Geçmiş ile yüzleşmek ama nasıl?

Eğer söz konusu bir ülkenin işkencelerle, kayıplarla, yıllarca süren tutukluluklarla yazılmış tarihi ile yüzleşmek ise, bu sandığınızdan daha zor olabilir...

15 Ağustos 2016 14:00

Şebnem İşigüzel, 2008 yılında yayımlanan ve Türkiye’nin 12 Eylül 1980 darbesi ve sonrası resmini çizdiği Resmigeçit’te pek de kolay olmayan bir işe girişir. Kolay olmayan çünkü, şimdiye kadar karşılaştığımız birçok darbe dönemi anlatısı darbenin faillerine değil halka odaklanmaktadır. Solcu bir genç, darbeden etkilenen bir aile ya da iki aşık… Darbenin kişiler ya da toplum üzerindeki etkilerini anlatmak da pek kolay olmasa da yazar bildiği sularda gezinmektedir. Darbe dönemini yaşasın ya da yaşamasın, sonrasındaki dönüşümler onu bir şekilde etkilemiş ya da bu değişimden etkilenen kişiler ile bir şekilde temas edilmiştir. Oysa söz konusu bir ülkenin kaderini hala belirlemekte olan yakın tarihten böylesine bir siyasi olayı politikacılar ve darbeyi yapan askerler üzerinden anlatmak, yazar için hem pek görülmemiş bir işe girişmek hem de bilmediği sulara adım atmak anlamına gelir.

Resmigeçit, Şebnem İşigüzel, Doğan Kitap (2008)İşigüzel, günümüzde dahi etkileri süren -Darbe Anayasası hala geçerliliğini korumaktadır- 1980 askeri darbesini dönemin politikacılarının sadece darbe ve siyaset ile ilişkisi üzerinden değil özel hayatlarından doğru da anlatır. Bu da okur için, hele de darbeyi yaşamış ya da bir şekilde etkilerini hissetmişse, daha önce hiç girmediği bir evin kapısından girmek anlamına gelir. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Kenan Evren gibi dönemin başkarakterleri her ne kadar farklı isimlerle olsa da onlar olduğundan adım gibi emin olduğumuz bir şekilde ama bildiğimizden çok başka halleriyle karşımıza çıkarlar. Bir ülkenin kaderini belirleyen bu liderler, evlerinde nasıldırlar, ne yer ne içerler, takıntıları nelerdir ve hatta eşleriyle, partililerle nasıl ilişkileri vardır, gibi sorular Resmigeçit’i okuyana kadar aklınızdan geçen sorular bile olmayabilir. Bu yönüyle Şebnem İşigüzel, Resmigeçit ile darbe dönemine dair aklımızdaki soruları cevaplıyor dersek yalan olur. İşigüzel, daha çok darbenin arka planındaki liderleri karikatürize ederek, bazen köşkün hizmetkarının gözünden, bazen liderlerin kendi içseslerinden yola çıkarak kara mizah bir anlatı sunuyor okura. Devrimci öğrenci Emin ve Kürt taksi şoförü Şehmuz da olmasa abartılı tasvirler ve olaylar düşünüldüğünde büyülü gerçeklik tarzında bir romanın içinde sanabiliriz kendimizi. İşkence odaları, Diyarbakır 5 No’lu Ceza Evi, hayatını kaybeden onca öğrenci, senelerce süren cunta yönetimi, baskı dönemi, yasalar yoluyla elden giden onca özgürlük ve ortadan kaybolan insanlar sanki hayali bir coğrayada hiç yaşanmamış bir evrende yaşanıyor sanabiliriz. Bunu sanrıyı engelleyen kötülükleri kara bir mizahla anlatılan, çocuğunun olmamasından, eşine karşı duyduğu kıskançlığa, yeme alışkanlığından, kişisel hasetlerine kadar öğrendiğimiz liderler değil dönemin gerçekliğine bizi döndüren “halktan” karakterler oluyor. Yazarının da “Resmigeçit’e biraz uzaktan bakarsam onun düşle hakikat, fanteziyle tarihsel olgu arasında örülmüş bir anlatı olduğunu söyleyebilirim” dediği romanı, bunu bilerek okumak, yazardan tarihin birebir izdüşümünü ya da siyasi bir çözümleme beklememek okura daha keyifli bir okuma deneyimi sunacaktır şüphesiz. Kitapta anlatılan darbe sadece Türkiye’de yaşananların değil bir başka coğrafyada ya da tarihte yaşanmış darbelerin de satirik bir anlatımı olarak görülebilir.

 

Politikacı karakter yaratmanın imkânsızlıkları

Yakın tarih siyasi olaylarını romanlaştırmak içinde birçok riski barındırıyor. Bir tarafta yazarın uçsuz bucaksız hayal dünyası diğer tarafta milyonlarca insanın hayatını etkileyen olaylar. Yazarın elindeki gücü nasıl ve özellikle ne biçimde kullanacağı, söz konusu eserin döneme ışık tutmak ya da geleceğe dair çözümler sunmak gibi kaygılarının olup olmayacağı en önemli sorunlar. Elbette yazarın ne döneme ışık tutmak ne de çözüm sunmak gibi bir sorumluluğu vardır. Bu yönden baktığımızda İşigüzel, Resmigeçit’te gerçekte kim olduğundan adımız gibi emin olduğumuz, darbe öncesi ve sonrası dönemde yaptıkları kirli siyaset ile kayıp bir neslin sorumlusu olan dönemin liderlerini anlatırken onların kötü karakterlerini de tıpkı kürdan bacakları, koca göbekleri ve küçük ayakları gibi karikatürize eder. Bu karikatürizasyon da onlara insani bir boyut kazandırır ve yer yer kötülüğünden en emin olduğumuz karakterlere bile sempati duyma tuzağına düşmemize sebep olur. Bizde, edebiyatta ya da sinemada, henüz aşılamamış politikacı karakter yaratmanın zorluğu karşısında tercih edilebilecek iki yöntem vardır. Politikacıyı salt kötülükleri üzerinden bir şeytan gibi anlatmak ya da onun zekası, yetenekleri ve siyaseten hiç de bir önemi yokmuş gibi görünen fiziksel özellikleri ya da özel yaşamı üzerinden alay edilebilecek hatta belki biraz da “başımıza bu çorapları bu insanlar mı ördü şimdi” dedirtecek şekle sokmak. İşigüzel, ikincisini tercih ediyor. Fakat bu da binlerce insanın işkencelerde ölümüne ya da kaybına neden olan, en temel hak ve özgürlüklerin kaybedilmesine yol açan darbecileri ve darbe dönemi siyasetçilerinin yaptıklarının -beceriksizlikleri ya da aptallıkları- yüzünden meşru görme eğilimini doğuruyor. Siyasetçilerin, ya birilerinin yönlendirmesi ile hareket eden kuklalar ya da kişisel hırslarına yenilmiş insanlar olduklarını düşünmek tıpkı tecavüzcüye sapık diyerek tecavüzün sapıklığından ileri geldiğini, diğer türlüsünün pek de elinde olmadığını düşünmemize neden oluyor. Bu da geçmişin utancı ile yüzleşmek fikrinden yola çıkan bir anlatının maalesef bu yüzleşmeyi mizahın meşrulaştırıcı yanı ile amacına ulaşamamasına sebep oluyor.

1980 sonrası dönemde bir magazin malzemesi olarak “politikacı”

12 Eylül darbesinin ülke üzerindeki en önemli etkilerinden biri de politikanın “kötü” ve olabildiğince uzak durulması gereken bir alan olduğuydu. Günümüzde Gezi’ye kadar apolitikliği üzerine konuşulan bir neslin temeli, 80 öncesi politik gençlerinin kendi yaşadıklarını yaşamasını istemediği çocuklarına politikadan uzak durmasını salık veren ebeveynlere dönüşmesi idi. Turgut Özal dönemi ile birlikte ise bilinçli bir apolitizasyona girişen medya kanallarının da etkisiyle siyasilerin magazin değerinin arttığı, Semra Özal’ın takılarının ya da gözlüğünün markasının konuşulduğu bir dönemin inşası söz konusuydu. Resmigeçit bu magazinel yönüyle bizi dönemin liderlerinin yatak odalarına ve salonlarına sokarken ancak 2000’lerden bakıldığında yazılabilecek bir göze dönüşüyor. Liderlerin arka bahçesinde dolaşmanın heyecanıyla çevirdiğimiz sayfalar eleştirdiğimiz bu apolitizasyonun nasıl bir parçası olabileceğimizin, liderlerin özel hayatının yaşanan baskı ve şiddet ortamının korkunçluğunun nasıl önüne geçebileceğini gösteriyor.

Kitabın ilk sayfasında-her ne kadar yazar ile anlatıcı arasındaki mesafeyi korumak için uğraşsak da yazar olduğunu düşünmekten kendimizi alamadığımız- anlatıcı karakterin, “Ali Çoban dünyaya siyaset yapmak için gelmişti. Nitekim yapıyordu da. Sorsanız kimin için? ‘Halk için’ derdi muhtemelen. Ama okuyup göreceksiniz, bu sözünü ettiğimiz memlekette siyaset hiçbir zaman halk için yapılmamıştı. Kişisel hırslar, ihtiraslar, çıkarlar, inatlaşmalar, daha ne kadar saçmalık varsa siz ekleyin, bunlar yönlendirmişti siyaseti.” sözleri sadece bu ülkenin siyasetini ya da siyasetçisini tanımlamaz. Bundan daha fazlasıdır. Neredeyse dünyanın her yerinde bir siyaset insanı için bu sözleri söyleyebilir, dolayısıyla 12 Eylül darbesi ile bir ülkeyi yıllarca sürecek bir karanlığa sürükleyen bir orgenerali, halktan başka her şey için siyaset yapabilecek bir politikacıyı tarihin tozlu sayfalarını karıştırdığınızda Uzak Doğu’dan Güney Amerika’ya kadar her coğrafyada bulabilirsiniz. Özellikle bu evrensel yönüyle Resmigeçit, hem şimdiye kadar yazılmış Türkiye siyasi tarihi romanlarından farklı bir yerde duruyor hem de söz konusu tarihin kahramanlarının iç dünyasına daha önce yapılmamış derinlikte bir yolcuğa çıkmamızı sağlıyor.