E. Sevgi Özdamar’ın istiridye kabukları

Geçen ay Georg Büchner Ödülü’nü kazanan E. Sevgi Özdamar’ın cümleleri ile çizgileri arasındaki ortaklıklar: "Endonezya’da inci toplayıcılarının istiridyelere belli yerlerinden dokunduklarında kabukların kendilerinden açıldığını, desenlerinin birçoğunun da açılmaları için doğru yerlerden bakılmayı beklediklerini Sevgi’ye söylediğimde, bir an siyah gözlerinin sigara dumanının ardından parladığını gördüm."

08 Eylül 2022 20:00

Almanya’da her yıl ağustos ayında hangi yazara verildiği açıklanan Georg Büchner Ödülü hem saygınlığı hem de Almanca yazını açısından taşıdığı önemi itibariyle üzerine titrenen bir özelliğe sahiptir. Bu yıl Ein von Schatten Begrenzter Raum isimli romanıyla bu ödül Berlin’de yaşayan Emine Sevgi Özdamar’a verildi. Tiyatro ve yazın çalışmalarıyla kendisine özgü bir stil yaratan Özdamar’ın önceki yayınlarında olduğu gibi, otobiyografik kurgu üzerinde şekillenen bu kitap daha önce Bayrischer Rundfunkpreis Ödülü’nü aldığı gibi, Preis der Leipziger Buchmesse’ye aday gösterilmişti. 1991’de kaleme aldığı ilk kitabı Das Leben ist ein Karawanserei ile kazandığı Ingeborg Bachman Ödülü’yle birlikte değerlendirildiğinde Özdamar’ı farklı yapan, onu Alman yazın dünyasında ön plana çıkaran nedir ki, bunca ödüle layık görülüyor sorusunu sormanın zamanı geldi, hatta geçiyor bile.

1946’da Malatya’da memur ailesinin çocuğu olarak bu dünyaya gözlerini açan Sevgi’nin çocukluğu İstanbul’da geçer. On iki yaşında Bursa’da sahneye çıkması tiyatroya gönül vermesine neden olduğu gibi, 1967-1970 arası İstanbul’daki tiyatro okullarında, kelimenin tam anlamıyla “bohem” bir ortamda geçer. Sahne onun dünyası olmuş, tiyatronun farklı köşelerinde yuttuğu tozlar, kurduğu arkadaşlıklar ve yaşam tarzıyla farklı bir hayata geçmiştir. Ailesi onun tiyatroya olan tutkusunu desteklese de sanat ortamındaki eşitsizlikler, küçük görmeler, cinsel taciz başta olmak üzere kentsoylu ailelerden gelenlerin kurduğu baskı Sevgi’yi yeni arayışlara iter. Hayatını tiyatroya adamıştır, bir yanda Ionesco’nun gerçeküstücü, diğer yandaysa Brecht’in politik yorumları onun gençlik yıllarını şekillendirir. Çocukluğundan itibaren tutkulu bir okur olması ne istediğini erken yaşlarında dile getirecek cesareti ona verdiği gibi, ele avuca gelmez cesareti, her koşulda doğru bildiğini söylemesi nedeniyle 1971 darbesi sonrasında İstanbul sanat ortamında göze batan figürlerden biri haline gelir. Bu ortamda daha fazla gelişemeyeceğini anladığı için hayalinde Brecht’in çalışıp şekillendirdiği Volksbühne’de olmak için hayaller kuran genç Sevgi, kendisini bu ideale yakınlaştıracak imkânı kısa sürede bulur. O yıllarda özellikle kadın işçi arayışında olan firmalara İstanbul’dan başvuru yaparak 1974’te tek kelime Almanca bilmeden Batı Berlin’de bir elektronik alet fabrikasında işçiliğe başlar. Günde on saate yakın üretim bandında çalışırken dünyaya farklı gözlerden bakmaya başlayan Sevgi’nin daha sonra kitaplarındaki, tiyatro oyunlarındaki kahramanlarının çoğunu göçmen işçiler dünyasından seçmesi bir rastlantı değildi. O yıllarda bir duvarla bölünmüş olan Berlin’de yaşarken iğneyle kuyu kaza kaza ilişkiler kurarak ideallerine yakınlaşan genç Sevgi ünlü yönetmenler Benno Besson ve Matthias Langhoff ile Volksbühne’de çalışmaya başlar. Oyunculuğunun yanı sıra farklı görevler, yönetmen yardımcılığı, sahne, kostüm tasarımı yaparak tiyatroyu yaşama biçimine dönüştürür. Arkadaşlarının hayallerini kurdukları dünyada o bedelini ödeyerek yaşar, üretir. 1976’da Doğu-Berlin’deki öncü tiyatrocularla çalışması Benno Besson ile Paris’e giderek orada tecrübe edinmesini sağladığı gibi, diller arasındaki yolculuğuna da başlar. Almancanın yanı sıra Fransızca, İngilizce kelimelerle zenginleşen bir dil yoğunluğuyla tiyatro çalışması ona kısa sürede hak ettiği bir ün getirdiği gibi, daha sonra yazmaya başlayacağı romanlarında ısrarla üstünde durarak kurgulayacağı “imgesel dünyanın” temellerini atmasını sağlar. Onun yazınını besleyen tiyatro dünyasında sadece sözcükler değil, bu kelimelerin şekillendiği “büyülü, kurgulanmış bir ortam” vardır. Sevgi’nin yazın dilindeki imgeselliğin temelinde yatan, cümleleriyle var olmayan bir dünyayı kurgularken sahne sanatlarının renklerinin yanı sıra, sahne ile hayat arasındaki birliktelikleri vurgulayan yaratıcı, yırtıcı tavrıdır. Onu sıradan bir edebiyat insanı değil, disiplinler arası arayışların şekillendirdiği yaratıcı konumuna çıkaran bu özelliğin arkasında hiç yabana atılmayacak bir çizme gücünün, birçok ressamdan daha iyi kompozisyon bilgisinin olması da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir özellik.

20 Kasım 2005’te Düsseldorf’taki Tiyatro Müzesi’nde “Emine Sevgi Özdamar und das Theater” (E.S. Özdamar ve Tiyatro) isimli sergiyi gezerken şaşırmıştım. Çünkü o zamana dek sadece romanlarından, öykülerinden, tiyatro çalışmalarından takip ettiğim Sevgi, bu sergiyle ne kadar sıra dışı bir sanatçı olduğunu duyumsatıyordu. Sergide yer alan desenler, Matthias Langhoff’un 1980’de Schauspielhaus Bochum’da sahneye koyduğu Marie.Woyzeck (Georg Büchner) oyununa aitti. Onun hiçbir sanat dersi almadan, sadece gördüklerini daha sonra daha iyi hatırlayabilmek için sahneye konan oyunların prova akışını desenler çizerek belgeleştirmesinin ürünü olan bu çalışmalarda, sözcükler, kelimeler, mekânlar iç içe girmiş bir durumdaydı. Nedense bu desenlere bakarken, Özdamar’ın Seltsame Sterne starren zur Erde (2003) kitabındaki atmosfer birden gözümün önünde canlandı. Bu kitabı çok sevmiş, iki kere okumuştum. En saygın Alman edebiyat ödülleri arasındaki Kleist-Preis’ı bu kitabıyla alan Sevgi’nin cümle kurgusu ne kadar da farklıydı! Almanca gibi kuralları belli olan bir dilin yapısını altüst eden şiirsel anlatıma sahip olan sanatçı, tıpkı sözcüklere yaptığını çizgilere de yapmış, çize çize farklı bir görsellik oluşturmuştu. İstiridye kabuğu gibi içine kapalıydı desenler. Bu sergiyi büyük bir heyecanla gezdikten sonra, Özdamar’ın daha farklı çalışmalarının olabileceğini, bu istiridyelere doğru yerlerinden dokunduğumda kabuklarını açabileceğimi düşündüm. Resimle ilgilenen yazarlarla ilgili olarak yıllardan beri sürdürdüğüm çalışmaya Sevgi’nin da katılması gerektiği açıkça ortadaydı. Bir sonraki Berlin yolculuğumdan önce ortak arkadaşımız Diana Canetti’den edindiğim telefon numarasıyla randevu aldıktan sonra Sevgi’nin Kreuzberg’deki atölyesine doğru yöneldim; 20 Ocak 2006’da.

Konuşmaya Düsseldorf’taki sergiden başladık. Endonezya’da inci toplayıcılarının istiridyelere belli yerlerinden dokunduklarında kabukların kendilerinden açıldığını, desenlerinin birçoğunun da açılmaları için doğru yerlerden bakılmayı beklediklerini Sevgi’ye söylediğimde, bir an siyah gözlerinin sigara dumanının ardından parladığını gördüm. Bazen kişiler arasındaki diyaloğu açan sözcükler, anlar, dakikalar vardır. Özdamar ile olan tanışmamda “istiridye kabuğu” örneği böylesine anahtar tecrübelerden biri olmuştu. O gün fazla konuşmadığımızı anımsıyorum, çünkü son derece düzenli bir arşivi olan Özdamar, renkli çalışmalarını, kolajlarını, fotoğraflarını, desenlerini birbiri içine özenli olarak yerleştirilmiş olan dosyalarla önüme koymuştu. Dosyalarda DIN A5 boyutlarında onlarca, Almanya’da yaygın olarak kullanılan çizgili, kareli okul defterleri (schreibhefte) bulunuyordu. Birçoğu eskiden Doğu Berlin’den alınmış olan bu defterlerin her sayfasının önü ve arkası desenlerle, notlarla doluydu. Bu çalışmalara baktıkça bakasım geldiği gibi, tamamını görebilmek için belki iki üç gün bu odadan çıkmamam gerekiyordu. Ziyaretin sonunda Özdamar Düsseldorf’taki sergi kapanmasına rağmen desenlerinin bir kısmının orada kaldığını, istersem onları müzeden alıp istediğim kadar bakabileceğimi, sonra da kendisine elden teslim edebileceğimi söylemişti. Müzeye benim yanımda telefon ederek gereken bilgileri verdikten sonra, tamamı fotokopilerden oluşan bir dosyayı açarak kendisinin seçtiği sayfaları özel kalemiyle imzalayıp bana hediye etmişti.

Bu ziyaretin ardından müzeye gidip desenleri imzalı bir kâğıt karşılığında teslim aldım. Uzunca bir süreSeltsame Sterne starren zur Erde kitabıyla birlikte masama yan yana koyarak, bazen okuyarak, bazen sadece bakarak birlikte yaşadın onlarla. Elimdeki projeler nedeniyle artık düzenli olarak gittiğim Berlin’de sık sık Özdamar’ı ziyaret ettikçe, onun çizgi dünyasına olan yakınlığım daha da artıyordu. Çünkü her ziyaret sonucunda eski dosyalara, eski okul defterlerine bakmam mümkün olduğu gibi, detaylara inen konuşmalar yaparak desenlerin, renklerin sanatçı için nasıl bir anlam taşıdığını kavramam mümkün oluyordu. Sevgi’nin resimlerine baktıkça, yazdıklarına daha da yoğunlaştıkça, yaşamı ile çalışmaları arasında kurduğu organik bağı kavradığımı hissediyordum. Bazen konuşur gibi yazan sanatçı, çoğu kez gördüklerinden değil, belleğinde kalan hatıralardan yola çıkarak, farklı yaşam tecrübelerini bazen cümleler, bazen de formlar aracılığıyla dışa vurarak kendine özgü bir anlatımcılığın sınırlarını çiziyordu. Her ziyaret sırasında Özdamar bana arşivinin farklı bölümlerini gösterdiği gibi, suluboya ile yaptığı resimleri, oto-portrelerini de ardarda önüme koyuyordu. Bu çalışmalara baktıkça yeni sorular, farklı konular üzerinden uzun konuşmalara girebiliyorduk. Sevgi’nin o zaman yayıncısı olan Verlag Kippenheuer & Witsch, 2006’da onun biyografik notlar içeren üç kitabını Sonne auf halbem Weg başlığında İstanbul-Berlin trilojisi olarak birlikte yayınlamak istediğinde bu desenlerin de kitaba girmesi gündeme gelmişti. Seve seve bu çalışmayı üstlenerek, Özdamar’ın binlerce deseni arasından yaklaşık olarak elli tanesini Sevgi’yle birlikte seçtim. Kitabın çıkışı nedeniyle Berlin’de Akademie der Künste’de bir sergi hazırlama düşüncem ne yazık ki gerçekleşemedi. Ama bu çalışmalar, projeler sayesinde Sevgi’nin hem yazın hem de görsel dünyasına tanıklık etmem mümkün oldu. Doğal olmasının ötesinde, söyledikleri, tavırları, ellerini kullanma biçimiyle de kendine özgü bir duruşu olan Sevgi’nin çizgileri, desenleri bir anlamda hayata olan bakış açısının dolaysız izlerini taşır.

Onun cümleleri ile çizgileri arasında ortaklıklar vardır. Bilgisayar kullanmayan, her cümlesini önce kâğıda yazı olarak geçiren Sevgi’nin desenlerinde de “anlık” izlenimler öne çıkar. İster edebiyat isterse resim olsun, sanatçının yaratıcı gücü tiyatro çevresinde yoğunlaşmıştır. Bir anlamda gerçekle kurgu arasında gidip gelen heyecanını ifade etmek için sözcüklere ya da çizgilere başvurur. İlginç olan, hem edebiyat hem de resim alanında belli bir eğitim, ders almadan, içinden geldiği gibi çalışmaya başlamasıdır. Bu kendinden çıkışlı olma, Sevgi’nin yazın ve resim alanındaki ürünlerinin ana karakterlerinden biridir. Edebiyatı hakkında neredeyse bir külliyat oluşturacak kadar yazı, araştırma, inceleme, doktora çalışması yapılmasına rağmen, Özdamar’ın desenleri, resimleri biraz gölgede kalmıştır.

Yazarken ve çizerken kendine özgü bir ritim tutturan Sevgi’nin her yaratıcı çabasını bir tür serbest dans olarak yorumlamak mümkündür. Onun resimlerinde, özellikle de kendi oto portrelerinde bu dansın en çarpıcı figürlerini görebiliriz. Her alandaki çalışmalarında öncelikle olarak kendi yaşadıklarından, gördüklerinden yola çıkan Sevgi, hayatın kendisine sunduğu tecrübeleri, kendi resmini çizerken farklı noktalardan yorumladığı için farklı perspektiflerden bakar. Oto-portrelerde karşılaşılan en önemli özelliklerden biri de “göz kontağıdır”. Onun geliştirmiş olduğu kendine özgü bir teknikle, kendi kendisine nasıl baktığını ortaya koyduğu gibi, izleyiciyi de bu sürece ortak eder. Gözlerin adeta konuştuğu oto-portrelerde sanatçının kendisini farklı pozlarda görürüz. İki delici bakışın izleyeni büyülercesine etkisi altına aldığı kompozisyonlarda, Özdamar adeta “bak, ben buyum işte!” diyen samimi bir tavır içindedir. Sanatçının hiç resim, desen dersi almadan böylesine güçlü bir ifadeyi yakalayan çizgiye ulaştığını unutmamak gerekir.

Sanatçının çizgilerinde karşımıza çıkan diğer özelliklerden biri de sıkça kulağımıza gelen çığlıklardır. Kâğıdın sessiz bir malzeme olduğunu düşünenlerin yanıldığını belirtmek gerekiyor burada. Sevgi resimlerine konu ettiği temalarında sürekli olarak insanları konu ederken, onların kendi aralarındaki gerilimi çizgilerindeki ritimle duyumsatır. Kimi kez hareketli, kimi kez kızgın, kimi kez ise durgun karakteriyle onun çizgilerinden çığlıklar duyulması rastlantısal değildir. Çünkü sanatçı, insanın kendisiyle bir barışık olmadığı “ilişkiler dünyasını” ele aldığı resimlerinde, yazın çalışmalarında bile görülmeyecek denli açık yüreklidir. Sevgi’nin çizgilerindeki çığlıklar varlıklarını izleyicilere kısa bir sürede duyumsatır. Suhrkamp tarafından yayınlanan Ein von Schatten Begrenzter Raum isimli romanını bu açıdan ele almak gerekir. Bu anlatıda okuyucuları etkileyen, bir anlamda da Sevgi’nin yazın tarzının alametifarikası olan “iç diyaloglar” son derece etkileyicidir. Daha önceki kitaplarında olduğu gibi hayat hikâyesinin ince noktalarına değinen Sevgi’nin, üstü kapalı olarak yorumlasa da varlığı kesinkes duyumsanan bir “incilme, kırılma” noktasının etrafında döndüğü onu yakından takip eden okuyucularının dikkatinden kaçmıyor. Bu hassas konunun, Almanya’nın kültürel çevresinin gerçek bir cennet olduğunu düşünenlere gerçekleri göstermesi açısından üzerinde durulması gerekiyor.

Kültür insanlarımızda nedense Almanya’nın olağanüstü imkânlar ülkesi olarak yerleşik gerçekdışı bir imgesi var. Bir yazı yayınlamak istediğinizde, bir sergi açmak istediğinizde anlıyorsunuz ki kazın ayağı öyle değil. Bir yerlerde olmak için gerçekten kırk fırın ekmek yemek, çalışmak ve çok iyi bir ilişkiler ağı geliştirmek gerekiyor. Sevgi’nin 1980 yılında ünlü Schauspielhaus Bochum’da Matthias Langhoff’la birlikte sahneye koyduğu Marie.Woyzeck oyununun yazarı Büchner’in ödülünü alması, aldığı tüm darbelere rağmen çalışmayı elden bırakmaması ve her koşulda yazarak, çizerek üretimini sürdürmesi ve olağanüstü imgesel bir dil geliştirmesiyle doğrudan ilgili. 800 sayfalık Ein von Schatten Begrenzter Raum romanını bitirdiğinizde aklına gelen ilk cümle, “artık böyle hayatlar yaşanmıyor” olur.

Bu etkileyici romanı hangi Türk yayıncısının kime çevirterek yayınlatacağı elbette şimdiden büyük bir soru işareti.