Düşünmenin sorumluluğu ya da kurguda atalet

"Edebiyat çalışmalarında ünlü kurgu kahramanları ortak bazı özellikleri nedeniyle belirli sınıflara sokulmuşlardır hep. En iyi âşıklar, en kıskanç olanlar, iyi yürekli katiller gibi… Peki kurgu kahramanları çok konuşup da bir türlü eyleme geçemeyenler ya da geç kalanlar diye tasnif edilecek olursa, bu kümenin en ünlü kahramanları kimler olurdu acaba?"

04 Kasım 2021 10:00

Edebiyat çalışmalarında ünlü kurgu kahramanları ortak bazı özellikleri nedeniyle belirli sınıflara sokulmuşlardır hep. En iyi âşıklar, en kıskanç olanlar, hayatlarını bir kefaretin ödenmesine adayanlar, iyi yürekli katiller gibi… Böyle eğlenceli ve ilginç sınıflandırmalar alana değişik bakış açıları kazandırma potansiyeli taşımanın yanında edebi bir magazin işlevi de görürler. Peki kurgu kahramanları çok konuşup da bir türlü eyleme geçemeyenler ya da geç kalanlar diye tasnif edilecek olursa, bu kümenin en ünlü kahramanları kimler olurdu acaba? Elbette bu soruya verilen her türlü yanıt öznel bir tercihi ortaya koyacaktır. Ama yine de belli bazı kahramanlar daha çok akla gelecektir diye düşünmeden edemiyor insan.

Solda: Sarah Bernhardt Hamlet rolünde, elinde Yorick'in kafatası. Fotograf: James Lafayette, yaklaşık 1885–1900. Sağda Edwin Booth aynı rolde, 1870.

Kanımca edebiyat tarihinin çok konuşan ama eyleme bir türlü geçemeyen ya da çok zor geçen kahramanlarının en ünlüsü Hamlet’tir. Öyle ki, babasının intikamını almaya çalışan bu acılı evladın son âna kadar bunu başarıp başaramayacağından, dahası gerçekte ne istediğinden bir türlü emin olamayız. Hamlet bütün oyun boyunca devamlı bir şeyler söyler, sürekli hedefin etrafında döner, hayata ve ölüme dair zekâ fışkıran parlak sözlerden kendine ve niyetine bir maske yapar. Hamlet’in heyecanı da, acısı da kendi imgesi üzerine düşünen, fazlasıyla içe dönük seçkinci bilinçten kaynaklanır. Tüm dünya edebiyatında Hamlet kadar karmaşık, Hamlet kadar albenili ve ele avuca sığmaz bir karakter zor bulunur. Onu açıklamak ve anlamak için binlerce kitap ve makale yazılmış, ama bu kaynaklar Danimarka prensiyle ilgili sorunu daha da çapraşık hale getirmekten öteye gitmemiştir ve kahraman çapraşıklaştıkça ona duyulan ilgi daha da artmıştır. Bu kadar çok konuşup bu kadar giz ve muamma barındıran başka bir karakter Shakespeare’in diğer oyunlarında da bulunmaz. Sanki varoluşunun amacı budur. Konuştukça suyu bulandırır, bulandırdıkça da kelimelerine kelime eklemeye devam eder. Hamlet ancak oyunun sonunda harekete geçer, ondan sonra da tam anlamıyla bir kıyım yaşanır ve böylece retorik bir şemsiye gibi kendi üstüne kapanır oyun. Oyun bittiğinde bir anlığına da olsa hayatın bir bütünlük kazandığına inanırız. Ona belli sınırlar çizebilmiş, dahası onu kelimelerle zapt etmeyi başarabilmişizdir sanki. Shakespeare bu yanılsamada bizleri suç ortağı yapmıştır. Tolstoy’un onun hakkında dediği gibi, bu bütün kutsal değerleri inkâr eden, en aşağılık, en kaba hayal gücüdür. Ancak bir o kadar da baştan çıkarıcıdır.

Tristram Shandy'nin yazarı Lawrence Stern

Gevezelik konusunda bir diğer ünlü kahraman, belki de Hamlet ile giriştiği yarışı burun farkıyla kaybeden, hiç durmamacasına anlatan; şakaları, kelime oyunları, zekâsı, saplantıları ve yer yer çocuksuluğu ile bizi büyüleyen Tristram Shandy’dir. Bütün dünya sanki onun ağzından çıkan kelimelerle var oluyormuşçasına anlatmadan duramaz ve o anlattıkça da biz okuyucular bir süre sonra bütün dünyanın gerçekten de onun ağzından çıkan kelimelerle oluştuğuna inanmaya başlarız. Ama bu öyle bir dünyadır ki, herhangi bir dayanağı ya da merkezi yoktur, belki de bu yüzden bu anlatı bir edebi eserden çok, merkezî olmayan, gerçek hayata daha çok benzer. Tristram Shandy bize aslında hiçbir şey söylemeyerek çok önemli bir şey söyler; ya da çok şey söyleyerek, aslında bilip de hep unuttuğumuz bir şey söyler. Hayatın tek bir merkezi, tek bir hedefi, tek bir anlamı yoktur. Belki de belirli bir anlamı bile yoktur. Ona bir sınır çizilemez. Zira belki ortada bir hayat da yoktur… Bu doğmayı bir türlü beceremeyen, dolayısıyla aslında hiçbir şey yapmamış geveze çocuğu altı yüz küsur sayfa boyunca takip ederiz ve kitabı kapattığımızda hissettiğimiz şey bir roman okuduğumuz değil, birçok hikâyenin ve olasılığın iç içe geçtiği, zengin bir hayat yaşadığımızdır. Kitabın sonunda, ya da hayatın sonunda diyelim, Tristram Shandy doğar, biz okuyucular ise ölürüz.

James Joyce'un çizimiyle Leopold Bloom.

Peki Leopold Bloom? Joyce’un bu lafazan, oyunbaz, devamlı hareket halindeki zihni, bütün Dublin’i dolaşsa da bir eylem adamı olarak tanımlanabilir mi? Tartışmaya açık bir konu. Bloom mekânları dolaşır, köprüleri aşar, hayvanları sever, Tanrı’yla didişir, bir güne bir hayatı sığdırır, ama hayalle engellenmişlik arasına sıkışmış geveze zihni hep adımlarından önde gider. Hayat devamlı bir hayali kovalar. Joyce bir anlamda düşüncenin röntgenini çeker. Dilin içine gömülü, katman katman, sembolik bir metin kurgulamıştır. Bloom kafasının içinde pimi çekilmiş bir el bombasıyla dolaşır, bizse aklımızın bir köşesiyle boşa beklediğimizi bildiğimiz halde, bir patlama umuduyla romanı okumaya devam ederiz. Sabırla ve inatla, bize iyi geleceğini bildiğimiz birini sevmeye çalışır gibi, metin içinde ilerledikçe, çok çok sonra, o bombanın aslında çoktan patladığını, okuduğumuz her ayrıntının tahrip gücü yüksek bu bombanın bir sonucu olduğunu anlarız. Romanın tuhaf mimarisi metnin sabırla kurulduğu izlenimini vermez; tam tersine, her şey bir anda oluşmuş gibidir. Düşünce hızıyla…

Mrs. Dalloway'in sinema uyarlamasında Septimus Warren Smith rolünde Rupert Graves.

Peki Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanının ünlü Septimus Warren Smith’inin proaktif zihninin çekiciliği, kendisini tüm hayattan soyutlamasından mı gelir sadece? Ya da monoloğunun içeriğinden mi? Yoksa en sonunda tümden eylemsizliği seçmesinden mi? Septimus karakterinin bu kadar unutulmaz olması, belki de Woolf’un kendi acılı yazgısını yansıtıyor olmasından gelir. Septimus gibi o da ablasını sever, arkadaşlarına karşı homoerotik duygular besler ve Leonard Woolf ile tutkusuz bir evliliğe hapsolur. Septimus yüksek bir pencereden ölüme atlayıncaya kadar sadece konuşmaz, aynı zamanda konusu tıkanmış bir yaşam olan bir şiir de okur adeta. Birinci Dünya Savaşı’nın vahşeti ve anlamsızlığıyla yaşam umudunu yitirmiş bir asker ve bunun sonucunda kelimelere olan inancını kaybetmiş bir şair olan Septimus nefes almaya devam etmek için geçerli bir neden arar. Bulduğu ise mental bir çıkmazdır. Zihni artık bir işkence odasıdır. Hayal gücü ölmüştür. Böylesi bir benliğin gideceği sadece bir yol kalmıştır artık. O da tek bir büyük eylemle sonraki her şeyi toptan reddetmektir. İntihar kaçınılmazdır. Ancak Septimus bir İsa değildir. Ortada bir kurban kültü yoktur. Her ne kadar Septimus dünyanın yalnızca kendi ıstırabının bir yansıması olduğunu hissetse ve tüm acıları sırtladığını düşünse de, geride kalanlar için, tüm intiharlar gibi ziyadesiyle bireysel ve bencilcedir onun ölümü de.

Ivan Karamazov rolünde Vasily Kachalov.

Peki Karamazov Kardeşler’in karizmatik, mesafeli, derin, ateşli ve adalet için başkaldıran kahramanı Ivan Karamazov nerede durmaktadır? Ivan düşünerek ve gözlemleyerek gerçek acıları kavrar ve varoluşçu yazarlara ilham veren bir kesinlikle felsefesini oluşturur: Tanrı icat edilmiştir, uygarlık bu icadın üstüne inşa edilmiştir ve zemin bu nedenle sağlam değildir, o halde her şey mubahtır. Üvey kardeşi bu felsefeyi yanlış yorumlayıp babasını öldürse ve bu yükle mücadele edemeyip intihar etse de, Ivan en başından beri suçun paylaşılması gerektiğine inanmaktadır zaten. Suç hepimizindir. Suç tüm insanlığındır. Ivan’ın özelinde düşünen zihin, bir noktada bütün eylemleri yargılamaktadır. Karamazov Kardeşler’deki temel izleklerden en vurucu olanı eylem ve düşünce arasındaki sınırdır. Babayı öldürenle bunu düşünen arasındaki suç ortaklığıdır. Gerçek suçlu kimdir; bunu düşleyen mi yoksa suçu işleyen mi? Öldürülen babanın ya da otoritenin sapkınlığının burada bir önemi yoktur. Dostoyevski, İvan karakteriyle bize bir şey söyler. Düşünce eylemin sadece önünde değildir, aynı zamanda zihinde defalarca tekrar ettiği için, bir kez gerçekleşen eylemden daha ağır bir yüktür.

“Yapmamayı tercih ederim”. 19. yüzyıl ortalarında, Wall Street’teki bir hukuk firmasının karizmatik kâtibinin kullandığı bu cümle, edebiyat tarihinin en meşhur cümlelerindendir. Aynı zamanda belki de en dürüst cümlelerinden biridir. Bir karakterin belirli bir sözü devamlı tekrar etmesi, metnin içinde bir yerden sonra hiciv öğesi işlevi görür. Ancak kâtip Bartleby’nin hikâyesinde bu cümlenin kullanımında mizah olsa da, metnin bütünü içinde cümlenin işlevi ve yarattığı duygu kullanılan yere göre değişmektedir. Herman Melville’in bir anlamda pasif direnişçi kahramanı Bartleby sadece yapılması gereken görevleri reddetmekle kalmaz, aynı zamanda tüm varoluşu sorgular. İtaatsizlerin, reddedenlerin, başkaldıranların, bilinçli tutunamayanların öncüsüdür o. Zira Bartleby “yapmam” demez, “yapmamayı tercih ederim” der.

Chichagov'un gözüyle Oblomov. 1885.

Gonçarov’un Oblomov’u olmadan böyle bir liste oluşturulamaz sanırım. Gonçarov, Oblomov’un özelinde uyuşuk ve yeniliğe kapalı Rus aristokrasisini eleştirmekle kalmamış, bunun yanında yarattığı kahramanla evrensel bir kişilik tipini belki de ilk kez tanımlamıştır. Literatüre Oblomovluk diye bir kavram hediye etmiştir. Oblomov her türlü sorunun farkındadır, teşhisi de her zaman doğru koymayı başarır, çözüm yolları kurgular, etkili planlar yapar, fakat bunların hiçbirini hayata geçiremez. Böyle insanlarla sürekli karşılaşırız ya da hayatımızın bir yerinde hepimizin Oblomovluk yaptığı bir dönem olmuştur. Onlara ya da bu dönemi yaşayan kendimize sinirlensek de, bir yönüyle sempatik bulmaktan da geri durmayız. Oblomov tipi kişiler yakından sinir bozucu ama uzaktan sevimli insanlardır.

Bütün bu unutulmaz kahramanlar eylemeyerek eylerler aslında. Hepsi bize kendi özel hikâyeleri ve farklı üsluplarıyla ortak bir şey söyler. Onlara göre eylemlerin en büyüğü ve en ıstırap vereni zihinde gerçekleşendir. Karamazov Kardeşler’de dört kardeşten sadece biri cinayeti işlemiş, ama diğerleri de bunu aklından geçirmiştir. Hepsi kendisini suçlu addeder. Zihinde bunu istedikten ve kurguladıktan sonra eylem onlar için sadece bir detaydır.

Edebi kahramanların bazıları ve vicdan farklı değerlendirse de, hukuk her türlü olayda halen eylemi yargılamaktadır. Lakin edebi metinler bizlere esas mahkemenin başka yerlerde görüldüğünü hatırlatır.