Gökhan Bakar ile söyleşi: ifşanın önündeki engeller ve anlatamamanın öyküleri

"Kitaptaki öykülerde hayatları birbirine bağlayan tekrarların, karakterlerin deneyimini daha makul sekanslara çekmeye yarayan bir duyarsızlaştırmaya, kötücül ya da eril şakalarla geçiştirmeye ya da buna benzer bir amacı olan kabalığa değil, ölümün altından kalkma olarak tabir edilen türde bir ironiye, karakterlerin gerçekliklerine ve öykülerde genele yayılan, her bireyin aynı saçmalıktaki kendi mağduriyetine anlam yükleme çabasına denk düştüğünü umuyorum."

27 Mayıs 2021 13:00

Sahipsiz Şeyler birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşuyor. Öykülerdeki karakterler ortak bir hayatın kompartımanlarını yaşıyorlar adeta. Bu hayat pek neşeli bir hayat değil; çokça şiddet, ölüm ve zaaf içeriyor. “2018 Kapanı” isimli öykünde Albert Camus karakterlerini andıran bir absürdizmle malul Kenan Namir’in felaketlerle nihayete varan yaşantısını okurken de bu negatif atmosferden kurtulmak pek mümkün olmuyor. Söz konusu atmosferi bir parça yumuşatan şey kullandığın ironik dil. İroni karakterlerinin deneyimini daha makul sekanslarla okura sunmanda başat bir rol oynuyor. Buradan hareketle kitabın protagonisti payesini verebileceğimiz Kenan Namir’in neden bu kadar şiddetle hemhal olduğunu, onun bu noktadaki failliği ve mağdurluğu üzerinden anlatmanı isterim. Kenan Namir neden şiddetin odağı haline geliyor?

İfade ettiğin gibi Sahipsiz Şeyler birbiriyle bağ kurulabilecek öykülerden oluşuyor. Burada Onat Kutlar’ın İshak’ın önsözünde yakındığı, “Hacıköprü’nün çiftçisini Camus’nün Oran’ından getirilmiş sandılar” ifadesini ödünç alarak şöyle bir parantez açayım, tespitinin yerinde olduğu kaydını düşerek: “2018 Kapanı” ile verilen talih kroniğindeki kuşatılmışlık ve “Kapak Hesabı"ndaki kendi ölümünün habercisi olmaktaki soğukkanlılık Kenan’ı Camus karakterine, ne bileyim bir Meursault’ya benzetmiş olabilir. Fakat başka bir okumayla karakterin Deli Dumrul tadı vermesi ihtimali azımsanmamalı. Benim bunlardan etkilenmiş olmam mümkündür ama bunun derecesini tahmin etmem zor.

Örselenmiş bireylerin kendi sesleriyle ve çok sesli olarak fail ve mağdur oluş biçimlerinde şiddeti işaret eden bir üslupla yazmaya çalıştım; o dili şekillendiremeyen, önleyemeyen fakat takip eden, takip için de tepki bekleyen ve bu yolla her bireyi infaz memuruna dönüşmeye mecbur bırakan, ödüle kavuşturmayan, failliği daha ağır olanı cezalandırmakla işlevi sınırlanmış fakat uygulaması sözde gösterişli ve ilkelere dayanan, hukuk diliyle de iç içe geçmiş bir dil. Sorudaki referanslara döndüğümde ise öyküleri bireyi yargılama faaliyetini tersyüz etmek üzerine kurguladığımdan, neşeyi hukukun istenmeyen görüntünün önünü alamadığı planda, şaşırtıcılık ve gülünçlük bakımından ironi formunda bulmak mümkündür; yoksa takdir edersin ki hayat büyük ölçüde mutlu bir yer değil. Mutluluk varsa bunun konforu ve rahatsız ediciliği kurgunun ne ölçüde gerçekten beslendiğini bilen tarafa ait olduğundan, okuyucuya dair neşenin ya da okurken kaba ve sakınmasız bir dille, varsa eğlenmenin dışavurumunu ve varsa keyfini her öyküde tekrarlanan planlarla kaçırdığımı düşünüyorum.

Şiddetin tekrarlanması ve çoğaltılması bakımından şunu söyleyebilirim: Örneğin bir şairin bir şiirindeki tekrarını umut bağladığı, kendince mükemmel bulduğu dürtüyle ya da bu ölçüdeki, dışsal bir işlev gütmeyen ironiyle ilişkilendirebilirsin. Kitaptaki öykülerdeyse hayatları birbirine bağlayan tekrarların, karakterlerin deneyimini daha makul sekanslara çekmeye yarayan bir duyarsızlaştırmaya, kötücül ya da eril şakalarla geçiştirmeye ya da buna benzer bir amacı olan kabalığa değil, ölümün altından kalkma olarak tabir edilen türde bir ironiye, karakterlerin gerçekliklerine ve öykülerde genele yayılan, her bireyin aynı saçmalıktaki kendi mağduriyetine anlam yükleme çabasına denk düştüğünü umuyorum. Karakterlerin kendilerini ve muhataplarını yıkıma sürüklediklerinin okuyucu çeşitli yargılarla farkında olacaktır. Fakat öykü kahramanları çoğunlukla kıstırıldıkları koşullar içinden konuşuyorlar, farkında değiller. Bu alanda Kenan Namir’in şiddetin odağı haline gelmesi süreci böyle açıklanabilir. O hukukçu olduğu için ağır sorumlu. Çünkü adalet oyunu sınırlarında kalamıyor. Onun için de failliğinin mağduriyetle, adıyla ve soyadıyla başladığı, adaletsizliğe aracılık hissiyle ve özel hayatında da mesleğiyle örtüşmeyen kapanlarıyla suçluluk taşıyıcılardan biri olduğu söylenebilir. Fakat Kenan’a en çok hangi aşamada nefret duyuyorsun? Belki esas sorulardan biri bu. İnsan öldürmeye azmettirici olduğu aşama mı? Yoksa hukuka uymanın yararsız kaldığı bir ortamda intikamını ölüyü ısırarak aldığı aşama mı? Bu aşamalar Kenan’ın birinci ağızdan anlattığı öykülerde geçmiyor. Öyleyse Kenan için kendi öyküsünün daha masumu ve mesleğinin hem iyisi hem mağduru, başkalarının öyküsünün ise kötüsü ve daha faili diyebilirim, aşağı yukarı diğerleri gibi. Faillik ve mağdurluk etiketi diğer karakterler bakımından da tek bünyede yaşıyor ve sonra en yakınındaki muhatabına az ya da çok bulaşıyor. Kişileri bu etiketlerle suçun maddi unsuru olarak ele alan hukuk, failler içinde en failini, mağdurlar içinde en mağdurunu bulmaya yarar esasları, kendine uygunlukları soyutlamakla malul. Cezasızlık ödülü ve cezalandırmacılık oyunu kimsenin umurunda değil, zaten tam özgürlük ödülü kimseye verilmiyor öykülerde. Kenan’ın temsil ettiği şey ise şiddetin ve hukukun kesişim kümesinde. Sürekli normlar değiştirilerek görev ifa ediliyor fakat uygulama kazaları ve aksaklığıyla muhtevadaki reform iddiası sıfırlanıyor, ifa beklentisi kırılmış ama Sisifos hep deniyor.

Öykülerin tamamına yayılan şiddet olgusu kitap boyunca en yaygın form olarak erkeklik şeklinde zuhur ediyor. Bir parça Adalet Ağaoğlu, Tezer Özlü ve Barış Bıçakçı gibi yazarların anlattığı çocukluk/gençlik krizlerini de andıran yaralı erkeklik izleği hemen hemen bütün öykülerde karşılaşılan bir durum. Erkekliğin bir performans olarak inşasındaki bütün rol ve deneyimler öykülerdeki karakterlerin ortak yazgısı haline geliyor. “Şeltüküs Vakası”ndaki Âdem karakteri erkekliğin psikolojik ve toplumsal inşasına tuğla üstüne tuğla koyarken bunu tek başına yapmıyor. Âdem’in bu yolu seçmesinde geçmiş travmaları, benlik arayışı ve içinde yaşadığı sosyal uzamın statü elde etmeyi yücelten temayülleri de önemli bir motivasyon kaynağı. Karakterlerinin diline ve kendilerini sunum biçimine dolaysız yansıyan erkeklik halleri hakkında ne düşünüyorsun? Öyküde de söylediğin üzere, Âdem’deki bu habis, karanlık ve hırslı tarafın nedeni imkânlar ve çevre mi gerçekten?

Adalet Ağaoğlu ve Tezer Özlü kadın olmak, nesneleştirilmek gibi içeriden ele aldıkları konularıyla, getirdikleri toplum eleştirileri ve yapıtlarıyla başka yazarlar. Barış Bıçakçı’nın ise eserlerinde hassasiyet ve ilgileri bakımından farklı erkeklik tiplerini konu aldığını söyleyebiliriz. “Şeltüküs Vakası”ndaki Âdem’in kendisine karşı suç işleyen failin adını kendi işlettiği tekel bayiine vermesindeki hesapçı tavır, işaret ettiği erkekliğin toplumsal inşası bakımından öykü katmanı olarak değeri olan bir parçaydı benim için; ama daha önemlisi motivasyonun ne denli katı ve kendi ruhuna karşı bile acımasız olduğunu göstermesi bakımından toplumsal ve siyasal baskıya yönelik bir mimlemedir. Dile yönelik soruna ironi bağlamında az önce verdiğim cevabı burada tekrar etmeyeceğim fakat Âdem’in ölürken pes perdeden konuştuğu, kendini suçladığı, erkekliğinin çöktüğü o andaki dolaysız dilin geçmişinde erkeklik kalesini savunurken kullandığı dille aynı dil olması, kendinden umudu kesen biri için çarpıklığın kaçınılmazlığı belki. Âdem koşulları içerisinden kendine son kertede lanet okuyor.

“Şeltüküs Vakası” bu hayatların deforme oluşuyla, lanetlenmesiyle psikanalitik yönteme en yatkın öykülerden biri olabilir. Psikanaliz ya da sosyal psikoloji bakımından “şeltüküs” adlandırması öyküde Âdem’in hayatına göz önünde konan ilk tuğlalardan. Âdem’in daha erken dönemlerini öyküden çıkaramayız; sadece özdeşim nesneleri olan anne ve babasının ilişki biçimi bakımından önceye dair akıl yürütmeler yapabiliriz. Karakter belki kendi evinin erkekliği ile övünç kaynağı ama dışarının ve arkadaşlarının da şamar oğlanı. Sınıfın önünde yediği tokadın özgüvenini yıkması var. Toplumsal cinsiyet ve şiddetin aktarımı bağlamında Âdem’in karanlık tarafının nedeni imkânlar ve çevre mi gerçekten diye sorduğun bu bahsi, şiddeti şiddetle işaret ederek izninle kapatıyorum.

“Şeltüküs Vakası” kitabındaki belli başlı temaları açımlaması bakımından oldukça semptomatik bir öykü. Âdem’in ve diğer pek çok karakterin suçlarının bariz biçimde ortaya çıkarak bireysel ve sosyal travmalara yol açtığı bir metinden söz ediyoruz. Onu Kenan ve Hande’nin başrolünde oldukları “Ölüm İtalik Değil” öyküsüyle birlikte düşünmek mümkün. Bu iki öykü de geçmişten gelen suçların katmanlaşarak karakterlerin yaşantılarında büyük çöküşler meydana getirdiğini ortaya çıkarıyor. Hem “Şeltüküs Vakası”nda Âdem’in işlediği suçlardan dolayı kendini imha ederek kefaretini hem de Kenan’ın kökenleri çocuklukta yatan hıncından kurtulmak için cansiperane biçimde giriştiği suç ortaklığını düşünürsek, karakterlerinin bu denli geçmişe saplanmasını nasıl açıklıyorsun? Jean Améry hıncın tutsağı haline gelen insanın iki imkânsız şeyi talep ettiğini söylüyor: Geçmişe dönmek ve olmuş olanı feshetmek. Hem Âdem’in hem de Kenan’ın yazgısına baktığımızda bu türden bir beyhude çaba görüyor musun?

Evet, boş çaba. Daha Âdem iki imkânsıza bile düşmeden umudunu yanlış yere bağlamış ve kaybetmiş çünkü. Jean Améry’ye iki imkânsızı söyleten neden Auschwitz gibi bir toplama kampında kalmasıydı. Améry kurban ve fail arasındaki çatışmanın dışsallaştırılmasını ve güncelleştirilmesini intikama bağlamamıştı. Öykülerdeki karakterler ise olanı olduğu yerde bırakan, bireyselliğini toplum içinde eritmeye, hıncın taştığı kriz ânını intikamla alt etmeye çalışan yerden sesleniyorlar. “Şeltüküs Vakası”ndaki Âdem’in kinini eşine baskıyla telafi etmeye çalışması ve anlatmaması geleceğinin beyhude bir çabaya çıktığını gösterir. Fakat Kenan ölümü sırasında yazmakta olduğu bir dilekçeyle sırtını dönmeye çalıştığı şeylerden ölümsüzlük devşirmeyi başarıyor. Hıncını zamanın söndürücü etkisine teslim etmemesiyle “saplantılı olmayan”dan ve “geçmişe takılıp kalmayan”dan ayrışıyor. Kenan’ın bu tavrı toplum nezdinde yadırganmaya açık. Kaç yıl geçmiş üstünden hem, değil mi? Diğer taraftan da, ölmeden önce olmuş olanı feshetmeye çabaladığı, kendi sonunu alkış bekleyen bir konuşmayla haber vermesinden de anlaşılabilir. Âdem’in ise en başından beri toplumdan düşmeme kaygısı var, kendisiyle yüzleşmeyi son âna bırakmış. Geçmişe dönebilmesi kendisinden alınanların ve kendi aldıklarının iadesini gerektiriyor ama bu boş “çaba”ya bile varabilmiş mi, tartışılır. Fesih ileriye dönük bir angajman. Âdem geçmişi geleceğinin teminatı ve umudu olarak rekabetle eş tutan biri. Kaybettiğinde bile intihar yerine şiddet uyguladığı eşine kendini öldürtmeyi tercih ediyor. Bir bakıma kurbanının kendisiyle hesaplaşmasında adil bulduğu bir eylemi Hande’nin omuzlarına yüklüyor, kendince ödüllendirme bu belki. “Ölüm İtalik Değil” öyküsünde de en yakın kavramlaştırma olan örselenmiş kadın sendromu ölçüt alınarak aynı karakterlerin konumu tekrar tartışmaya açılıyor; bu kavramlaştırmaların bir etiketi teşhis ile çaresizliği anlayıp meşruluk zeminini işaret etme arasında riskli bir yerde durduğunu vurgulamak gerek. Dolayısıyla Améry’nin hınca yüklediği anlamı ve varsa geleceğe çıkışı, öyküler bakımından suçları da hayatları gibi eve kıstırılan kadın karakterler üzerinden Âdem’in temsil ettiği şeyle topluma intibaktan düşmenin verdiği intikam isteğini de hesaba katarak tartışmak mümkün.

“Eşikten Dışarı Adım” öyküsünde Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ın atmosferinin içine girdiğimizi hissediyoruz. Ali her yerde karşısına çıkan Leyla’dan, şehirden ve şehrin en temel niteliği olan hızdan olanca gücüyle kaçmaya çalışıyor. Burada da diğer öykülerdeki gibi cinsel şiddet ve istismar nihai olarak intihara ulaşıyor. Karakterlerine mücadele etmek, maruz kaldığı şiddet ve travmayla yüzleşmek yerine hayattan çıkışı, ölmeyi ve öldürmeyi uygun görüyor gibisin. Bu pasif ve sinik tavrın altında ne var sence?

Öykülerde hayatta kalanlar da var. Kenan örneğin eceliyle ölüyor fakat ölmeden ek süre bile istiyor. Öyküler bakımından ölmeyi ve öldürmeyi ben uygun görmedim; o karakterlerle, iletişim biçimleriyle ilişkili. Ölmek değil de öldürmek pasif ve sinik bir tavır olarak okunabilir ama benim tavrım değil, karakterlerin tavrı o. Anıt sayaç yine, yalnız dijital bir anıt değil. Sayaç burada da hayattaki gibi her öyküde işliyor, durmuyor. Çok kanın akmasın diye leğene koyulmak bile var hayatın buradaki akışında. Aylak Adam’ın katmanlı yapısı, yabancılaşma, kent yaşamındaki bireysellik gibi meseleler “Eşikten Dışarı Adım” öyküsündeki karşıtlıklar, tilt olmaklarla benzer bir atmosferi veriyor olabilir. Yalnız orada hikâyesi anlatılan Ali bir flanör değil. Bu öyküde eşikten dışarı adım atmanın ve atamamanın krizi kısa bir kesitte kaçışla verilmeye çalışılıyor, kent yaşamı ve geçmiş de öyküye dahil edilerek.

“Açık Mezar Oturumu” son zamanlarda gündemde olan sosyal medya ifşaları hakkında. İfşa olgusunun birçok öykünde semptomatik bir boyut taşıdığını da söylemek gerek. Pek çok karakterin birbirlerinin maskesini düşürmek için canhıraş bir mücadele veriyor. Bu da bir tür ifşa faaliyeti. İfşayı öykü dünyanın merkezî kavramlarından biri olarak konumlandırdığın aşikâr bu kitapta. Madem bir öykünde yer tutacak kadar kulak verdiğin bir mesele bu, son dönemlerde yaşanan ifşalar hakkında sen ne düşünüyorsun?

Konu yargılara odaklandığından, biçimin ve yer yer söz konusu öyküde suç tiplerinin dışına çıkılmasının da bu sorun hakkında bir bakış açısı verdiğini düşünüyorum. Diğer öykülerde de açığa çıkma ya da açığa çıkarmanın önemli bir yeri var. Fakat ifşanın istismar edilmesi ve başka bir şiddet alanı açması olasılığı da gözden uzak tutulmamalı. Soru önemli ve söyleşi sınırlarında ele alınamayacak bir konu olduğu için o öyküyü yazarken ne düşündüğümün çok kaba şekilde üzerinde durabilirim: Sosyal medyadaki ifşa olaylarında hukukla ilgili ilkelere bazen saplanma olduğunu düşünüyorum. Mağdurun beyanını temel alan ilke, ceza yargılaması içerisinde, ispatı zor suçlarda cezasızlığın önüne geçmek için benimsenmiştir. Bu tür gelişmeye muhtaç hukukla ilgili ilkelerin kartopu etkisine aracı yapılması zaman zaman istenmeyen bir görüntü veriyor. Hakikatte birlikte uygulanacak ilkeleri mecrası dışında birbiriyle çeliştiren bir görüntü oluyor bu. Çünkü kötüye kullanımlarla, yargıya hiç başvurulmayan olaylarda, daha çok yargıya başvuranların ihtiyaç duyacağı mağdur beyanını esas alan ilkenin içinin boşaltılması işten değil. Kazanılanların çabuk kaybedildiğini düşünüyorum. Mağdurun beyanını, ifşayı ve linç meselesini de birbirinden ayırmak gerekir. İfade ettiğin gibi öykülerin merkezinde olan bir yönüyle de bu aslında. Anlatmanın, ifade etmenin önündeki engellere işaret ediyor, anlatamamayı da eşeliyor. Bilindiği gibi beyandan yana tavır almak linç değil. Bu, yargının etkin işlemediği yerde mağdurun sesini duyulur kılmakla ilişkisi nispetinde linçten ayrılır ve bir tavır olur; faili hemen o mecrada cezalandırmaya yaklaştığı nispette de linçle aynılaşır. Lekelenmek sosyal medya alanında ölüm cezası ile eşit bir ceza bence; geri dönüşü ve aklanması imkânsız bu tür isnatların. Biri için mahrem olan diğeri için de mahrem sayılmalıdır. Biri ötekinden daha suiistimale açık ve yaşamı nesneleşme tehdidi altında olmamalıdır. Bu eşitliğin sağlanmadığı yerde de normlar ötekini koruyarak herkesi eşitlemelidir. Bunu da hukuk devleti iddiasının bulunduğu yerde olması gereken ama hiçbir koşulda oldurulamayan bir şey olarak ifade edebilirim.

Son olarak kendimi bir öykü karakteri olarak düşüneceğim aklıma gelmezdi hiçbir zaman. Bu ironik jestin için de teşekkür ederim sana.

O kan revanın içinde sen varsın, başkaları da var; bir yerde bildiğim sulara, arkadaşa dönmek o göndermeler! Söyleşi için teşekkürler.