantin’deki darbe sonrası çocuklarını arayanlar anaları yazdı. Orada Plaza de Mayo annesiydi; buradaysa ‘80’li yıllardan bu yana bir “Cumartesi Annesi”. Zamane kaçgunlarının, Seyran göçebelerinin yoldaşı bir Celalî. Kurumsal dil çalışanı ve şairdi. Ama asıl ülkenin dört bucağını ordan oraya sürüle sürüle dolaşan, evi bombalanmış bir göçebe, hem de çok çocuklu bir kadındı. Ancak, tıpkı Lale Kutluk Hatun’un duyduğu o sonsuz gurbet, o edebi yalnızlık teması onda hiç dinmedi. Tekinsiz cinsiyet duvarına karşı daima tekin duran bu ince, bu kırılgan, bu alıngan, bu gururlu kadının direnişi hiç eksilmedi.Kırılganlık, alınganlık, incelik gibi huylar ile aradığı “şey” arasında garip bir bağın farkındaydı; yüreği hasretle kamaşık. Neydi bu sonsuz hasret burcunda onu kamaştıran? 

“İlk benim”

Sınıflı toplumu iyi biliyordu. Ezen ezileni komünist, erkek kadını feminist yapar. Ezilenlerin en alt sınıfı olan kadınların safını seçmekle kalmamış, onların bir şairi olmuştu. Daha da yüksekti konumu bence, kadınların cihandaki temsil haliydi şiiri, kadıncıl dünyanın şair ekümeni gibiydi. Nasıl açıklamalı bu durumu? Ve bu durum ilkti. Yazılı Türkçede bir “edebi anne”den esin alacağı, bir başlangıca yerleşeceği, etkilenip endişe duyacağı, karşıtlaşarak kendini bulacağı kadın şairleri aramıştı ama onlar yoklardı. Yoklardı ama onların hasretini duyan, bir zamanlar var olduklarına inançla bağlanan da kendisiydi.[vi] O nedenle kadınlar arasında “şiir işini ciddiye alan ilk benim” demesi haklıydı. Apaçık! Ne deseydi, ne yapsaydı? Orhan Koçak’ın deyişini hatırlarsak, şiirin zinciri çoktan (ve zaten) kopuktu; kadın şairler için bu zincir hepten kopuktu. Başta belirenler, “şarkıcı başı” kadınlar silinip bilinmez olmuştu; binlercesinden bir avuç şiiri kalan Sappho gibi. Türkçede az da olsa var olan kadın şairler için “cılız” diyordu Gülten Akın. Örneğin, Leyla Saz’ı “erkekçe özentili” buluyordu. “Faruk Nafiz gibi dünyaya bakan” dediği Şukufe Nihal’i “yoksulların yanında” buluyordu, evet “ama o kadar”dı. Kentsoylu kadın cılız dizelerle, cılız bir şiir ilişkisini sürdürürken halktan kadınların ağıtlar, türküler, maniler ile şiirin debisini derinden derine sürüklüyor, diyordu. Apaçık bir hazla kendisi de işliyordu bu türleri. Sözlü ve yazılı kültürdeki farklı iki sesi kaynaştırmaktan, eski ile yeniyi birbirine dolamaktan hoşlanıyordu yüreği hasretle kamaşık. Bu hayal gezgini kadın şair, yitirdiğini derinden hissettiği “o” kaybını arıyordu şiirleriyle.

Yoktu. Ne bir Emily ne bir Elizabeth, ne bir Sand ne de bir Rosetti. Ne bir Tsevetava ne bir Ahmatova, ne bir Mistral ne de bir Füruğ vardı Türkçede. Gene de yalnız sayılmazdı. Sevgi Soysal gençlik arkadaşıydı; Leyla Erbil, Tomris Uyar, Nezihe Meriç, Füsun Akatlı vardı; ama şiir yazmıyorlardı. 19. yüzyıldan bu yana biraz aydınlanmış bütün dünyada kadının edebi yaratıcılığı hummalı biçimde öyküye, romana yönelmişti. Şiire, o lanetlenmiş sanata uzak durmuşlardı kadınlar.                                                         

Başa dönelim, Rüzgâr Saati’ndeki Kör Ayna ile İnce Kıza. O ayna ‘İnce Kız’a sesleniyordur: Senin sular gibi umudun var/ Deniz hayvanları gibi kör karanlıkta/ Bir küçük yalan ardından günlerce/ Bölüne bölüne çoğalır, diye uyarıyordu İnce Kız’ı. Gurbetin derin boşluğunda yaşayan Gülten Akın’ın Kör Ayna’sı, başka deyişle onu Ophelia’ya da yaklaştıran ayna, baştan beri elindeydi ama neydi o “insanı bütün gösteren” aynanın söyledikleri? Neydi gözlerin ardındaki o hayal aynada büyüyüp duran? Tanpınar’ın aradığı gibi ölü bir “anne” imgesi miydi? Nurdan Gürbilek’in Tanpınar yapıtlarında gözlemlerken tanımladığı Ofelya mıydı: “Her şeyi kül rengi bir gök altında manasız bırakarak çekip gitmiş, geri getirilmek istenen ölü anne” miydi bu simge? [vii]

Bütün bu sahneler o başta söylediği “kör karanlık”ta canlanıyordur, şöyle ya da böyle. Emily Dickinson’ın “Körken -daha ışıklı” dediği türden İnce Kız’ın duyduğu deniz dibi kör karanlığı, Ofeyla’nın karanlık sularda boğulup ölmesi ki Shakespeare’e göre kadının “aslına dönüşmesi”, Gaston Bachelard’ın Su ve Düşler’inde betimlediği derin dipler, Leyla Erbil’in Üç Başlı Ejderha’da, insana kader gibi yerleşik saydığı kötülük, karanlık bilinçdışına benzettiği deniz dibi “abis”i; hepsi de aynı imgesel malzemeden mi yapılmıştı? [viii] 

Gülten Akın Kör Ayna’yı hem Tanpınar hem de Shakespeare okurken bulmuş olabilir. Ama bu Tanpınar-Shakespeare ortak imgesiyle özdeş değildir Gülten Akın’daki. Çünkü “ölü anne”yi kabullenmeye baştan beri direnmiştir o; yitikliğinin sonsuz boşluğunu, o kederi derinden hissetmiştir ama ölü olmasını yadsımıştır. Ağıtlar içinde aramıştır onu, türkülerde, destanlarda o kayıp sesi kendi sesinde yankılayarak bulmaya çalışmış, kendi yordamıyla diline, ruhuna işleyerek kendinde yaratmıştır o kadını.

Öncü kadın şairlerde dipten dibe yerleşmiş edebi anne arayışının yol işaretlerini izlerken hepsinin de benzer biçimde aynı bilince ulaştığını gördüm. Browning’in yana yakıla, Virginia Woolf’un kütüphane raflarında hayıflanarak “Şarkıcıbaşı”nı arayışının ruhsal nedenleri, Gülten Akın’da hem şiirsel hem de yaşamsal bir programa dönüşmüştü. Şimdi burada Kierkegaard’ın ünlü sözünün cinsiyetini değiştirebiliriz: Gayretle çalışan kendi annesini doğurur.                                              

Yaşlanmayan Kadınlara Türkü’de şöyle söylüyor: Bir taslak olmadı yüzün/ Hiçbir zaman /Bitmiş bir resmin çizgileriydi/ Kendi yüzüne kendin çizdin/ Sevgiler korkular/evmeler içinde/Atlas dokuyup şayak biçtin/ Makastar sen terzi sendin. Edebi anne kaybını ilk şiirinden bu yana duyan, Lale Kutluk Hatun gibi sonsuz bir gurbet duygusuyla dünyada gezinen şairin melankolik bir yas içinde arayışının varacağı nihai bilinç budur: O’nu kendinde yaratmak.


[i] Müjgân Cunbur, Osmanlı Dönemi Türk Kadın Şairleri, TKKD yayını, Ankara, Ocak 2011.

[ii] Sandra M. Gilbert-Susan Gubar, Tavan Arasındaki Deli Kadın, çev. Nil Sakman, AylakAdam, 2016.

[iii] Harold Bloom, Batı Kanonu, çev. Çiğdem Pala Mull, İthaki, 2014. s. 268.

[iv] TADK, s. 667

[v] Gülten Akın, Şiiri Düzde Kuşatmak, YKY, s. 70

[vi] “Geyik akarsuları özlediğinde /Hem su hem geyiktir akan.” (Melih Cevdet Anday)

[vii] Nurdan Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark, Metis, 2007, s. 97-138.

[viii] Gaston Bachelard, Su ve Düşler, çev. Olcay Kural. YKY, s. 103.