Evimize ışınla bizi Scotty!

Gönüllü karantina günlerinde eve kapanmışken, hem yaptığı seyahatler hem de seyahatin kendisi hakkında düşüneduran Osman Tümay, eskiden uzak diyarlarda gezer ya da İstanbul sokaklarında gezinirken çekmiş olduğu fotoğraflar eşliğinde, edebiyatın içinde, seyahatnamelerin arasında dolaşıyor…

06 Nisan 2020 23:33

Teknolojinin gelişmesiyle seyahatler hızlanıp kolaylaşınca her şey daha mı güzel oldu? Hatırlıyor muyuz o arkamızdan sular dökülen uğurlama sahnelerinin hüznünü, önümüzdeki belirsizliklerin endişesini, daha önce hiç tanımadığımız insanlarla yol boyunca paylaştıklarımızı? Şimdilerde, yani bir hava limanından paketlenip birkaç saat sonra bir başkasında kendimizi bulduğumuzda, sahiden de ‘gitmiş’ oluyor muyuz? 

Oluyor muyduk? Geçmişteki gidişlerimiz ve gidemeyişlerimiz, paketlenişlerimiz üzerine, seyahate ve bir zamanlardaki seyahatlerimize dair düşünmenin tam zamanı değil mi? Halihazırda gidemiyorken, evlere çakılıyken, hazır Scotty hepimizi evlere ışınlayıp burada unutmuşken?...

 

“Niğde ile Kayseri arasındaki yolu, Faruk Nafiz’in İstiklâl muharebesi senelerinde kona göçe üç günde aştığı o uzun mesafeyi, ben, bugün otoray denen yeni icat bir alet içinde, âdeta uçarak geçiyorum.

Akşamın beş buçuğunda daha Niğde istasyonunda kahve içiyordum. Sokak fenerleri yanarken Kayseri’de olacağım.(…)Yolculukta akşam, insanın gayrıihtiyarî garipsediği, kendini karanlık düşüncelere bıraktığı saattir. Halkın akşam garipliği terkibiyle anlattığı bu duyguda kendimizi uçsuz, bucaksız mesafeler arasında kaybolmuş hissetmemizi, arkada bıraktığımız uzağı bir daha görmek şüphesinin, öndeki uzağa yetişememek korkusunun elbette bir payı vardır. Mesafelere hâkim olmak emniyeti işte bu şüphe ve korku mefhumunu kaldırıyor. İnsana bu geniş ovalarda kendi mahallesinde, evinin bahçesinde, dolaşmak hissini veriyor.

Faruk Nafiz:‘Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar’diye anlattığı bu yolu, vaktiyle bir yaylının şiltesine uzanarak, ‘kendini tekerleğin sesine kaptırarak’ geçmiş olmasaydı da benim bindiğim otoray içinde tayyarede gibi geçseydi bu acı gurbet şiirini bilmem yazabilir miydi?

Yeni edebiyatlarda romantik hüzün ve spleen’in[1] gide gide kaybolmasında bu yeni icatların da bir tesiri olsa gerekir.” (s. 160-162)

Seyahatin, teknolojik gelişme sonucu giderek daha konforlu hale gelmesiyle romantizmini, dolayısıyla hüznünü yitirmesini dert eden Güntekin'in bu düşüncesine dayanak olarak gösterdiği Çamlıbel, o yollardan çok değil, beş-on yıl önce geçmiş. Otuzlu-kırklı yıllarda bile değişim bu denli hızlı demek ki.

Peki, Anadolu'nun yollarından on değil de, altı yüz yıl önce geçilirken, ortalık buram buram romantizm ve hüzün mü kokmaktadır acaba? Osmanoğulları’nın başına Orhan geçmiş, fetihler birbirini izlemektedir. Romantizm belki, ama hüzün, yolcularda değil, yerlilerde olmalıdır, yolcular heyecan doludur. Faslı seyyahımız İbn Battûta'ya kulak verelim:

"Bôlî (=Bolu) şehrine yaklaşırken uzaktan zayıf görünen bir dereyle karşılaştık; ancak şehrin giriş yerinde bu derenin şiddetli akan, coşkun bir ırmak olduğunu farkettik. Yine de kafiledekiler suyu geçebildi, sadece küçük hizmetçi kız korkuya kapılarak karşı tarafa atlayamadı. Benim atım ötekilerden daha dayanıklı ve atak olduğu için cariyeyi terkime bindirip suya girdim. Tam ortadaydık ki hayvan tökezledi! Arkadaşlar yetişerek zavallı kızcağızı ölmek üzereyken kurtardılar. Ben kendi başıma sudan çıkmıştım...

Bôlî'de ahı yiğitlerinden birinin tekkesinde konakladık. Âdet gereği tekkenin bütün bölümlerinde ocaklar kış boyunca aralıksız yanar. Dergâhın her kısmına ayrı ayrı ocak yapılmıştır. Hepsinin bacası var, duman çıkıp gidiyor, tekke içine yayılmıyor; bu yüzden sıkıntısı yok. Onlara 'bahârî' ismini vermişler. (...)

Tekkeye vardığımızda ocakları yanar bulduk. Hemen üstümüzdekileri çıkararak tek kat elbiseyle kaldık; ateşin karşısında ısındık. Ahı derhal çeşitli yemek ve meyvelerden getirdi. Hak Teâlâ yabancılara, gariplere şefkat ve merhamet gösteren, her gelen ve geçene yardımını esirgemeyen, onlara kucak açan, misafirleri kendi akrabalarıymışçasına bağrına basan bu dervişlere en güzel mükâfatı versin!" (s. 436-437)

“Işınla bizi Scotty!” Kaptan Kirk ve üç adamı, başmühendisin bu komutu yerine getirmesiyle, kollarını kavuşturup özgüven ve kararlılıkla durdukları yuvarlak tablaların üzerinde, yukarıdan aşağıya doğru moleküllerine ayrılıp kaybolurlar; hemen bir sonraki sahnede, nice tehlikelerin kendilerini beklediği o esrarengiz gezegenin yüzeyinde, tersine bir işlemle yeniden ‘oluşurlar’. Seyahat bitmiştir. Yolculuk algılanmamıştır bile. Amaç, bir an önce hedefe varıp görevi yerine getirmektir, yani gezinmek değildir. Gerçi, Atılgan Yıldız Gemisi de yerinde saymıyordur ama bu seyahat değil, daha çok bir devriye görevidir.

Dünyanın ucundaki fener; Tierra del Fuego-Ateş Ülkesi, Patagonya

Çocukluğumuzda seyahat etmeye başlamadan önce seyahat kitaplarıyla tanışmışızdır; bu yüzden ilk seyahatler hayal dünyasında yapılır. Bir fenere ulaşmak için Ateş Ülkesi’ne gider, sönmüş bir yanardağ kraterinden dünyanın merkezine inip tarih öncesi yaratıklarla tanışırız. Eğer yukarıdaki Uzay Yolu dizisi türünden bilim kurgu okumuyorsak, seyahat yöntemleri genellikle biraz demodedir. Yelkenli gemilerle buharlı trenler kervanların yerini almıştır en fazla. Uçak bile olsa, pervanelidir ve hedefe aktarmalarla ulaşılır. Neden, genellikle bilinmeyene doğru planlanan bir serüvendir, tüm gizemi ve ürkütücülüğüyle. Yıllar geçtikçe bilinmeyenler daha içsel dünyalarda yaşanır.

AĞIT

İşte yine İstanbul.
Alçalıyor uçak Florya üzerine,
sağ taraf açık seçik Yeşilköy.

Kapasam gözlerimi:
Adil Abi’nin bisikletçi dükkânı,
Röne Park’ın ağaçlarında kalplerle oklar,
Reks Sineması’nın kocaman ekranı.
Ekonomidis’lerin bahçesinde mangallar.

İnişten hemen önce,
uzansam dokunacam,
tam uçağın altında,
iki çocuk duruyor caddenin ortasında,
atılıvermiş çimlere bisikletler.
Biliyorum birazdan Yandımçavuş’ta
Macera bu ya, ayran içmeye gidecekler.

Sarsılarak değiyor tekerler yere:
Yeniden yaşamaya değil bu sefer
gömmeye geldim çocukluğumu, babamla beraber.

 

Kopenhag’a giden uçakta yanıma esmer bir genç kız oturdu; ilk yurtdışı uçuşuymuş, sözlüsüyle tanışmaya gidiyormuş. Kendisini görücüye gelen hanımdan dinlemiş, kanı ısınmış. O da —hiç gelmemiş olmasına rağmen— Adanalı imiş. Hemşeri çıkınca sohbet koyulaştı. Kuşkuları olup olmadığını sordum, yoktu. Sadece bir konu zihnini meşgul ediyordu: Sözlüsünden öğrendiğine göre müstakbel memleketinde çok sık yağmur yağarmış. Bir de, kışın geceleri pek uzunmuş. Güneşe hasret kalacağından endişe duyuyordu. Bu konuyu önce hangisinin açtığını merak ettim, sordum. Biraz kızardı, alçak bir sesle, “Ben sormadan o söyledi” dedi. Daha ne olsundu?

Babaya, yani çocukluğa veda veya gelin gitme; ikisinde de yaşamın bir döneminin geri gelmeyecek şekilde arkada kalması. Bu uğurda yapılan seyahati gölgede bırakacak kadar yaşamsal bir değişiklik. Bilinmeyene seyahat. Gene de, bir uçak yolculuğunun birkaç saatlik kısacık süresince, yeni tanıştığı birisine içini dökme gereksinimini duyma. Başka koşullarda karşılaşılsa, bu konular açılabilir miydi?

“Trende bir yabancı ile başbaşa geçirilen bir yahut iki gecede uzun bir karılık, kocalık hayatının bütün safhaları vardır. Evvelâ birbirinden çekinen iki yabancı iken, sonra birbirinizin yanında çorabınızı, potininizi çıkarır, gömleğinizi değiştirir, pijama, yahut entarinizi giyersiniz. Yiyeceğinizi beraber hazırlar, beraber yersiniz.

Yıllarca her gün yüz yüze yaşadığınız, bir masa başında çalıştığınız bir arkadaşa söylemeyi aklınızdan geçirmediğiniz şeyleri, ruhlarınızın en mahrem ve zayıf taraflarını birbirinize açarsınız. Karşı karşıya, yan yana, kafa kafaya, hatta bazen çekinmeden ayaklarınızı birbirinizin başının yanına koyarak —türlü sarsıntılar tartaklanmalar içinde— beraber uyur uyanırsınız.”

Reşat Nuri Güntekin, a.g.e., s. 27-28b 

Haydarpaşa Garı, Ankara treni gitmiş.

Bazen de seyahat bir dönemin noktalanması anlamını taşımaz, bilinmeyene yapılmaz; belirli aralarla yapılması gereken bir rutindir. Bu durumda neden ve nasıl soruları iç içe geçer. Neden değişmez pek, nasıl ise zamanla evrilir. Öğrenim için yıllar boyu trenle Istanbul'dan Ankara'ya gidiş-dönüşlerim gibi. Nedeni belli, evreleri de öyle: Haydarpaşa'da, peronda, elimde bavulumla, vagonumu bulup binmeden önce son kez demiryolunun üzerinden geçen karayolu köprüsüne bir göz atıp akşam iş sonrası evlerine giden otobüs yolcularına imrenerek baktıktan sonra bavulu en emniyetli yere yerleştirebilmek için kompartımana erken girme telâşı, diğer kompartıman yolcularını merak ediş. Gece kuşetler yatak konumuna getirilip yerime çıktıktan sonra (en altta yatmazdım, ayakkabılara fazla yakındı), kollarımı başımın arkasında kavuşturup biraz buğulanmış camın ardından arasıra geçen ölgün ışıklara bakarken uykuya kalış. Tüm bunlar, evden ayrılışın sahneleridir.

Sabaha karşı uyanıldığında camlar daha bile buğuludur ama, en erken uyanan kompartıman mensubu, camın dışarıyı seyredebileceği kadarını eliyle silmiştir; temizlenen yerin etrafından yoğuşan sular sızar aşağıya doğru. Kış sabahının soğuk ve çiğ ışığında Ankara'ya yaklaşıldığının emareleri geçer birbiri ardına. Birkaç banliyö istasyonundan durmadan geçilir. Saate bakılır, yarım saatten biraz fazla vardır varmaya. Bunlar da gurbete varışın sahneleridir, dün gecekilerden tamamen kopuktur. Eve dönüş; sınavlar, aylar sonradır.

Yıllar geçtikçe bu yolculuğun ‘nasıl’ı da değişir. 'Ev' eskisi kadar ev değildir artık, ‘gurbet’ de gurbetliğinden kaybetmiştir bir şeyler. 'Ev'e dönüşün coşkusunu, 'gurbet'te kalanların özlemi dengelemeye başlar. Yolculuk sırasında davranışlar mekanikleşir, alışkanlıklara dönüşür. Zamanla bu iki nokta arasındaki seferlerin sonu ufukta görünür, bunun da hüznü çökmeye başlar insanın içine, çünkü sonrasının bilinmezliğinin tedirginliği hissedilmeye başlanmıştır. Bu kez bilinmeyen, seyahatlerden sonrası; yaşamın ta kendisidir.

Yolculuğa, örneğin bir gemideki yolcularla mürettebatın farklı açılardan bakacağı kesindir. Ne kadar deneyimli gezginler olsak da, hiçbir zaman profesyoneller gibi yaşamayız o seyahatleri; çünkü bizim için yenilik olan, onlar için rutin iş yaşamından ibarettir. Yolcuların, hele günlerce süren gemi yolculuklarında bir elleri yağda, diğeri baldadır. Çağının en ilginç insanlarından biri olduğu kuşku götürmeyen Ubeydullah Efendi’nin, elinde bavulu bile olmaksızın kapağı attığı transatlantikte yaşadığı hayret anlarından bazıları:

“Vapurda sabahleyin sekizbuçukta, öğleyin yarımda, akşam yedide olmak üzere üç defa mükemmel yemek çıkar, ikindi dörtbuçuğunda bisküvilerin, keklerin, böreklerin, meyvelerin, şekerlemelerin envaını muhtevi olmak üzere tereyağlı peynirli bir çay verilirdi. Yemeklerde tatlı-tuzlu, etli-sebzeli, kuru-yaş, taze-salamura, balık-tavuk her şey bulunur ve yediğimiz etler tavuklar her gün taze taze kesilirdi. Yalnız kuş südü, deve kanadı bulunmuyordu. Ben bu vapurda gördüğüm ziyneti, intizamı, temizliği, o güne kadar hatta belki bugüne kadar hiçbir yerde görmedim. Bu mürettep yemeklerin haricinde sabahleyin kahve altı denilen yemekten evvel isteyene etsuyu, isteyene taze inekten sağılmış süt, akşam istediği saatte çay-kahve verilirdi. Bunlara mukabil de para alınmazdı.” (s. 107)

 

Gemi mürettebatının dünyası ise bambaşkadır. Hizmetliler dışında pek göze çarpmazlar; seferler onların mesaileridir. Ubeydullah Efendi ile hemen hemen aynı dönemde yaşayan Walter Benjamin’in odak noktasını da onlar oluşturur, ne de olsa Benjamin diğerini şaşırtan sofralara alışık olmalıdır:

"Tayfaların karaya çıktığı enderdir; açık denizde görev insana pazar tatili gibi gelir, gece gündüz yükleme-boşaltma limanlarındaki işle karşılaştırıldığında. Sonra, bir iş kafilesine birkaç saatliğine şehir izni verildiğinde hava kararmıştır bile. Katedral olsa olsa kapkaranlık bir heyula gibi durmaktadır, bara giden yolun kıyısında. Birahanedir her şehrin anahtarı; nerede Alman birası içilebileceğini bilmekse yeterli fizikî ve sosyal coğrafya. Gecenin şehir planı Alman denizci barında açılır: Oradan geneleve, öbür barlara giden yolu bulmak zor olmayacaktır. Bunların adları günlerden beri masa başı sohbetlerinde anılmaktadır. Çünkü bir limandan ayrılınca herkes birbiri ardından, bir sonraki limana ait lokallerin, dansinglerin, güzel karıların ve yerel yemeklerin lakaplarını, küçük flamalar gibi, göndere çeker. Ama kim bilebilir, bu sefer karaya çıkılıp çıkılamayacağını? Onun için, daha geminin gümrük muayenesi yapılır yapılmaz, hatıra eşyası satıcıları çıkmıştır bile güverteye: Kolyelerle kartpostallar, yağlıboya tablolar, bıçaklarla mermer heykelcikler. Şehir gezilmez, satın alınır." (s. 79)

 

Benjamin’le aynı dönemde yaşayan bir başka merakî de, gene Almanca yazan bir Yahudi, Franz Kafka’dır. Kafka’nın favori kızkardeşi Ottla veya can yoldaşı Max Brod’la çıktığı yolculukların günlükleri, daha çok yaptıkları dedikodularla doludur; sanki onları kendisinin yoldayken iyi vakit geçirdiğine inandırmak ister gibidir. Ama okur bir süre sonra anlar ki, anlatılmak istenen aslında yolculuğun kendisi değil, yalnız kalmaya can atan o kırılgan ruhun yaşadığı iç paniktir. Kaçınılmaz olarak Kafka açısından, tek başına yapılan uzunca bir seyahatte algılanacak, ama hemen paylaşılamayacak ne çok şey vardır. Şunu anlatmaya çabalar sanki bize: Daha önce prova yapma şansı bulamadığımız aktör ve aktrislerle birlikte, sahnede ne yapacağımızı bilemeden kalakalırız. Seyahatname günlükleri, bu performansların kayıtlarını oluştururlar.

“FRIDLAND VE REICHENBERG GEZİSİ GÜNLÜĞÜ

(Ocak, Şubat 1911)

Bütün gece yazmalıydım; işte öylesine çok şey gelip üzerime üşüşüyor; ama saflık ve temizlikten uzak hepsi. Nasıl da beni sultası altına aldılar; oysa eskiden, anımsadığım kadar, bir dönüş hareketiyle, beni henüz mutlu kılan bir dönüş hareketine başvurarak önlerinden kaçma gücünü gösterebiliyordum!

Kompartımandaki Reichenberg’li Yahudi; salt bilet ücretinden ekspres olduğu anlaşılan trenlere ilişkin hayretini dile getirmede başvurduğu küçük çapta ünlemlerle varlığını belli ediyor. Bu arada farfaracı diye nitelenecek bir yolcu; çabuk çabuk yutkunmalarla jambon, ekmek atıştırıyor; üzerindeki zarı saydam bir durum alıncaya kadar bıçakla kazıyarak iki sucuk yiyor, sonunda tüm artıkları ve kâğıt parçalarını sıranın altına, kalorifer borusunun yanına tıkıştırıyor. Bir yandan yemek yerken, öbür yandan bu gereksiz, bana pek sevimli görünen, ama başarıyla öykündüğü söylenemeyecek hummalı bir tezcanlılıkla, benden yana tuttuğu iki akşam gazetesini okuyup bitirdi. Kepçe kulaklar. Ancak nisbeten iriliği söylenebilecek bir burun. Yağlı ellerini hiç bir yerini pisletmeden saçlarında ve yüzünde gezdiriyor, ki bu da yine benim yapamayacağım bir şey.

Karşımdaki ince sesli, kulakları ağır işiten, sivri sakallı ve pos bıyıklı bay, ilkin ne mal olduğunu ele vermeden, alaylı bir edayla Reichenberg’li Yahudi’ye sessiz gülüyor; ben de, kaş göz işaretiyle kendisiyle anlaşıp alay işine katılıyorum, ama hep biraz istemeyerek, adama karşı bir çeşit saygıdan yapıyorum bunu. Sonradan anlaşılıyor ki, Montagsblatt’ı okuyan, bu arada bir şeyler atıştıran, istasyonun birinde şarap alan ve şarabı benim gibi yudum yudum içen bu adam, en ufak değerden yoksun biridir.” (s. 525-526)

 

Günümüze dönelim. Maceraperest bir ruhla bilinmeyene yapılan seyahatler bir yana, tanıdık bir güzergâhta sıradan bir yürüyüşü bile seyahate çevirmek hiç de zor değil aslında. Örneğin, planlı kent içi gezileri böyledir: Istanbul’un tarihî hanlarını ve çarşılarını hepimiz gezmişizdir türlü nedenlerle; ancak deneyimli bir rehber liderliğinde grup oluşturulup yola çıkılmışsa, o zaman birer seyyaha dönüşürüz. Belki birkaç hafta önce kendi başımıza gezindiğimiz o karanlık pasajlarda, bu sefer yüzümüzde bambaşka bir ifadeyle dolaşırız. Çünkü keşfe çıkılmıştır, bildiğimizi sandığımız mekânlarla ilgili ilginç öyküler edinilmektedir. Karşılaştığımız hemşerilerimiz bile o dekorların ilginç unsurlarına dönüşür, daha önce dikkat etmediğimiz yönleri gözlerimize çarpmaya başlar. Seyyahlığın filozoflarından Alain de Botton’a kulak verelim:

“(...) etrafa seyyah gözüyle bakmak ne demektir? Yenilikleri algılamaya açık olmak bu bakışın en temel direğidir diyebiliriz. Yeni yerlere daima tevazuyla yaklaşırız. Neyin ilginç neyin sıradan olduğuna dair birtakım kalıplaşmış fikirler taşımayız. Seyahate gittiğimizde, dolaşırken gördüklerimizi daha yakından incelemek için trafiğin ortasında ya da dar sokaklarda aniden dururuz; bizim hayran hayran baktıklarımız, o anda bize sinir olan yerlilere göre gereksiz küçük ayrıntılardır yalnızca. Yolda giderken bir hükümet binasının çatısı ya da bir duvar resmi ilgimizi çeker; aniden durur, ezilmekten kıl payı kurtuluruz. Bir süpermarket ya da kuaför salonu alışılmadık bir biçimde ilginç gelir bize. Bir mönünün yazılış şeklini ya da televizyondaki spikerin giysilerini inceleriz uzun uzun. Oranın tarihine ulaşmaya çalışır, notlar alır, fotoğraflar çekeriz.

Oysa evdeyken hiçbir beklentimiz yoktur. Mahallemizdeki her şeyi önceden keşfetmiş olduğumuzu düşünürüz, bu düşünceyi orada uzun zamandır yaşıyor olmamıza dayandırırız. On yıldır ya da daha fazla süredir yaşadığımız bir ortamda yeni şeyler bulunabileceği ihtimali imkânsız görünür bize. Artık alışmış, dolayısıyla körleşmişizdir.” (s. 256)

 

Neden ve nasıl soruları, görüldüğü gibi önemli. Geriye ‘nereye?’ sorusu kalıyor ki, bence en sorunlu tarafı bu konunun. Çünkü, nereye gidileceği, her ne kadar seyahat planlanırken insana ilk yanıtlanması gereken bir soru gibi gelse de; üzerinde biraz düşününce, seyahatin neden ve nasıl yapılacağı sorularının yanında biraz ikinci planda kalıyor sanki. Öyle ya; neden gidiyoruz ve giderken nasıl, yani kiminle ve neyle gidiyoruz soruları çok daha önemli değil mi?

Bilemiyorum. Burada ‘nereye?’ sorusuyla kastedilen sadece coğrafî bir noktaysa, evet; ama aslında gitmek istediğimiz yerle ilgili beklentilerimiz, o gittiğimiz yerle ne kadar çakışır, onu da düşünmeli. Kimi zaman, tabiri yerindeyse, ‘cuk oturur’ ve koskoca seyahat sıradan bir teyitleşmeden ibaret kalır. Bu riski göze almalı mı? Alain de Botton, alınmayabileceğini düşünüyor ve galiba haksız da değil:

“Sorulardan ilki, seyahatten beklenenle seyahatin sunduğu gerçeklik arasındaki ilişkide yatmaktadır. J. K. Huysmans’ın 1884’te yayınlanan A Rebours (Tersine) adlı romanı da bu soruyu getiriyor akıllara: Kitabın kahramanı Esseintes Dükü miskin ve insanlardan nefret eden bir aristokrattır. Londra’ya gitmeyi hayal eder, bu seyahatten çok şey bekler fakat umduğunu bulamaz; bunun üzerine bir yere varmadan önce hayal ettiklerimizle oraya ulaşınca karşılaşabileceklerimiz arasındaki farkı anlatan aşırı kötümser bir analizle döner seyahatinden.

(...) Dük bir sabah erken saatlerde birdenbire Londra’ya gitme isteğiyle dolup taşar, öyle ki buna kendisi bile şaşar. Bu yoğun istek, ateşin başında oturmuş Dickens okurken sarar benliğini. Dickens romanı okurun zihninde İngiliz yaşamına dair renkli görüntüler uyandırmaktadır, Esseintes Dükü de bu görüntüler üzerine uzun uzadıya düşünür ve İngiliz yaşamını yakından görmek için gittikçe daha da artan bir merak uyanır içinde, içi içine sığmaz olur, hizmetçilerini çağırıp valizlerini toplamalarını emreder, yeşil tüvit takım elbisesini, bağcıklı çizmelerini giyer, başına melon bir şapka takar, sırtına mavi ketenden kolsuz bir palto geçirerek ilk trenle Paris’e gider. Londra treninin kalkmasına daha vakit vardır, fırsat bu fırsat Rue de Rivoli’deki Galignani’nin İngiliz kitabevine giderek Baedeker’in Londra Rehberi’nden bir adet satın alır. Londra’nın güzelliklerini anlatan bu rehberin keskin ve kısa tasvirleri onu tatlı hülyalara sürükler. Paris’te yaşayan İngilizlerin müdavimi olduğu bir şarap evine girer, içerideki atmosferin Dickens’la uzaktan yakından ilgisi yoktur: Oysa o, Küçük Dorrit, Dora Copperfield ve Tom Pinch’in kız kardeşi Ruth’un aynı masada oturduğu, sıcacık ve aydınlık odalar düşlemiştir. Yalnızca bir müşteri beyaz saçı ve kanlı canlı teniyle Bay Wickfield’a benzemektedir, yine aynı müşterinin ifadesiz suratı ve duygusuz gözleri azıcık Bay Tulkinghorn’u andırmaktadır.

(...) Ancak Londra treninin kalkışına  ve Londra hayallerinin gerçeğe dönüşmesine bu kadar az kalmışken, Esseintes Dükü’nün bedenini müthiş bir yorgunluk ve bezginlik hissi kaplar. Şimdi kalkıp gerçekten Londra’ya gitmek, bir hamal bulmak, valizleri trene yüklemek, yabancısı olduğu bir yatakta uyumaya tahammül etmek, kuyruklarda beklemek, üşümek ve kırılgan bakışını rehberdeki kesin ve kısa tasvirlerle sınırlı tutmak gözünde büyüdükçe büyür. Londra’ya giderse hayallerine leke sürülmüş olacaktır: ‘İnsan, koltuğunda oturarak da seyahat edebiliyorsa eğer, hareket etmenin ne anlamı var? Londra’nın kokusu, havası, vatandaşları, yemekleri ve hatta çatal bıçakları yanıbaşında olduğuna göre, Esseintes Dükü zaten şu anda Londra’da sayılmaz mı? Orada bulacağı nedir, taze hayal kırıklıklarından başka?’ Meyhanedeki masasından hâlâ kalkmamış olan Esseintes Dükü şöyle düşünür: ‘Aklımdan zorum olmalı benim... Nasıl oldu da sadık hayal gücümün sağladığı imgeleri reddedip, herhangi bir nine gibi yurtdışına seyahat etmenin gerekli, ilginç ve yararlı olabileceğini düşündüm, anlamıyorum.’

Böylece Esseintes Dükü hesabı öder, meyhaneden ayrılır ve valizlerini, bavullarını, atkılarını, şemsiyelerini ve bastonlarını da alarak ilk trenle villasına döner. Bir daha da asla evden dışarı adımını atmaz.”

Alain de Botton, a.g.e., s. 17-19. 

Çok farklı kişiler olmalarına rağmen (birinin bir roman kahramanı, diğerinin gerçek olması dışında) Esseintes Dükü gibi düşünür Ahmet Hâşim de, tedavi amacıyla Frankfurt’a giderken. Onu rahatsız eden daha çok gecenin karanlığıdır. Akşam saatlerinin hüznüne mısralar döktüren de ondan başkası değildir ama, bu kez geceden korkar. Belki de asıl korkusu gece karanlığı değildir, sağlığına tekrar kavuşamama olasılığının karamsarlığıdır. Hani, mecbur kalmasa hiç düşmeyecektir yollara:

"Akşam, yolculuğun en keskin duygu saatidir.
Yolcu üzerinde karanlığın bu tesiri nereden ileri geliyor?
Uzaklardan, insanlığın ta ilk hayvanî gecelerinin hatıralarından...

Gece korku vaktidir. Göz artık vazifesini yapamadığı için yanlış şeyler görmeye başlar. Her gölge oyunu, her ot titreyişi, her yaprak kımıldayışı bir düşman yaklaşması hissini verir. Sinirlerin diken diken olduğu bu karanlık saatlerde hayvanların birçoğu için toplanmaktan, tünemekten veya ine çekilip uzanmaktan ve yatmaktan başka yapacak bir iş yoktur. Elektriğin keşfine rağmen medeni şiir, vahşi şiir gibi hâlâ gece başlangıcının getirdiği hüzünden ve karanlığın uyandırdığı faciadan bahseder.

Gecenin karanlıkları içinde seyyah nedir? İnine girmemiş, yolunu şaşırmış ve her an bir düşmanın pençesine şikâr olmak tehlikesine maruz kalmış titrek ve zavallı bir hayvandır. Vagonların çelik şangırtısı veya geminin uskur gürültüsü içinde, esrarengiz bir talih işaretine doğru giden bir yolcu için sahilin her kımıldayan ışığı, yerlerini ve âdetlerini değiştirmeye lüzum görmemiş makul insanların mesut bir toplanma noktasıdır. Yolcu o ışıklara baktıkça kendisini siyah rüzgârlar eline düşüren deliliğini düşünür ve uzaklarda bıraktığı ılık bir oda ile dost bir lambayı içi sızlayarak hatırlar.” (s. 22-23)

 

Seyahatin nereye olacağı konusunun hiç önem taşımaması da mümkün; seyahat etmenin keyfini yaşamaksa tek amaç. Bir yeri ilk kez görme arzusunun zamanla yerini oraya varmanın tadını çıkarma niyetine bırakması kadar doğal ne olabilir? Hatta, çok iyi bildiğimizi sandığımız bir yeri, bu kez deneyimli bir seyyahın enerji ve dikkatiyle gezmeye ne buyrulur?

 Seyahatleri yarıda kalmış heykeller, Paskalya Adası

“İnsanın mutsuzluğunun tek nedeni, odasında sessizce oturmayı becerememesidir. (Pascal, Düşünceler, 136)

Alexander von Humboldt 1799-1804 yılları arasında Güney Amerika’ya seyahate gitti ve gözlemlerini Yeni Kıtanın Gündönümsel Bölgelerine Seyahat adlı kitabında bir araya getirdi.

Bundan dokuz yıl önce, 1790 yılının ilkbaharında yirmi yedi yaşındaki Fransız yazar Xavier de Maistre yatak odasının etrafında bir seyahate çıktı ve gözlemlerini Yatak Odamda Seyahat adlı kitapta bir araya getirdi. Seyahatinden pek memnun dönen De Maistre, 1798’de aynı seyahatin ikincisini gerçekleştirdi. Bu kez yatak odasını gece vakti dolaştı, penceresinin önüne kadar gitme cesaretini gösterdi ve gözlemlerini kaleme aldığı kitaba Yatak Odamda Geceleyin Seyahat adını verdi.

İşte iki farklı seyahat yaklaşımı. (...) İlkini gerçekleştirmek için on katır, otuz bavul, dört tercüman, bir kronometre, bir sekstan, iki teleskop, bir barometre, bir pusula, bir higrometre, İspanya Kralı’ndan kabul mektupları ve bir silah edinmeniz gerekiyordu. İkincisi için ise pembeli mavili bir pijama yeterliydi. (...) De Maistre’nin kitabı içten ve önemli bir iddiadan alır kaynağını: Seyahatlerimizden aldığımız haz, belki de gittiğimiz yerle değil, giderkenki ruh halimizle ilgilidir. Hayatımızın büyük çoğunluğunu geçirdiğimiz mekânlara bir ‘seyyah gözüyle’ bakabilseydik, o zaman yaşadığımız yer Humboldt’un Güney Amerika’sındaki yüce dağlar ya da kelebeklerle dolu ormanlar kadar ilginç olabilirdi belki.

(...) De Maistre’in amacı, bu edilgenliği üzerimizden atmamıza yardımcı olmaktı. Ev içi seyahat üzerine yazdığı ikinci kitabı Yatak Odamda Seyahat’te pencerenin önüne gittiğini ve gece vakti gökyüzünü seyrettiğini anlattı. Gökyüzünün güzelliği, buna benzer manzaraların hiç takdir görmediği gerçeğiyle yüzleştirdi onu: ‘Bu harika manzaranın tadını çıkaran ne kadar az insan vardır kimbilir! Gökyüzü, uyuyan şehrin üzerini kaplamış, öylece asılı durmakta. Yürüyüşe çıkan ya da tiyatrodan sonra evine koşturan kalabalıktan bir kişi bile bir an için kafasını kaldırıp ışıldayan takımyıldızlara bakmamıştır.’ İnsanlar bunu yapmazlar, çünkü daha önce hiç yapmamışlardır. Onlar, evrenin sıkıcı olduğunu düşünme alışkanlığını edinmişlerdir bir kere; evren de bir süre sonra onların beklentileriyle sınırlı kalmıştır.”

Alain de Botton, a.g.e., s. 253-257

İçinde bulunulan olağanüstü koşulların çoğumuzu birer zorakî De Maistre’e dönüştürmüş olması geliyor akla hemen. Makro fotoğrafla ilk kez uğraşmayı akıl eden bir fotoğrafçı gibi; burnunun dibinde yatan kocaman bir evreni keşfetmeye başlamanın heyecanı. Nasıl makro fotoğraf çekmek için farklı bir objektif kullanmak gerekliyse, günümüz De Maistre’ının da farklı gözlüklerle bakınması gerekecek çevresine. Ve bir şey daha, belki hepsinden de önemli; benzer durumda olan milyonlarca De Maistre’ı düşünecek. Bu son seyahat elbette zihinde yapılacak, bugüne değin oluşturduğu tüm öncelik ve alışkanlıkların sorgulandığı, sorgulanacağı bir dönemde. Ve belki de anlaşılacak ki, hapsolmak ve seyahat etmek, sanıldığı kadar zıddı değil birbirinin.

Nereye sorusunun her şeyden daha önemli hale geldiği durum, kuşkusuz göçmenliktir. Trajik gerçekliğini her çağda koruyan bu seyahatle kıyaslandığında diğerleri ne kadar da hafif kalır! Korkunç bir belirsizliğe kendini ve sevdiklerini teslim ediyor olmanın çaresizliği, günümüzde göçmen fotoğraflarındaki yüzlerde okunur. Kazasız belasız hedeflenen ülkeye varılabilse bile, kendilerini neyin beklediği koskoca bir soru işaretidir, üstelik geride bıraktıkları ülkelerinin hasreti de hep takip edecektir onları peşlerinden. Göçemedikleri için anne ve babası Nazilerin kurbanı olan Georges Perec, bir başka göç diyarında şunları aklından ve kalbinden geçirir:

Uzun zamandan beri izlediği Özgürlük Anıtı ona bir ışık parlaması içinde göründü. Kılıcı çekmiş kol hemen o anda havaya kalkmıştı sanki ve bu koca gövdenin etrafında o özgür hava esiyordu.

Franz Kafka, Amerika

Göçmen olmak belki tam anlamıyla budur: Heykeltıraşın bütün iyi niyetiyle bir meşale koyduğunu sandığı yerde bir kılıç görmek. Ve gerçekte haksız da olmamak. Çünkü Özgürlük Anıtı’nın kaidesine Emma Lazarus’un ünlü dizeleri

Verin bana yorgunları, yoksulları,
Temiz havaya susamış üst üste yığınlarınızı,
Tıklım tıklım kalabalık topraklarınızın sefil fazlalıklarını,
Gönderin onları bana, fırtınada sürüklenen o vatansızları,
Altın kapının yanında meşalemi kaldırıyorum ben...

kazınırken bile İtalya’nın güneyinden, Orta Avrupa’dan ve Rusya’dan gelen ardı arkası kesilmeyen göçmen akınını denetlemeye ve kısa bir süre sonra da sınırlamaya çalışmak için bir dizi yasa yürürlüğe konmuştu. 1875’e doğru Birleşik Devletler toprağına neredeyse serbest olan yabancı girişi, giderek, önce yerel ölçekte (belediye ve liman yetkili mercileri) ele alınıp uygulamaya konulan, daha sonra Federal hükümete bağlı bir Göçmen Bürosu’nun bünyesinde toplanan kısıtlayıcı tedbirlere tabi tutulmaya başlanmıştı. 1892’de Liberty Island’dan birkaç yüz metre uzaklıktaki birkaç hektarlık küçük bir adacık üzerinde açılan Ellis Island kabul merkezi neredeyse vahşice bir göçün sonuna ve resmileştirilmiş, kurumsallaştırılmış ve deyim yerindeyse sanayileşmiş bir göçün başlangıcına işaret eder. 1892’den 1924’e kadar günde beş altı bin kişi olmak üzere on altı milyona yakın insan Ellis Island’dan geçecektir. Çoğu orada ancak birkaç saat kalacak; sadece yüzde ikisi ya da üçü geri gönderilecektir. Sonuç olarak Ellis Island, Amerikalı üreten bir fabrikadan, dış göçmenleri iç göçmenlere dönüştürecek bir fabrikadan, Chicago’daki bir mezbaha kadar süratli ve randımanlı Amerikan usulü bir fabrikadan başka bir şey olmayacaktır. Zincirin bir ucuna bir İrlandalı, Ukraynalı bir Yahudi ya da Apulia’lı bir İtalyan konur, öteki uçtan —göz muayenesi yapıldıktan sonra, cepleri arandıktan, aşılardan ve dezenfekte edildikten sonra— bir Amerikalı olarak çıkar.” (s. 55-56)

İster at sırtında günlerce, haftalarca, konaklaya göçe, zahmetle; ister jetle, birkaç saat içinde hop diye; ister koltuğumuzda otururken bir gözümüz salgın istatistiklerinde, endişeyle gerçekleşsin, seyahat özeldir ve bizi daima değiştirir. Bu değişimin boyutları, biraz da farkındalığa bağlıdır. İşe giderken, aynı güverteyi paylaştığım, çoğu artık aşina gelen yol arkadaşlarımın bazılarına imrenir ve düşünürüm; her gün iki kez yaptığı vapur seferini, kıtalararası uçuş yapan bir yolcudan bile daha derinden hissederek gerçekleştirebilen şanslı insanlardan olmalı...


[1] Melankoli

 

GİRİŞ RESMİ:

 

Gece Haydarpaşa.
(Öteki fotoğraflar gibi yazar tarafından çekilmiştir.)