“Ey derinlerden esen serinlik”

Friedrich Schrader 1891 - 1918 yılları arasında İstanbul'da yaşamış bir yazar ve gazeteciydi. 100 yıl önce yazdığı İstanbul kitabı nihayet Türkçe olarak yayınlandı

16 Temmuz 2015 12:00

Kalemin Ucu - 5

Kitabın öyküsü, kitabın kendisi kadar ilginç ve merak uyandırıcı. Bu Friedrich Schrader’in İstanbul-100 Yıl Öncesine Bir Bakış. F. Schrader, 1891- 1918 arasında İstanbul’da yaşamış bir gazeteci, eğitimci, Doğu dilleri uzmanı, yazar. Almanca- Fransızca yayımlanan Osmanischer Lloyd gazetesinin kurucusu, yöneticisi. Burada 1908/17 arasında İstanbul’a dair yazdığı izlenimlerinden, denemelerinden oluşan kitabı Almanya’da 1917’de yayımlanmış, sonrasında “Çevirmenin Sunuş”undan öğrendiğimiz kadarıyla bir daha yayımlanmamış. Türkçesi ise yüz yıl beklemiş. Kitabı ortaya çıkaran da Almancadan çeviren Kerem Çalışkan.

Çalışkan, Sunuş’ta, sosyalist- sosyal demokrat görüşlere sahip olan yazarın ve kitabın öyküsünü ayrıntılı bir biçimde anlatıyor; kitabın arkasına da “Meraklısı İçin Notlar” koymuş. Burada, Schrader’in ele aldığı yapı’ların (anıt- cami) günümüzdeki durumlarıyla ilgili bilgi veriyor; ayrıca bir cümleyle bize ışık tutuyor: “Schrader gerçek bir İstanbul âşığıdır.”

Mitos’larla birlikte

İstanbul 100 Yıl Öncesine Bir Bakış, Friedrich Schrader, Çeviri: Kerem Çalışkan, Remzi KitabeviSchrader, İstanbul semtlerini epey dolaşmış. Pera, eski kent merkez ama Hadımköyü’ne kadar uzanmış, öte yandan Kayış Dağı’na çıkmış vb. Gözlemlerini, izlenimlerini, yaptığı söyleşileri anlatımcı, öyküleyen bir biçemle kaleme almış. Dolayısıyla gazete yazılarının ötesinde bunlar, yazınsal bir değere sahip. Akıp giden bir metin olmuş. Kuşkusuz çevirmenin “kalemi”nin önemini de belirtelim. Yazı başlıklarından birkaç örnek: “Kuran Mektebi”, “Barok ve Rokoko”, “Mahmud Paşa’da”, “Altın Boynuz’un Deniz Surları’nda”, “Sultan Selim’de”, “Silivri Kapı’da”, “İstanbul Evliyaları”, “İstanbul Yaşamından”, “Boğaziçi”, “Ayaz Paşa”, “Karadeniz’de” vb.

Schrader kendi gününü –Osmanlı’ya, İslâm’a ilişkin bilgilerin yanı sıra– geçmişle birlikte yazıyor; Roma- Bizans dönemlerine, Pagan, Hıristiyan, inanışlarına göndermeler yapıyor. Mitosları, kuşkusuz başta “Yunan” mitoslarını da aktarıyor; etimolojik, antropolojik köklere de iniyor. Yazdıkları, Doğu’ya- Batı’ya ilişkin bilgi birikiminin yansımaları. İster istemez böyle bir kitapta “görsel” (resim, gravür, fotoğraf) arıyor insan. Özgün yapıtında olup olmadığı belli değil. K. Çalışkan kitaba “online arşivde”n ulaşmış. Galiba kitabın özgününü görmemiş; anlaşıldığı üzere bu güç, çünkü kitabın yüz yıldır basımı yok! Bence konuyla ilişkin görseller yer almalıydı.

Öte yandan dikkatimi çeken bir nokta, Friedrich Schrader’in Miss Julia Pardoe’nun, Edmondo de Amicis’in kitaplarından söz etmemesi. Böylesine donanımlı ve İstanbul âşığı olan “yabancı” bir yazarın bu kitapları okumuş olması gerekir diye düşünüyorum. Benzer şekilde Hüseyin Rahmi’den de söz etmiyor. Oysa Hüseyin Rahmi’nin ele aldığı konulara (şehir efsaneleri, büyüler, hurafe vb.) girdiği gibi, yazıları kaleme aldığı dönemde, bu romancımız epey ünlü. Belki bunlardan söz ettiği yazıları kitaba almadı. Şundan da ilginç, Friedrich Schrader dönemin yazarlarından Ahmed Hikmet, Aka Gündüz, Halide Edib, Halid Ziya gibi yazarların bazı yapıtlarını Almancaya çevirmiş.

Friedrich Schrader’in kaynakları daha çok Evliya Çelebi ile Petrus Gyllius. Evliya Çelebi’yi de çok hoş betimliyor: “Her ne kadar Evliya Çelebi’nin, okuruyla şakalaşan, abartan ve gerçeği hayalle karıştıran muzip biri olduğunu hesaba katsak da, yine de elimizde eski Türk loncaları ve zanaatları, onların işyerleri ve sayısal durumu hakkında yeterince bilgi kalıyor.” (s. 144) Padişahların yaşamından, söylentilerden, mekânlardan söz eden Schrader çok ilginç konulara da el atmış. Bunlardan biri “İstanbul’da Kitap Ticareti ve Kitap Sanatı” başlıklı bölüm. Her ne kadar “gayri Müslim”lerin bu alandaki faaliyetlerinden söz etmiyorsa da, bu bölümde yazdıkları, tanıdık değil mi: “Türkiye’de kitap satışı, her zaman bugünkü kadar kötü değildi, şimdi bir Türk yazar veya şairinin, eserlerini, kazanç sağlayacak şekilde insanlara ulaştırması neredeyse imkânsız.” (s. 140) Yine bu bölümde altı çizilmesi geken bir başka “saptama” da şu: “… bunlar çok orjinal illüstrasyonlarla süslenmişlerdi. Buna klasik bir örnek Halid Ziya Bey’in Mai ve Siyah’ıdır, daha sonra Paris’e göç eden genç Atamian bunu mükemmel şekilde resimlemişti.” (s. 143/44)

Friedrich Schrader’in izlenimlerini mitolojiyle ilişkilendirdiğini söyledik. Cihangir Camii’ni anlatırken, yine bakış ânından geçmişe doğru yol alıyor. Önce Evilya Çelebi’ye değiniyor, ardından caminin yerinde ilk Megaralılar’ın kurduğu Kahramanlar Tapınağı’na kadar uzanıyor ve şöyle diyor: “Yakında Ayas Telamoniers’in heroonu (Kahramanlar Tapınağı) vardı… Yani bu bölgede, kavgada kale gibi duran o kahramanın gölgesi geziniyordu, hani şu hilebaz Odysseia [Odysseus olmalı! A.B.] ile Achilleus’un silahları için yaptığı kavgada, kendi öfkesinin kurbanı olan kahramanın…” (s.188) İstanbul tarihinin çok katmanlı, zengin ve renkli olduğu kesin de; yaşadığım yerin yakınında Sofokles’in oyununa (önemli bir oyundur) konu olmuş Ayas (Aias) anısına yapılan bir tapınağın olduğunu bilmiyordum.

Sinan anılmaz mı?

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti Değişen İstanbul, Zeynep Çelik, Çeviri: Selim Deringil, İş Bankası Kültür YayınlarıSchrader’de şaşırtıcı öyküler çok. Öte yandan Sinan’ın adını anmaması da benim için “yadırgatıcı”. Yapılardan söz ediyor, bir- iki mimar adı da veriyor, ancak “Sinan’ın şehrine” âşık olmuşsa da Sinan’dan tek bir sözcük yok (belki başka yazılarında!). Gerçi Friedrich Schrader’in tanık olduğu yıllar modernleşmenin başladığı dolayısıyla kent dokusunun, mimarîsinin Batı, özellikle de Paris örnek olarak değiştiği, değişmekte olduğu yıllar. Bu dokusal, mimarî değişikliği de Zeynep Çelik, bir mimarlık tarihcisinin bakışından konu ediniyor (19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti Değişen İstanbul).

Oysa Friedrich Schrader, Sinan’ın görkemli yapıtlarından Mihrimah Sultan Külliyesi için şöyle yazmış: “… Gökte bulutlar geziniyor, tuhaf şekilleriyle rüzgâra kapılmış giden bir yığın bulut. Sağda, Edirnekapı’da, Mihrimah Sultan Camii’nin yüksek kubbesi, Türk tarihinin en büyük çağının ihtişam hırsıyla, yükseklikte herkesi geçmek ve gölgede bırakmak istermişçesine göklere yükseliyor.” (s. 86/7) İstanbul’dan, anıtlarından söz eden bir kitapta Sinan’ın adının geçmemesi gerçekten yadırgatıcı. Bir de “Sinan ile Mihrimah Sultan öyküsü”nü Schrader’den dinleseydik!

İstanbul’da evi müze olmuş Polanyalı şair Adam Mickiewicz’i de konu ediniyor. 26 Kasım 1855’te ölen şairin cenazesi görkemli bir şekilde kaldırılıyor; tabut St. Antonius [St. Antuan] Kilisesi’nden Tophane Rıhtımı’ndaki bir Fransız savaş gemisine götürülüyor: “Caddelerde Zamojski’nin tugayı ve Sadık Paşa’nın süvarileri, kiliseden Kumbaracıbaşı Sokağı’na ve aşağı Tophane’ye kadar ihtiram kıtaları (çift sıralı selamlama) oluşturdular. Adı geçen tugayların takımları bütün caddelere dağılıp, matem törenine katılacaklara, 1870’deki büyük yangından sonra, yabancılar için neredeyse labirente dönen sokaklarda yol gösterdiler.” (s. 172)

Zeynep Çelik’in kitabında, “büyük yangın” tâbiri 1965 Hocapaşa Yangını için kullanılıyor; bu da İstanbul tarihinin en büyük yangını. Pera’ya sıçramıyor, Eminönü’den geniş bir şerit hâlinde Marmara kıyılarına kadar gidiyor. Yine Çelik’in kitabında 1870’deki yangın, “Pera Yangını” olarak geçiyor: “Haziran 1870’te, Pera’daki “harik-i kebir’de üç binden fazla bina yandı. Taksim civarındakı Feridiye Sokağı’nda bir evde çıkan yangın, güçlü rüzgârın etkisiyle batıya doğru yayılarak, Tarlabaşı, Taksim, Cadde-i Kebir ve Galatasaray semtlerini tahrip etti.” (s. 71) Bu kitapta yer alan haritada, yangın Tophane’ye sıçramamış görünüyor, hatta Kumbaracıbaşı Sokağı’na da pek yayılmamış. Belki sokağın başında, falan. Friedrich Schrader cenaze alayını doğal olarak görmemiş, birilerinden dinlemiş ya da okumuş ama asıl mesele 1855’teki cenaze alayının 1870’teki yangından sonra labirente dönen (tam belli değil) sokaklardan nasıl geçtiği!

Evliya Çelebi mi, Hüseyin Rahmi mi?

Aşk Yolunda İstanbul'da Neler Olmuş, Reşad Ekrem Koçu, Doğan Kitapİstanbul yazarları dediğimizde, hele de yirminci yüzyıl ise dönemimiz, ilk akla gelen adların başında hiç kuşkusuz ki Reşad Ekrem Koçu gelir. Osmanlı tarihi ekseninde, özgün biçem ve anlatımıyla, dahası algılayış biçimiyle binlerce sayfa, onlarca kitap yazmış İstanbul için. Bunlardan biri de Aşk Yolunda İstanbul’da Neler Olmuş. Friedrich Schrader’in Evliya Çelebi için yaptığı “tanım”, Reşad Ekrem Koçu için de “biraz olsun” geçerli değil mi? Belki yanılıyorum; ama Koçu’nun Hüseyin Rahmi’den el aldığını söylemek de mi yanılgı?

Kitapta dört uzun “aşk öyküsü” yer alıyor; kadın ile erkek arasındaki ilişki çoğunlukla üçüncü şahısların kumpaslarıyla çıkmaza giriyor (gelişiyor), buna pekâlâ “olay örgüsü” diyebiliriz, bu süreçte İstanbul’un şu veya bu, az çok bazı özellikleri de anlatılıyor. “Aziz okuyucular” diye başlıyan bir açıklama koymuş Koçu kitabın başına:

“Hakikatleri zedelemeden, hakikatlere tecavüz etmeden tarih olaylarını, tarihin büyük şöhretlerinin hayatlarını romanlaştırmak çok zor işlerdendir. Konusu hayalden doğmuş hikâyeleri, geçmişin dekorları, kıyafetleri, günlük hayat cilveleriyle tarihe mal etmek de öylesine zordur.” (s. 11)

Hikâyelerin konularını eski meddah defterlerinden almış Reşad Ekrem Koçu. Bunlar, meddahın o gece için anlatacaklarının bir sayfalık “basit not”ları. Dahası meddahın yol alacağı güzergâhı gösteriyor; sanırım sinema terimi olan sinopsis ile karşılayabiliriz. Hikâyeyi geliştirmek, süslemek, araya manzume, fıkra falan katmak, bazen birkaç gece uzatmak meddahın hüneri. Zaten ilk hikâyenin başına örnek olarak bir sayfayı tutmayan bir meddah notu koymuş, yazar. Kitap boyunca bu notlardan çok kısa açıklamalar veriyor; daha çok hızlı geçişlerde. Bu kısa notlarla nasıl dinleyicilerin karşına hüneriyle çıkıyorsa meddah, Reşad Ekrem Koçu da yaratıcılığıyla, bilgisiyle, biçemiyle okurun karşısına çıkıyor.

Hikâyeler Binbir Gece Masalları’nı çağrıştırıyor; özellikle de “Atinalı Cevad”. Gerçeküstücü öğeler, büyü vb. yer alıyor, olay örgüsü birbiriyle ilintili olaylarla gelişip çözülüyor. Ninelerin, büyüklerin yüzyıllardır anlatıkları, kim bilir nasıl evrilerek günümüze geldi? Mutlu sonla bitiyor; önce kavuşamayanlar bir “tehlike” atlattıktan sonra, ki olayların gelişiminde kıskançlık, açgözlülük, kötülük vb. vardır, sonunda kavuşuyor, haksızlıklar adaletli biçimde gideriliyor. Bunları Koçu’nun kaleminden okumanın başka bir hazzı var. Bazen öne çıkan bazen geride kalan İstanbul panoraması, toplumsal, siyasî özelliklerin, örneğin yeniçerilerin vb. yer yer girmesi, hikâyeleri daha da sürükleyici yapıyor.

Aslında Friedrich Schrader’in özellikle İstanbul yaşamıyla anlattıklarıyla çok uzaktan bir akrabalık kurabiliriz de. Reşad Ekrem Koçu’yu okumadığı kesin, ayrıca Schrader’i de Türkçede kimse okumamış; Kerem Çalışkan’ın sâyesinde ancak 2015’te Türkiyeli okura ulaşıyor. Bir başka akrabalık da şu: Friedrich Schrader’in kitabının biçeminde Miss Julia Pardoe’yu, yapısında da Edmondo de Amicis’i “buluyorum”! Etkilendi, iz sürdü anlamında söylemiyorum –adlarını anmadığına göre belki okumadı–; bu akrabalığı, daha çok İstanbul şehri kurdurtuyor, diyelim.

Paris örnek alınmış ama…

Zeynep Çelik’te Miss Julia Pardoe’ya rastlıyoruz ama Edmondo de Amicis’in İstanbul kitabından epey bir alıntı buluyoruz. Çelik’in örneklediği ortam/ mekân, bu usta yazarın 19. yüzyılın sonlarına doğru kaleme aldığı İstanbul sahneleriyle daha bir “canlanıyor”. Çelik’in Değişen İstanbul’u 1984 yılında Birleşik Devletler’de tamamladığı doktora tezine dayanıyor. Tezini bir kitaba dönüştürerek 1986’da yayımlıyor. Dilimize Selim Deringil’in çevirdiği kitap Türkçe ilk basımını 1996’da yapmıştı. O zaman sözü edilen kitabı ne yazık ki okuyamamıştım.

İstanbul, Edmondo de Amicis, Çeviri: Filiz Özdem, Yapı Kredi Yayınları

1838 Ticaret Antlaşması ile 1908’deki “Jön Türk devrimi”ne kadar uzanan yıllar ele alınıyor. 1838’in bir yıl sonrası da Tanzimat Fermanı. Batılılaşmanın (modernleşmenin) “başlangıç”ı, “ilk evresi” diyebiliriz bu yetmiş yıla. Zeynep Çelik “İstanbul’un Mimarisi’ne Genel Bir Bakış” başlıklı birinci bölümde “… İstanbul yarımadasındaki ilk yerleşmelerin, İ.Ö 3. bin yılda veya 2. bin yılın başlarında kurulduğu tespit edilmiştir” diyor, ancak bu genelgeçerli bilgi, Yenikapı kazısından sonra “değişiyor”. Nitekim yazar da bu basıma bir not koyarak, –bu kazılar dolayısıyla– şehrin tarihini 8000 yıl öncesine götüren Neolitik çağ buluntularıyla ilgili çok sayıda bilimsel yayın yapıldığının altını çiziyor.

Genel bir tarihsel sürecin anlatıldığı bu bölümden sonra 1908’e kadar şehrin dokusunun gelişimi, Batı’nın daha çok Paris’in örnek alınışıyla oluşturulan yapıların (anıt), sokakların, caddelerin inşasını okuyoruz. Yangınların etkisini görüyoruz. Malzemenin hızla dönüştüğünü, ahşaptan kâgire, sonrasında betonarmeye doğru yol alışını; siyasî kararlarla semtlerin sosyal yapılarının kabuk değiştirdiğini, yabancıların etkilerini ayrıntılarıyla okuyoruz. Yabancı mimarların önerdiği, benzerlerinin ancak bugün gerçekleştiği “Büyük Projeler” de düşündürücü!

Bu dönemde yabancı mimarlar “kahraman”. Yapılar, saraylar, yollar vb. onlara emanet ediliyor ya da onlardan isteniyor. Paris bir model olarak hep göz önünde duruyor da, ne kadarıyla oluyor olmuyor, bunları yazıyor Zeynep Çelik. Tüm bu örnek almalara, yeniliklere karşın, şehrin dokusal gelişmesindeki eklektik yapının da altını çiziyor; örneklendiriyor. Görseller, haritalar, fotoğraflar kitabı zenginleştirdiği gibi, “deneme”yle ilişkilendireceğimiz biçemi, daha da çekici kılıyor.

Başka var mı bilmiyorum ama, çok sık alıntılandığı için “biraz takıldım”! Kaynakçada, Edmondo de Amicis’in İstanbul (gravürler: Cesare Biseo) kitabının “Philadelphia 1896” basımının notu var. Ancak bu kitap 2010 yılında Filiz Özdem’in çevirisiyle bizde de yayımlandı (YKY yay.). Zeynep Çelik herhalde bilmiyor, kitabı yayına hazırlayan bir not düşseydi; özellikle belirtiyorum çünkü okur için kolaylık olur, başka bir kitabın kapısı açılırdı.

İstanbul kitapları çoktur, İstanbul yeni yazarlar da bekliyor kuşkusuz. İstanbul kitaplarını konu ettiğimiz yazının sonunda, bellekte yer etmiş iki özgün kitabın en azından adını analım. İlhan Berk’in, şiirin denemesi, denemenin şiir (evet böyle denebilir) olan Pera ile Galata’sı. Bir “İstanbul kitabı” ile buluştuğumda, aklıma hep Behçet Necatigil’in “Barbaros Bulvarı” şiirindeki son dize gelir:

“Ey denizlerden esen serinlik.”

 

Ana görsel olarak, İvan Ayvazovski'nin 1856'ya tarihlenen Konstantinopolis Manzarası adlı yağlı boya tablosundan kesit kullanılmıştır.