“Göğsüme dadanan geçimsiz güneş”

"Denemenin hoş ama boş şeylerden ibaret olduğuna dair yaygın önyargıyı kıran Türkçedeki sayılı denemeciden biridir Orhan Koçak. Eleştirmenliği bu vasfını bir parça gölgelemiştir diyebilir miyiz? Okurları üslubunun, dilinin, ironisinin ve mizahının kıymetini uzun zamandır bilir bilmesine, ama onu denemeci olarak da tescil etmek gerekir sanki – kendisinin bundan hazzedeceğini sanmasam da."

“Hem göğünü kaybetmiş, hem beğenmiyor yerini
göğsüme dadanan geçimsiz güneş.”

Metin Altıok, Bir Kibrit Çakımı

“Yaşaması üvey, şiiri has bir şairden, yaşamını kanatarak acımasızca şiirinde damıtan bir şairden söz açacağım” diyordu Füsun Akatlı, 1978’de Oluşum’a yazdığı bir yazıda: “Bir yaşamı birlikte sürdürmemiz niye alıkoysun beni Metin Altıok'un şiiri üzerine diyecekleri­mi demekten? Yakınlığımız o kadar açık ve belgeli ki, kim­se 'ne var bu eleştirmenin bu şairi övmesinin altında' diye düşünmeyecek ve ben de sırf yakınım olduğu için değineme­mek durumunda kalmayacağım Metin'in şiirine.”[1]

Başlığını da Metin Altıok’un bir dizesinden alan yazının yazarı bunları söyler ama ikirciklidir, son paragrafta yazıyı “illegal” olarak nitelendirir: “Bir inceleme, bir eleştiri yazısı değildir bu. Denemenin sınırlarında yerini arar!”[2]

Bu güzelim denemenin 70’li yılların sonunda yazılmış olduğunu ve sert bir şekilde yerildiğini, hatta ayıplandığını unutmamalı: Deneme ile eleştirinin birbirlerinden tamamen farklı olduğunun düşünüldüğü, küçükburjuva öznelliğinin neredeyse suç ilan edildiği zamanlar. Daha sonra, '80’lerden itibaren başka biçimlerde bu suç çokça işlenir olacak, üstüne üstlük eleştirelliği gereksiz gören, keyfiliği mazur gösteren bir bahane olarak epeyce kullanılacaktı denemenin amorfluğundan çıkan kaçış imkânları. Deneme bir tür kaypak sohbetten, bir yere varamayan düşüncelerin hoş cümlelerle bir araya getirilişinden ibaret görülecekti. Hoş, Orhan Koçak’ın “Denemeye Dair” adlı yazısında dediği gibi, belki daha en başından beri böyleydi bu:

“Nermi Uygur’la birlikte adı konduğu anda ‘hem öyle, ama hem de böyle’ anlamına gelmeye başlamıştı Türkçede deneme. Bu var, ama şu da var. Şu kapıdan girelim, ama öbür kapıdan da girebilirdik. Denemeli Denemesiz’in yazarında, her şey, her düşünce, her edim, kendi ağırlığından, kendi zorluğundan, zorunluluğundan arındırılmıştır. Düşünülebildiği, hakkında iyi cümleler kurulabildiği sürece her edim, hatta her istek, muafiyet kazanmıştır. Çatışma çoktan geride kaldı, gereksizleşti. Zihnin engelsiz evrenindeyiz.”

İstisnalar hep vardı tabii. Mesela “Bilge Karasu Adlı Birinin 50. Yaşı Üz­erine Metin Taslağı”na şöyle bir bakalım: Yazar Bilge Karasu, 50. yaşı için bir deneme kaleme almıştır, ama denemede bir Bilge Karasu daha vardır, okur olanı. Biri gözetleyen, öteki gözetlenen iki Karasu. Aslında ikisi de birbirini gözetlerler. “Gözetleyenin, kendisinin gözetlenişine ilişkin gözetlemesinin sonuçları”dır okuduğumuz. Ama dikkatli okur fark eder, usulca yer değiştirir ara ara anlatıcılar, sonra bir ara “biz” olurlar…

“Anlatıcının ve/veya yazarın belirsizleşmesi” izleğinin temel işlevi, Berna Yıldırım’a göre

“metinsel öznenin, karşıtlık dizileri arasında sonsuzca bölünebilecek, karşıtlıklar sarmalında belirsizleşip gidebilecek bir değişken ya da tersten bakılırsa tüm bir karşıtlıklar, ikincil, üçüncül karşıtlıklar sarmalını soğurabilecek bir karadelik olduğunu sezdirmesidir – Gece’de olduğu gibi. Yani Karasu’daki izleğin öznenin neliğine dair bir diyeceği vardır, bunu da tüm metnin yapısıyla der; belirsizleşen bir anlatıcı özne varsa eğer, metnin omurgasını kuran karşıtlıklara dağıldığı için vardır bu özne, fantastik bir şaka olsun diye değil.”[3]

Söyleyeceğini metnin yapısıyla da dile getirmek, metnin kendi üzerine düşünmesi, konusunu biçime yedirmek… ‘hem öyle, ama hem de böyle’ olmayan bir denemenin başat teknik öğeleri olarak tanımlanabilir belki. İster Boğaz'daki balıklardan söz açsın bu deneme, isterse eleştiriden, ya da ne bileyim, Vrankoviç’ten, yaşlanmaktan, bilimden… İster dipnotsuz, kaynaksız olsun, isterse bol dipnot içersin ya da dipnotları metinle diyaloga veya yarışa girişsin…[4]

Denemenin hoş ama boş şeylerden ibaret olduğuna dair yaygın önyargıyı kıran Türkçedeki sayılı denemeciden biridir Orhan Koçak. Eleştirmenliği bu vasfını bir parça gölgelemiştir diyebilir miyiz? Okurları üslubunun, dilinin, ironisinin ve mizahının kıymetini uzun zamandır bilir bilmesine, ama onu denemeci olarak da tescil etmek gerekir sanki – kendisinin bundan hazzedeceğini sanmasam da. (bkz. “Denemeye Dair”)

Tek bir örnek vermekle yetineceğim: Türk Aydını ve Kimlik Sorunu adlı derlemede yayımlanan ve yakın zamanlarda kendi başına kitap olarak da basılan Ataç, Meriç, Caliban, Bandung – Evrensellik ve Kısmilik Üzerine Bir Taslak adlı uzunca denemesinde Koçak, Cumhuriyet aydını olarak birbirine taban tabana karşıt görülebilecek iki önemli edebiyat adamının, Nurullah Ataç ile Cemil Meriç’in nasıl olup da farklı bakışlarla aynı körlüğe tutulduklarını kılı kırk yaran örneklerle gösterir, Shakespeare’in Fırtına’sındaki Caliban tiplemesinden yola çıkıp Bandung Konferansı’na, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasına uğrayarak:

“İki olgu, iki sorun: (a) Batıcı Ataç da Doğucu Meriç de Fırtına’nın kolonyalizm tarihiyle herhangi bir ilişkisi olabileceğini düşünmemiştir. Caliban ikisi için de evrensel ayaktakımıdır, her yerin ve her zamanın kara kalabalığı; (b) Ataç’ın evrensel Caliban’a karşı evrensel Propero’nun sözcülüğünü üstlendiği bir dönemde Türkiye de eski sömürgelerin konferansında yeni-sömürgeci ittifakın sözcülüğünü yapmaktadır. Evet, iki olay arasında dolaysız bir bağ kurulamaz. Ama birine bakarken ötekini daha iyi anlamak ve anlamlandırmak mümkündür belki.”[5]

Shakespeare’in Fırtına’sı ve oradaki Caliban ile Prospero tipleri, Shakespeare yorumcularının iç tartışmaları, hem Ataç’ın hem de Meriç’in “Caliban’ın evrensel kılınmasıyla bütün bir dünyanın kısmiliğe mahkûm edildiğini” nasıl olup da bir türlü anlayamadıkları, Şarkiyatçılık, milli mücadeleye yakıştırılan anti-emperyalist damar, Cemil Meriç’in şikâyeti (“neden Oryantalizm’e uzaktan ya da yakından benzeyen bir kitabın altında bir Türk’ün imzası yok?”), Ataç’ın anti-popülizmi, T.C. dış politikası… Metnin çeyrek yüzyıl sonra okunduğunda da heyecan verici yanı, büyük resmi (hayır, o resim değil) çizerken saptığı yan yolların yeni bağlamlar yaratması, ilk bakışta dolayım gibi görünen şeyin yavaş yavaş metnin asli parçası haline gelişi…

“Bağlama tutunmanın zorluğundan dem vuruyordum yazının başında – bağlamın bizi nasıl da bağladığını anlatmak durumunda kaldım. Dış politikadan seçtiğim olguyla saptadığım edebiyat ayrıntısı arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurulamayacağını söylüyordum – bir nedenin olduğunu ama başka yerde yattığını göstermek zorunda kaldım.”[6]

“Olayın birine bakarken ötekini daha iyi anlamak ve anlamlandırmak”, sonra berikine o gözle tekrar bakmak: Konuyu başka bağlamlara taşıma niyeti, tipik bir Orhan Koçak denemesinin uzun olmasına, uzarken derinleşmesine yol açar. Yazarın ilgileri çok çeşitlidir bir kere: Psikanaliz, dış politika, ekonomi, Marksizm, edebiyat, eleştiri… Bu ilgi ve bağlam çeşitliliği haliyle metne yansır, ama disiplinlerarasılığın yapıştırma izi görülmeksizin. Orhan Koçak denemesi daldan dala atlamaz, çok sayıda dal üzerinde metodik bir şekilde ilerler; belli bir noktada bize fazlalık gibi, gereksiz ayrıntı gibi görünen şeyler, sonraki sayfalarda yeni bağlamlar oluşturacaktır. Cemil Meriç ile Ataç’ın aynı körlükte birleştiklerini birkaç paragrafta anlatmak, Türkiye’de 20. yüzyıl aydınları üzerine bir şeyler söylemek için yeterli olmaz mıydı? Evet, olurdu; bir roman özeti o roman hakkında bir şey söylemeye ne kadar yetebilirse o kadar.

Metnin uzaması, denemecinin söylediği kimi şeyleri geri almasına, ince ayarları yapmasına, haksızlıkları düzeltmesine de imkân verir, diyalektik akışı sağlar. Hakkını teslim etmek Koçak için önemlidir, onun en sert eleştirilerine maruz kalanların bile haklarında yazılmış olanları beğendiklerine şahit olmuşuzdur, buruk bir beğenme olsa bile bu.

Haksızlıklara Koçak’ın kısa yazılarında, zamanın ve manevra alanının görece dar olduğu, geriye alışlara, dönüşlere vaktin kalmadığı durumlarda rastlanır daha çok – eğer bile isteye yapmadıysa tabii. Yukarıdaki alıntıda Nermi Uygur’a bir haksızlık yok muydu dersiniz?

Polemikçilik bir yana, albayımın geçimsiz olduğu, geçimsizliğin verimine ve enerjisine inandığı herkesçe bilinir; herkesle iyi geçinmeye çalışmakla eleştirip yazıyla, sözle takıldığı geçimli insanların etrafında bu kadar çok oluşu ise, uzaktan bakıldığında tam bir muammadır.

• 

 

NOTLAR:

 

[1] Füsun Akatlı, “Göğsüme Dadanan Geçimsiz Güneş”, Yaz Başına Neler Gelir, Ada Yayınları, 1980, s. 90)

[2] age, s. 96

[3] Berna Yıldırım, “Bilge Karasu’da Özne: yazının Gücü”, Bilge Karasu’yu Okumak içinde, haz. Doğan Yaşat, Metis Yayınları, 2013, s. 39

[4] Bütün bunların süs ya da oyun olsun diye yapılmadığını –süs ve oyun olduklarında bile– denemenin söyleyeceklerinin ayrılmaz bir parçası olarak yazıldıklarını varsayıyoruz tabiatıyla.

[5] Orhan Koçak, “Ataç, Meriç, Caliban, Bandung: Evrensellik ve Kısmilik Üzerine Bir Taslak”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yayınları, der. Sabahattin Şen, 1995, s. 229. Ya da: Orhan Koçak, Ataç, Meriç, Caliban, Bandung: Evrensellik ve Kısmilik Üzerine Bir Taslak, Zoomkitap, 2018, s. 14.

[6] age., s. 248, (kitapta s. 68)

 

EDİTÖRÜN NOTU:


Şair ve romancıların yanı sıra, K24’te bundan böyle düzyazı, deneme ve eleştirinin önde gelen simalarına ilişkin dosyalar da hazırlayacağımızı daha önce duyurmuştuk. Denemeci-eleştirmen Orhan Koçak üzerine hazırlanan bu dosyalardan ilki, şu anda yayında. 

Tanıl Bora'nın “Orhan Koçak ve Maelström” başlıklı yazısı kapsamlı bir edebi portre.

Murat Belge, “Eleştirmenin imgelemi”nde Bahisleri Yükseltmek’e değiniyor.

Necmiye Alpay’ın yazısı, Orhan Koçak’ın polemiklerine dair: “Zincir kopuktur bahisler düşüktür KE zaten olmamıştır”

Fatih Altuğ, Koçak metinlerinde sıkça rastlanan “bela [açma] teknikleri”, “huzursuzluk teknikleri” gibi ifadeleri açmayı deniyor “Orhan Koçak’ın Bela Teknikleri”nde.

“Duyum ve Hareket Kayıtları”nda Behçet Çelik, Orhan Koçak’ın eleştiri yazılarını bir hareket-ölçere benzetiyor, metnin sarsıntılarını, kımıltılarını, salıntılarını (kuşkusuz durgunluğu ve kımıltısızlığı da) tespit eden bir hareket-ölçer. Ama bir sarsıntı-ölçer değil…

Barış Özkul, Kopuk Zincir’de yer alan “Şiirin Sesi ve Eleştiri” adlı metne odaklanıyor: “’Şiirde Ses’ ve Orhan Koçak’ın Şiir Eleştirmenliği”

“Orhan Koçak ya da kamaşmanın diyalektiği”nde Derviş Aydın Akkoç’un çıkış noktası Orhan Koçak’ın Ulus Baker’e dair yazdığı bir yazı: “‘Ulus Baker Yazısı’nın Peşinden.”

Dosyadaki yazılara ek olarak, daha önce K24’te yayımlanmış, Tehlikeli Dönüşler’e dair iki yazıyı da okurların dikkatine çekmek isteriz.

Fatih Altuğ, “Orhan Koçak’ın Tehlikeli Dönüşler’ine dair”

Erkan Irmak, “Koçak’ın Aylak Adam’ı için Ufantılar”

Son olarak: Dosyaları yayımladıktan sonra kapatmıyoruz, yeni yazılar ve katkılar geldikçe dosyaya ekliyoruz. Dolayısıyla, her zaman olduğu gibi, eleştiri, görüş ve katkılarınızı bekleriz. 

e-mail: [email protected]
twitter: @kitapkritik24