Edebiyatımız gençlere ne bırakıyor?

"100 yıl önceki bir metni bugünün –ve o günün– müstakbel edebiyatçısı okuyamıyorsa, ona erişimi yoksa; orada henüz oluşmuş bir gelenekten, yazılı bir kültürel aktarımdan, hasılı bir kanondan bahsedilmesi nasıl mümkün olabilir?"

01 Temmuz 2021 17:00

K24’te yayınlanan iki yazı, yıllardır peşinde olduğum bir sorunun ve bir yayın çalışmasının tam üzerine bastı. Serdar Soydan’ın ve Fatih Altuğ’un yazılarından hareketle konuyu biraz daha açmak isterim. Meraklısı muhakkak o yazıları okumuştur veya okuyacaktır.

Birazdan bahsedeceğim soru, ilk halini 2008’de kaleme aldığım ve sonra 2013’te “Psiko Kültürel Analiz” altbaşlıklı Suret dergisinin 2. sayısında “Türkçe Şiirin Hadımlık Endişesi: Türkçe Şiirin Kuruluş Dönemine Psikanalitik Bir Yaklaşım Denemesi” başlığıyla yayımlanan yazımda ortaya konmuştu. O yazıda Harold Bloom’un Etkilenme Endişesi  ile Turgut Uyar’ın Bir Şiirden kitaplarını birlikte okuma çalışmasına girişmiştim.

Bu yazının yazılması ile yayımlanması arasında da Orhan Koçak’ın Bahisleri Yükseltmek (2011) adlı eseri yayımlanmıştı. Ancak maalesef üstat ile Bloom’un teorisinin Türkçe edebiyata uygulanması konusunda hemfikir değildik. Bloom, teorisini Shakespeare’den günümüze aynı alfabeyle yazılan bir dil geleneğinin içinden kuruyor. Oysa Türkçe için bunun tarihi henüz 93 yıl ve öncesindeki literatüre dair de oldukça dağınık ve büyük boşlukları olan bazı bilgi demetlerimiz bulunuyor. Bu iki dilsel deneyimde “etkilenme endişeleri”nin denk olmadığı, aksine buradaki hadımlık deneyimine odaklanmak gerektiği kanaatindeyim. Hal böyle olunca, o yeterince uzun yazıyı bir de Koçak’ın metniyle hesaplaşarak iyice içinden çıkılmaz hale getirmek yerine, sadece kendi iddiamı ortaya koyup gerisini okura havale etme yolunu tercih ettim.

“Türkçe Şiirin Hadımlık Endişesi” yazımda, Türkçe edebiyattaki gelenek tartışmasının –bugün hâlâ devam ediyor mu?– içinden çıkılmazlığını alfabe değişikliğine –ve dil devrimine– bağlıyor, bununla birlikte de dilsel kronometrenin sıfırlanması anlamına gelen bu müdahalenin edebiyatı dilsel anlamda hadımlaştırarak onun yeniden doğmasına neden oluşunu anlamaya çalışıyorum.

Uyar’ın kendi nesli ve öncesi ile giriştiği hesaplaşmadaki “anlamlandıramamak” hali ve “kardeş katli” jestlerinden hareketle, Bloom’un “etkilenme endişesi” teorisinin Türkçe edebiyatın –ve benzeri deneyimleri yaşayan edebiyatların– seyri için geçersiz olduğunu savunuyorum.

Zira 100 yıl önceki bir metni bugünün –ve o günün– müstakbel edebiyatçısı okuyamıyorsa, ona erişimi yoksa; orada henüz oluşmuş bir gelenekten, yazılı bir kültürel aktarımdan, hasılı bir kanondan bahsedilmesi nasıl mümkün olabilir? Aynı alfabeyi aynı coğrafyada şunca yüzyıl boyunca okumaktan doğacak geleneksel yapı ile 90 yıl kadar önce alfabesi değişmiş bir kültürel ortamda ortaya çıkacak sonuç aynı olamaz. Kanon, bütün bir edebiyat ortamının –şu ya da bu şekilde– hemfikir olduğu, ortak referans aldığı bir metinler bütünüdür. Türkçe edebiyat geleneği içerisinde çok açık ki böyle bir listeden söz edemiyoruz. Olsa olsa Türkiye’de “kanonik ortam”ın bunun kabulü üzerine inşa edildiği söylenebilir. Sadece Arap değil, Ermeni alfabesi, Yunan alfabesi gibi imparatorluk çevresinde yayımlanan Türkçe literatürden ne kadar haberdarız? Bir dilin sözlü-yazılı kültürel birikimi bilinmeden konusunu ettiğimiz kanonun kime, nasıl faydası olabilir? 

Bu ilgisizlik bugüne has bir durum değil şüphesiz; Osmanlı’da da Arap alfabesi dışındaki literatürlere inanılmaz bir lakaydi söz konusudur. Aynı meyhanelerde sosyalleşen, aynı semtlerde yaşayan Türk ve Ermeni ve Rum vs... yazarların birbirlerinden habersiz yaşayıp gitmiş olmaları size de garip gelmiyor mu?

Alfabe değişikliği gibi travmatik bir olayın bugüne kadar bazı kelimelerin yasaklanması gibi bir seviyede anlaşılması çok üzücü. Bütün bunlar, bir kelimenin yasaklanması ile o kelimenin okunamıyor olması arasındaki farkın ayırdında olmayan bir ortam üzerine konuştuğumuzu hatırlatıyor.

Diğer konumuz, yayın çalışması da temelinde bununla doğrudan ilişkili, bundan beslenen bir konu. Ona da yazının ikinci kısmında geleceğiz.

Sorumuz Şu:

Ben bu soruyu yıllarca farklı yaş gruplarından edebiyatçı, akademisyen, gazeteci, aydın, okumuş, bu konunun açıldığı her ortamdaki muhataplarıma şöyle sordum:

Arap alfabesinden Latin alfabesine 1928’de geçildi, 1932’de de dilde özleşme hareketiyle “dil devrimi” gerçekleştirildi. Dönemin yazarları, aydınları arasında gerçek bir “sükût” hâkimdir, sadece "gerekli bir hareket" olduğu söylenmektedir. Bu dönemde okumayı Latin alfabesiyle öğrenen ve birkaç yıl sonra da ilk ergenlik hareketleri dolayısıyla edebiyatla, şiirle ilişki kurmaya başlayan bir çocuk düşünelim. Karşı tarafa duygularını iletebilmek için edebi birtakım hareketlerde bulunması gerekiyor. Şiir yazacak, güzel ve etkileyici sözler edecek, “edeb” kapsamında bir şey yapacak işte...

Hepimizin kişisel deneyimlerinden bildiği gibi, o dönemde okuduklarımızın etkisiyle o hareketleri yapacağız. Ne bileyim, Attilâ İlhan okuyup “Ben Sana Mecburum” veya Poe okuyup “Anabel Lee” –ne bahtsız bir seçim– şiirini ezberleyip bir punduna getirip onun gözlerine bakarak okuyacaksın mesela... Peki, bu mezkûr kanı-deli arkadaş o dönemde ne okuyabildi de sevdiceğine seslendi?

Serdar Soydan’ın ortaya çıkarttığı, Ahmet Sırrı Uzel’in hazırladığı ve 20 Nisan-26 Mayıs 1930 arasında Vakit gazetesinde yayımlanan “Ne okuyacağız?” anketi burada devreye giriyor. Bir kere daha soruların cevapları için arşive girmenin faydasını görüyoruz. Keşke tam metni bir biçimde yayımlansa dediğimiz anketin dikkatimi çeken bazı kısımlarından alıntılar sunacağım.

Göreceğimiz gibi, bu anket, bir yandan da “bir gecede ecdadımızın mezar taşını okuyamaz hale geldikçiler”in zannettikleri gibi evlerin kitapla dolup taşmadığını, her yıl kucak kucak kitap yayımlanmadığını gösteriyor. Yıllardır anlatılan masallardaki o kütüphaneler yoksa gayrimüslimlerin evlerinde miydi? Hani Anadolu’nun bir köyünden onlarca piyanonun çıktığı anasırın kitaplarından mı bahsediliyordu? (Okuma kültürümüze dair İsmail E. Erünsal hocamızın eserleri ve Tanzimat ve Edebiyat [haz. Mehmet Fatih Uslu, Fatih Altuğ] şuracıkta duruyorlarken üstelik.)

Bazı gerekli alıntılar

Ankette daha birçok örnek olmasına karşın, ancak bunları eleyip seçebildim. (Anketi benimle de paylaşan Serdar Soydan’a şükranlarımı bir kez daha sunmak isterim.) Şimdi iki sayfa kadar alıntı yapacağım ama hepsi gerekli alıntılar, hazırsanız başlıyorum.

Örneğin, A. Hakkı Uzel ile Suat Derviş’in sohbeti şöyle gelişiyor:

“Okuma variyetini tabiî çok fena buluyorum. Gerçi es­kisine nisbeten okumasını bilen çoğaldı, fakat bu sefer okuyan azaldı... Diyor, sebebini nasıl izah edersiniz? Sualime şöyle bir cevap veriyor:

Okunacak eser olmama­sından... Öyle tuhaf bir vaziyet ki herkesin eline bir dolap anahtarı verdiler, okumayı öğ­renen adamcağız dolabı açtı fakat içini bomboş buldu.

Eskileri öğrenmek için Arap harflerinden istifade lüzumuna kat’ıyen kani değilim... Atılan adım ne suretle olursa olsun geri alınamaz.”

Halid Ziya Uşaklıgil ise bir dolap kitap gayretinin mümkünatsızlığını şöyle açıklıyor:

“Tadat zahmetine değmeyecek kadar az olan birkaç istisnadan sarf-ı nazar edilecek olursa ne tarihe, ne felsefeye, ne ulûmu fünunun herhangi birine, hatta muhtelif milletlerin edebiyatına, hatta kendi lisanımıza ait bu gencin eline verilebilecek mühim ve mutena küçücük bir dolap dolduracak kadar eser tavsiye edebilirseniz hem beni bahtiyar eder, hem kendinizi bahtiyar ad­dedebilirsiniz.”

Sabiha Zekeriya Sertel:

“Okuma vazi­yetimiz gayet fenadır. Hal­kın okuma zev­ki yok. Bu zev­ki uyandıracak vesait ve teş­kilat da yok.”

Peyami Safa:

“Yarınki nesillere bırakabile­ceğimiz kütüphane birkaç mek­tep kitabı ile birkaç güzelce eserden fazla hiçbir şey ihtiva etmeyecektir.

Bu kadar züğürt bir irfana tevarüs eden yarınki nesillere acırım.”

Şükufe Nihal:

“Kütüphanemize gelince, onu yeniden tesise mecburuz. Eski kitaplarımız hayati, içtimai kıy­meti haiz değillerdir. Telif eser­lerimiz nadirdir. Felsefemiz, içtimaiyat, tarih, fen kitaplarımız hep tercümedir. Edebi kitapla­rımızdan birkaç tanesinden maadası ruhi, bedii ihtiyaçlarımıza bile tekabül edemeyecek kadar ruhsuz ve kurudurlar.”

Mebrure Hurşit:

“Acaba yeni nesil okumak isteyecek ve okumasını sevecek mi?

Yalnız siz de benimle beraber bu kütüphaneyi dolduracak kitap­ları düşünüyor ve yokluğu kar­şısında dudaklarınızı büküyor­sunuz değil mi?”

Abdülfeyyaz Tevfik:

“Klasik tahsilini ikmal etmiş olanlarla serbest okumak heve­sinde bulunanlara şimdilik zen­gin bir kütüphane hediye ede­miyorsak bari iyi tasnif edilmiş, okuyanları gayelerine yormadan eriştirecek mütevazı ve fakat müfit bir dolap temin edelim!”

Mustafa Şekip Tunç:

“Kütüpha­nemizde öteden beri hiçbir meslek için, kâ­fi şöyle dursun, en namdar eserler bile mevcut olmamıştır. Bu büyük boşluğu daima, o da kısmen, ecnebi eserler telafi etmiştir.”

Ahmet Halit:

“Harp inkılâbından evvel bile gençlik ve halk kitapanesi bom­boştu. Romanları bir tarafa bı­rakalım, gençlere ve halka ve­recek ciddî, faideli kaç kitap sayabiliriz? Binaenaleyh her şeyi yeniden yapacağız.” 

Kâzım Nami Duru:

“Bu günkü nesil okuyacak ki­tap bulamayınca, yeni yetişmekte olan neslin birkaç sene sonra okuyacak kitap bulamaması pek tabiidir.

Kitap okuyanlar, bizde, ecnebi lisanlardan birine vâkıf olanlar­dır. İstanbul’da, İstiklal Cadde­si’ndeki kitapçılardan ziyade, Beyoğlu’ndaki kitapçılar iş yapı­yor. Orada Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce kitap satan bir hayli kitapçı var ve bunla­rın müşterileri ecnebilerden zi­yade Türklerdir.”

Hıfzı Tevfik Gönensay:

“Genç nesil acaba yarın bu alıştığı yeni harflerle yazılmış kitaplar bulabilecek midir?

Fikrimce her şeyden evvel edebî kütüphanemizi düşünmek zaruretindeyiz. Milli kütüphanenin birinci rafı bununla dolmalıdır.

Binaenaleyh eski harflerle bile tam bir kütüpha­neye malik olamadık, bugün edebiyat tarihimizi, fikir tarihi­mizi hars tekâmülümüzü bir silsile halinde göremeyişimizin sebebi budur, kendimizi tanıyamayışımızın en esaslı sebebini burada aramalıyız. Korkuyorum ki harf inkılabından sonra asıl benliği­mizi teşkil eden bu eserler büsbütün ihmal edilecek ve Tanzimat’ı müteakip başlayan bir hatalı telakki bugün de devam edecektir. Değil mi?”

Bu tabloyla karşılaşınca tabii, okunamayan’a örnek olarak neden mezar taşlarının seçildiği de daha anlaşılır hale geliyor. Bu da aynı zamanda Latin alfabesiyle okumayı (yabancı dilde okumayı bildiğine göre) bilenlerin kendi coğrafyalarında yayımlanan Ermenice, Yunanca, Karamanlıca vs... literatüre olan ilgisizliğine de işaret ediyor.

Alfabe değişikliği ve dil devrimi sadece Arapça-Farsça’dan bir kopuşu değil, aynı zamanda o dönemin sosyal ortamında bulunan diğer dillerden de tamamen kopuşun bir göstergesi. Yayımlandığı dönemde satış rekorları kıran ve Karamanlıca yayımlanan Anatoli gazetesinden nasıl habersiz olunabilir? Üstelik satış rekoru ancak 1980’lerde Hürriyetgazetesi tarafından, neredeyse yüz yıl sonra kırılabildi. Aksine, ilk mizah dergisi Diyojen’i Arap harfleriyle çıkaran Teodor Kasap’ın bir Rum olması da bir diyalog köprüsüne neden olamamış...

Solda, İstanbul'da yayımlanan ilk Türkçe Robinson Cruseo çevirisi (1853). Sağda ilk Türkçe matbaa baskısı Köroğlu derlemesi (1872).

Mehmet Yaşın’ın önce Sınırdışı Saatler adlı romanında, sonra müstakil bir yazı olarak Kozmopoetika kitabında bu konuya ayrılmış, son derece önemli kısımlardan birinde şu satırları okuruz:

“Türklerin ‘Dil Devrimi’ ve ‘Ulusal Edebiyat Tarihi’ tarafından örtülenler bu kadarla bitmiyor: Hugo’dan Montépin’e kadar birçok romancı ve La Fontaine masallarından Homeros destenlarına, Genovefa Hikâyesi’nden Robinson Curusoe’ya kadar birçok yapıt daha o zamanlar Karamanlı alfabesiyle Türkçeye çevrilmişti. Hatta Nasreddin Hoca, Şah İsmail, Köroğlu gibi Türkçenin sevilen halk hikâyelerinin modern matbaa baskısı ilk kez Karamanlıca yapılmıştı. Karamanlıların, kendi halk destanları ve aziz hikâyeleriyle bağlantılı okuduğu Âşık Garip, en yaygın kitaplar arasındaydı. Öte yandan, Ahmed Mithat’ın Osmanlıca yazdığı romanlar bile Karamanlıcaya çevrildikten sonra Türkçede yaygınlaşacaktı.

Modern dünya edebiyatının, 1940’larda Tercüme Bürosu tarafından ilk olarak Türkçeye çevrildiği doğru değildir. Birçok yapıt, Karamanlıca yoluyla Türkçeye yüzyıl(lar) önce çevrilmişti. Ünlü Tercüme Bürosu’nun ‘ilk’liğinin, dünya edebiyatını Türkçeleştirmek değil, Türkiyeliceleştirmek olduğu düşüncesi insanın keyfini kaçırsa da işin aslı bu.”[1]

Evet, o dönemin okurlarının –anlaşılan o ki– ciddi bir kısmı da aynı zamanda en azından bir yabancı dili daha okuyabiliyordu (yani Latin alfabesinden okumaya çok da yabancı değillerdi ama alıştıkları Arap alfabesiyle yazmak daha pratikti, onlar için). Zaten sanırım Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş döneminin hemen tüm okur-yazarlarının adlarını biliyoruz artık. Fakat yukarıdaki soruda bu şahsiyetlerden hiçbiri değildi merak edilen. O sırada evinde kendi çapında edebiyatla ilişki kurmaya çalışan bir genç neslin edebiyatımızda hiçbir şekilde sorulmuş bir soru dahi olmaması... idi büyük derdim.

90 yıl sonra yine aynı soru

Ve fakat heyhat! Ankette Halid Ziya Uşaklıgil’in 90 küsur yıl önce, hem de tam günlerinde bu soruyu sorduğu gerçeğiyle yüzleşmem uzun sürmedi. Ne olursa olsun, bir okur olarak Türkçe edebiyattan umudu kesmeyişime güveniyor olmalıyım. Uşaklıgil, Uzel’i cevaplarken şöyle soruyor:

“Bugünün nesli ihtimal daha boş telezzüz esbabını bulduğu için kendince okumak külfetini ihtiyara lüzum görmüyor. Yarı­nın nesli ne olacak? Buna verilecek muayyen ve vazıh bir cevabı kestiremem. Fakat ben size bir sual irat edecek olsam bilmem ne yolda cevap vereceksiniz. Desem ki; düne, bugüne yahut yarına ait bir genç Türk tasavvur ediniz ki garp lisanlarından hiçbirine vakıf olmasın, fakat buna mukabil ilmin, sanatın, fennin, şiirin ve musikinin vel­hasıl bütün zekâyı beşere ait tecelliyatın her nevine ayrı ayrı teşne olsun ve anlamak, gör­mek, okumak istesin. Bu gencin şu fikir ihtiyacını tatmin ede­bilecek eski yeni bizde kaç kitap bulabilirsiniz?”

Şimdi benim soruşum ile Uşaklıgil’in nezaketini karşılaştırmayı bırakalım ve soruya odaklanalım lütfen! Ne oldu o gençlere? Uşaklıgil’in gününde gösterdiği bu hassasiyet ve ince görüşlülük, aynı zamanda elbette edebiyatla kurduğu ilişkinin de bir yansıması. Kültürel hayatın içerisinde –her sanat alanı gibi– edebiyatın da bir süreklilik içerisinde işlediğinin farkında bir yazar görüşü. Uşaklıgil’in bu sorusundan bîhaber bir şekilde Uyar ve Bloom’un kitaplarından hareketle ortaya çıkan ve yıllardır bir cevabını bulamadığım/ız bu soru böylece bir açıklığa kavuşmuş oluyor.

Tam da tahmin edilenler yaşanmış yani. Yabancı dile erişimi olan gençler derhal oradan kendilerine bir çıkış yolu örmüşler. İddiam odur ki, toplumsal açıdan bu dilsel kronometrenin sıfırlanması travmasını yaşayan bu nesil, Garip ve İkinci Yeni ve 50 Kuşağı’nı oluşturdu. Dilsel kuruculuk, anadilinden başka bir dile kaçınılmaz olarak taşınmış oluyor böylece. O neslin bugün hâlâ hayranlık uyandırıyor olması, bu dilsel/toplumsal krizden çıkılmasını sağlamalarındandır. Bu travmatik sürecin sonunda, elli yıl öncesinde o dilde –çok farklı janrlarda olsa da– edebiyat yapılan seviyeyi alıp elli yıl sonrasında avangard bir çıkışla bahisleri yükseltebildiler.

Bu bağlantı eksik kaldığı sürece Türkçe edebiyatın tarihindeki ’40’larda başlayıp ’60 sonlarına dek etkisini süren bu nesli “bir mucize” diye açıklamaktan başka çaremiz kalmıyor.

Peki, sorunun dışındakiler?

Peki, yabancı dile erişimi olmayan o çocuklar ne oldu? Muhtemelen evlerindeki mızraklı ilmihallerin mahallesinde mi büyüdüler? Tim Parks’ın dediği gibi, “buradan okuyunca” hikâyemiz daha bütünlüklü ve anlaşılır görünüyor bana. Söylemeye ne hacet; soruyu yönelttiğim kimse cevabını veremedi. Veremezdi de; çünkü bu 90 yıl arayla yeniden sorulsa da duyulmayan bir sorudur.

Biz bu travmayı nasıl atlattık? Edebiyata bu derecede saf-salak sorular soramadıkça, içinden çıkamadığımız bu söylem ormanını ters-yüz etmeyi nasıl düşünebiliriz? Hatırladığımız tüm cevapları yeniden sorguya almaktan başka çıkış yolumuz yok.

Kültürel/Dilsel hattı kurabilmenin tek yolu, literatürü aynı alfabeye taşımaktan geçiyor. Birkaç yıllık sıkı bir çalışmayla pekâlâ aşılabilecek bir engelden bahsediyoruz aslında. Daha ona bile ulaşmadan, ezberle buraya kadar gelebildiğimizi anlıyoruz.

Akademide ise hâlâ Arap alfabeli Türkçe literatürdeki okunmamışlık boşluğunun tüm edebiyatperver öğrenciler ve bu öğrencileri özellikle seven hocalar tarafından nasıl bir haklı iştahla karşılandığının farkındayım. Ve fakat bu kadar aynı sakızı çiğneyen tezlerin üretimi kâfidir. (Diskriptif çalışmaları mesela 5 yıllığına yasaklayabilir miyiz? Edebiyat fakültelerimizin nasıl mezun vermeye devam edeceklerini merak ediyorum.) Bu arada peki, Türkiye dışındaki Türkoloji bölümlerinde Karamanlıca, Yunanca, Ermenice uzmanlarının da yetişebiliyor olması, derslerinin veriliyor olması burada neden mesele edilmez? Türkiye’deki Türkoloji bölümlerinde Türkçe’nin ne kadarından bahsediliyor öğrencilere?

Gelelim 100 yıllık konumuza

Buyurun, 93 yılda Arap alfabesinden Latin alfabesine taşıdığımız eserlerin listesini önümüze koyalım. Bir de henüz sırasını bekleyenlerin listesini koyalım. Ki her iki liste de elimizde yoklar! Biz varsayalım ki bu listeler önümüzdeler: Şimdi bir 90 yıl daha listenin geri kalanından ne çıkacağını bekleyerek mi geçireceğiz?

Henüz listelenmemiş olsa da farklı disiplinler altında çeşitli şekillerde Arap alfabesiyle yayımlanmış tüm eserleri “bugün için” biliyoruz. Bazılarının kopyalarına henüz ulaşamamış olsak da adlarını bildiklerimiz var. Bir liste çıkabilir.

Bendeniz de burada devreye giriyor ve bu konuda bir proje dosyası hazırlıyor. 50 editörün, danışmanların, uzmanların birlikte çalışarak ortaya koyacağı bir çalışma. Telifi biten (yani an itibariyle 1951 ve öncesi yayımlanan – böylece her yıl yeni isimlerle beslenebilecek) tüm eserlerin dijital baskılarının hazırlanması ve bu dijital kütüphanenin ücretsiz ve sınırsız olarak halka açılması temelinde bir proje hazırladım ve tabii bütçesi yeterince göz korkutucu olduğu için sadece “en yukarılar” ile çözümün mümkün olduğu ortadaydı.

Projemin üst başlığı şuydu: “100. Yıla 1.000 Kitap”. Cumhuriyet’in 100. Yılı’nda, kaybettiği tüm literatüre kucak açarak yoluna devam etmesinin paylaşılan bir anlam olacağını düşünmüştüm. Üstelik o sırada 100. Yıl’a üç küsur yıl daha zaman vardı, proje sıkı bir çalışmayla zamanında teslim edilebilirdi.

Bütün bu literatürün bir ortak kaynakta bulunabiliyor olması fikri elbette daha önce dünyada yapılmış bir iş. Bu nedenle de zaten, Gutenberg Projesi’ne bir selamla projenin adını “Müteferrika Projesi” koymuştum.

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e dek entelektüel hayatımızı şekillendirmiş tüm yazarların eserlerinin birlikte, eksiksiz ve hatasız bir dijital edisyonda buluşmasının yaratacağı büyük etkiyi siz de takdir edeceksinizdir.

Bunun yayıncılığımıza da çok ciddi bir olumsuz etkisi olmayacaktır. Tam tersine, “Türk klasikleri”nden geçimini sağlayan yayınevleri de pekâlâ çeşitli eserlerin eleştirel baskılarına bütçe ayırarak telafi edeceklerdir. Daha ilk adımlarda Latin alfabesiyle okuyabildiğimiz Nutuk gibi daha nice eserin dahi henüz édition critique’ine sahip olmayışımızı, şöyle takkemizi önümüze koyup cidden düşünmemiz gerekmiyor mu hâlâ?[2]

Edebiyattan bu uzaklık neden?

Bütçesi, insan kaynakları, takvimi, vs... derken elimde dosyayla önce, konunun ilk muhatabı olarak Kültür Bakanlığı’na ulaşmaya çalıştım. Doğrudan “info” adresine proje dosyasını gönderme şaşkınlığını göstermeyecek kadar görgü edinmiştim. Bir şekilde, eş-dost vasıtasıyla çeşitli kanalları denedim. Bir noktada projenin üzerine yatılmasını kimse garanti edemedi. Benim bu konudaki ısrarım neticesinde çıkılmayan telefonlarla konu kapandı.

Memleketin burjuva sınıfı elbette ikinci adresim olmalıydı. Zaten kültür-sanat alanını bir aile geleneği içerisinde destekleyen kaç ailemiz var ki? Oysa Osmanlı’da elit sınıfı gayrimüslimler oluşturuyordu ve o aileler için kültür-sanata destek vermek neredeyse bir rutindi. O ailelerin ortadan kaldırılmasının ardından, dönemsel değil de geleneksel olarak bu alanlara destek veren Türk ailelerinin sanata, edebiyata bu uzaklığı ne anlam taşıyor; ne zaman, nasıl kırılabilir?

Bu büyükler arasında yolculuklar yaptım. Üstelik bu sırada ülkenin en köklü PR ajanslarından birinin de desteğini aldım. Bu sırada iki banka yayınevimizle üst düzeyde görüşmeler yaptım. Biri “Bizi Metis’ten biraz daha büyük görün, gücümüz yetmez” dedi; diğeri de “Sadece bu yayınları yapan yayınevleri var, zamanı değil” dedi.

Neyse ki, gerçekleştiği takdirde altyapı desteğini esirgemeyeceğini belirten kurumlar da oldu...

Fakat yine de sonuç değişmedi; top taçta kaldı.

Çeşitli online destek programlarından projemi finanse etmemi öneren arkadaşlarım da oldu ama gerçekçilikleri için teşekkür ettim hepsine. En az 50 editörün çalışması gereken, onlarca danışman ve uzmanın istihdam edilmesi gereken böyle bir projenin bütçesinin büyüklüğünü halktan toplamaya kalkışmayı da ayrıca doğru bulmadım. Birkaç yıl sonra, bugünkü döviz kurlarını düşününce hele...

Elbette başka görüşmeler de yaptım ama bütün literatürü taşımaya kimse yanaşmadı. Anlaşılan o ki, herkes için halihazırdaki kadarıyla Osmanlıca literatür yeterliydi. Arada akademisyenler yeni metinler buluyor, iyi oluyor...

Gençler için bir dolap

Geçen sene birkaç girişim belli bir filtreden geçmiş listeleri Latin alfabesine taşımak için kuruldu.

Oysa kültürel kodlarımızın deşifrelerini taşıdığını bildiğimiz bir literatürü eksiksiz, sansürsüz, tam metin halinde okuyamadıkça bu krizin içerisinden çıkamayacağız. Bunun ne teorik ne pratik başka bir yolunun olmadığını hep birlikte yaşayarak görüyoruz. Neyden çekiniyoruz? Arap alfabeli Türkçe literatürde neler yazıldığını okuyamadıkça birtakım garabet oluşumlarla yaşamaya devam etmemiz kaçınılmaz olacak.

“Bir dolap kitabı” dolduramayan bir ecdadın evladı olduğumuzla övünebilmemiz için o dolapta neler olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Gençlere emanet edilen Cumhuriyet kurulurken gençlerin kaderiyle ilgilenmek zor olmuş ve bunun için de Hasan Âli Yücel Klasikleri’yle telafi edilmiş. Toplumu muasır medeniyetler seviyesine taşımak için literatür kanallarını Batı’ya bağlamak bir bakıma mantıklı bir kültür politikasıdır. Ancak 100. Yılını karşılayacak bir Cumhuriyet’in artık salim kafayla kendi eksiklerini tamamlayabilmesi gerekmez mi? Yine son yılda hazırlanan derleme-tarama kitaplarıyla kutlama yapmak mıdır hak edilen?

Yüz yıl önce bu toprakların kültürel ve sosyal dokusu baştan sona değiştirildi. Tıpkı içinden geçtiğimiz bugünlerde olduğu gibi; başka bir Türkiye’de yaşıyoruz artık...

Şimdi neler olup bittiğinin farkında olan, bilmek isteyen bir gençliğe nasıl bir literatür toplamı kalacak bizden?

 

NOTLAR:


[1] Mehmet Yaşın, Kozmopoetika içinde “İlk Modern Türkçe Edebiyat: Karamanlı Edebiyatı”, Yitik Ülke Yayınları, 2018, s. 208-211. Ayrıca şu kaynaklara da bakılabilir: http://en.kms.org.gr/Collections/Karamanlipublications.aspx ve https://karamanlidika.gr/ekdoseis-sta-karamanlidika/

[2] Nutuk’un édition critique’inin neredeyse hazır olduğunu biliyorum. Mete Tunçay, Ahmet Kuyaş ve Cemil Koçak tarafından hazırlanan çalışmayla 2023 yılında buluşabileceğiz. İstanbul Life dergi ekibiyle birlikte hazırladığımız, Ekim 2020’de yayımlanan Kurucu özel sayısında –hâlâ piyasada var mı, bilmiyorum– örnek bir bölümünü yayımlama ayrıcalığına erişmiştik.

 

GİRİŞ RESMİ:


Yeni harfli panolar İstanbul’un her yerinde; Yeni harfleri inceleyen bir İstanbullu, Maynard Owen Williams, 1928. 
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e –  İstanbul National Geographic Fotoğraflarıyla, İş Bankası Yayınları, 2000.