Deborah Levy’nin kurmacaları ve özyaşamsal anlatıları

“Deborah Levy’nin sadece kurmacalarında değil özyaşamsal metinlerinde de merkezi dertlerinden biri insanların iç dünyalarında olan bitenin nedenlerini aramak, sormak. Levy’nin ‘işleyen’ özyaşamsal anlatıları, odaklarına aldıkları meselelerin yanında, yakın zamanda yazdığı ya da yazmakta olduğu kurmacalar ve genel olarak edebiyat anlayışı hakkında ipuçları barındırdıkları için de önemli metinler.”

06 Ağustos 2020 12:28

Deborah Levy’nin Türkçede 2015’te yayımlanan Eve Yüzerken romanı 2012’de The Booker Ödülü’nde (2019’a kadarki adıyla Man Booker Ödülü’nde) kısa listeye girmişti, Türkçeye yakınlarda çevrilen Sıcak Süt romanı da aynı ödülün 2016’da kısa listesinde yer aldı. Levy Türkiyeli okurların yabancısı olduğu bir yazar değil, bu iki romanın yanı sıra, Siyah Votka adlı öykü kitabı 2018’de, Bilmek İstemediğim Şeyler başlıklı otobiyografik anlatısı da 2019’da yayımlandı.

Sıcak Süt’ü Sofia Papastergiadis adında yirmi beş yaşında bir İngiliz kadın anlatıyor; bölüm aralarında başka bir anlatıcının ondan “Yunanlı kız” diye söz ettiği ve Sofia’nın o anda yapıp ettiklerine dair birer paragraflık kısacık gözlemleri de yer alıyor. İsminden de anlaşılacağı üzere Sofia’nın bir yanı Yunanlı; annesi İngiliz ama Sofia beş yaşındayken onları terk eden ve en son on bir yıl önce gördüğü babası Yunanlı. Sofia’yı annesiyle beraber İspanya’ya geldikleri sırada tanırız. Yaz mevsimidir, ama tatile gelmiş değillerdir. Annesi Rose’un tedavi edilemeyen gizemli sağlık sorunları için internette buldukları İspanyol hekim Gómez’e muayene olmak için oradadırlar. Sıcak Süt, annesinin sağlık sorunları nedeniyle antropoloji doktorasını yarım bırakan ve Londra’da bir kafede barista olarak çalışan Sofia’nın kendisini keşfetmesinin romanı olarak değerlendirilebilir. İspanya’da tanıdığı insanlar, yaşadıkları, başına gelenler, yapıp ettikleri, tanık oldukları roman boyunca kendisine dair yeni bir şeyler öğrenmesine ya da yeni sorular sormasına neden olur. Romanın başlarında kendi durumunu şöyle özetler Sofia:

“Antropoloji, milyonlarca yıl öncesinden günümüze insanlığı inceliyor, bense daha kendimi bile inceleyemiyorum. […] Birçok toplumun içsel mantığı üzerine makaleler yazdım. Ama gelin görün ki kendi içsel mantığıma dair en ufak bir fikrim bile yok.” (s. 59)

Yunan mitolojisinde “lanetlendikten sonra gözlerine bakan herkesi taşa çevirmeye başlayan” tanrıça Medusa romanda bir laytmotif olarak sıkça karşımıza çıkar. Sofia, denizanalarının kolunu sokup mosmor izler bırakmasının ardından gittiği revirde tanıştığı Juan adındaki genç bir öğrenciden İspanyolcada denizanasına medusa dendiğini öğrenir. Roman boyunca Sofia’nın zihni sıklıkla Medusa’yla meşgul olacaktır.

Romanın başlarında öğrendiklerimiz ışığında Sofia’nın Medusa’nın gözlerine bakmışçasına taş kesildiğini düşünmek mümkün. Alabildiğine durağan bir hayat sürmektedir.

“O an düşündüm de tüm hayatım boyunca dalgalara kapılıp gitmek, bambaşka bir hayata başlamak istemiştim. Ama bunun ne anlama geldiğini ya da nasıl elde edileceğini hiç bilemedim.” (s. 57-58)

Sofia için annesi ya da annesinin rahatsızlıkları Medusa etkisi mi göstermektedir? Bunu da hesaba katmak gerekir, ama şu nokta daha mühim. Annesinin rahatsızlığı esas olarak ayaklarındadır, yürüme zorluğu çekiyor, topallıyordur. Hareket kabiliyeti ciddi anlamda sakatlanmıştır – o da taş kesilmiştir ya da esas taş kesilen odur! Sanırım müşterek bir kötürümlük (“taş kesilme”) söz konusu: “Yirmi beş yaşındayım ve anneme ayak uydurabilmek için onunla birlikte topallıyorum. Benim bacaklarım onun bacakları.”

Sağlık sorunları annesinin hayatının temel güdüsü halini almıştır, Sofia annesinin semptomları vasıtasıyla konuştuğunu bile düşünür.

“Benimse semptomların ve yan etkilerin diline daha yatkın bir kulağım var; çünkü annemin dili bu. Belki de ana dilim bu.” (s. 183)

Giderek anne-kız arasındaki ilişki de bütünüyle sağlık sorunları, semptomlar ve yan etkilere indirgenmişe benzemektedir. Rose aşırı talepkârdır ve kızının sunduklarından hoşnutsuzdur, verdiği bir bardak suyun niteliği bile sorun olabilmektedir. Rose her şeyden, herkesten ve sağlığından olduğu gibi kızından da sürekli müştekidir. “Annem çok severdi o ifadeyi: Hafif küskünlük, biraz kızgınlık esintisi […] dünyaya karşı da silik bir yakınma barındırıyordu o ifade.” Beri yandan bütün bu sağlık sorunları ve bunlardan ötürü yakınıp durmak onun yürümesini sağlayamasa da metaforik anlamıyla ayakta tutmaktadır belki de.

“Annemin ayakları çoğunlukla grevde ama ne için müzakere ediyorlar, uzlaşmayı kim bozuyor bilmiyorum hiç. Ayakları kırk üç numara. Çenesi geniş. Atalarımız sürekli kavga ettikleri için çeneleri ileri doğru çıkık kalmış. Sızlanıp durmak, kuvvet gerektirir. Annem de onu yakınmalarından uzaklaştırmak isteyen herkesi kuvvetli çenesiyle savuşturuyor.” (s. 123)

Kendisine dair az şey bildiğini söylese de büsbütün farkındalıksız değildir Sofia, en azından annesi konusunda bazı görüler edinmiştir:

“[Annemin] hayatımı gasp eden bir gangster olduğunu hissediyorum.” (s. 132)

“Anneme olan sevgim balta gibi. Çok derin kesiyor.” (s. 135, 174) [Bu cümle romanda iki kez yinelenir.]

Bununla birlikte arzu dünyası belirsizliklerle doludur Sofia’nın. İspanya’da iki kişiyle beraber olur, Juan’la ve Ingrid Bauer isminde bir Alman kadınla. Özellikle Ingrid’le ilişkisini çözümlemekte zorlanır hem onun ne istediğini hem de kendisinin ne arzuladığını tayin etmekte tereddütlerle doludur.

“Kim bu Ingrid Bauer? Nelere inanıyor, kutsal bayramları var mı? Ekonomik özgürlüğü elinde mi? Âdet dönemlerindeki alışkanlıkları ne? […] Bir ruhu olduğuna inanıyor mu? İnanıyorsa, bu ruhun başka şeylerin içinde de vücut bulduğu oluyor mu? Mesela bir kuşun ya da bir kaplanın? Akıllı telefonunda Uber uygulaması var mı? Dudakları yumuşacık.” (s. 99-100)

“Arzuyla çarpılıp kalmıştım. Bir arzu taşkınlığı. Hiç fark etmediğim birine dönüşüyordum. Kendimden korkuyordum.” (s. 102)

Annesinin tedavisi uzun süre çok olumlu gitmez, daha doğrusu Dr. Gómez de İngiltere’deki hekimler gibi yaptığı tetkiklerde Rose’un ayaklarının tutmaması için yeterli nedenlere ulaşamaz, tek görebildiği yaşlı kadının çok sayıda lüzumsuz ilaç kullandığıdır. Gelgelelim bu tedavi sürecinde yaşadıkları Sofia’da büyük değişimlere neden olur. İspanyol hekimin kimi gözlem ve sözlerinin de etkisi vardır bunda (“Kendinize ait bir hayat kurmaktan korunmak için annenizi bir kalkan gibi kullanıyorsunuz,” der mesela), ama esas olarak o günlerde girdiği ilişkiler, tanıştığı insanlar ve onlarla temaslarıdır zihnini açan. Ağırlık Ingrid’le ilişkisindedir, “Kendimle ilgili bildiğim her şey çatlıyor ve çekici de Ingrid tutuyor,” der. Bu süreçte giderek hayata karşı yeni bir yaklaşım edinir.

“Kendime yeni bir amaç bulunca ayaklarım birbirine dolanmamıştı. Bir amaç duygusu gürlüyordu içimde. […] Tek bir amacı olan, onun dışındaki her şeye kapalı birine dönüşmüştüm. Bir amacın olduğunda bazı şeyleri kazanıp bazılarını da kaybetmeyi göze alıyorsun fakat buna değiyor mu, bilmiyorum.” (s. 109-110)

Roman ilerledikçe sadece Ingrid’le ilişkisi üzerinden kendi arzu dünyasını sorgulamaya başlamaz, yıllar sonra ilk kez babasının yanına Yunanistan’a gitmeye de cesaret eder. Babası Sofia’dan birkaç yaş büyük bir kadınla evlenmiştir ve kısa süre önce bebekleri olmuştur.

Dış Gözlem İç Karmaşa

Sıcak Süt’ün bir yanıyla kendini keşfetme romanı olarak değerlendirilebileceğinden söz etmiştim. Sofia’nın iç dünyasındaki karmaşalar, değişimler romanda etkileyici ve sürükleyici bir kurguyla veriliyor. Roman kişileri buraya kadar söz ettiklerimden ibaret değil – olay örgüsü de! Saydıklarımın yanı sıra İspanyol hekimin kızı, Ingrid’in sevgilisi, Sofia’nın babası ve üvey annesi de onun kendisiyle yüzleşmesine, kapalı kabuğunun çatlamasına neden olur. Bütün bunlar romanın bir iç dünya romanı olduğu izlenimi uyandırmış olabilir, ki öyle olduğu rahatlıkla söylenebilir, ama şunu özellikle vurgulamak gerekir: İç dünya Sofia’nın içe dönük düşünceleriyle değil dışarıdakilerle farklı biçimlerde girdiği temaslarda berraklık kazanıyor. Bunun yanı sıra Sofia olayların geçtiği yer ve zamanla ilgili daha “dışsal” durum ve olgulara da çok uzun boylu olmamakla beraber değiniyor. Dış dünya konusunda antropolog olmasının ona sağlam bir gözlem ve değerlendirme yeteneği kazandırdığı açıktır.

Kaldıkları yerin yakınlarındaki “hayalet gibi görünen beyaz plastikler” Sofia’nın dikkatini çeker mesela. Juan onları şöyle tanıtır Sofia’ya:

“‘Sera onlar,’ dedi. ‘O çöl tarlalarının içinde hava kırk beş derecenin üstüne çıkabiliyor. Kaçak göçmenler süpermarketler için domates ve biber topluyor orada. Ama yaptıkları iş hemen hemen kölelik.’” (s. 12)

Doğayla iç içe yaşanan bir tatil beldesinde geçiyor Sıcak Süt, ama roman boyunca güzelim doğanın insanlar tarafından nasıl sürekli olarak işgal ve tahrip edildiği de sezilir. Sofia’nın dikkatli ve ehil gözleri bunları da tespit etmekten kaçınmaz.

“Plajın sağında, yapımı henüz bitmemiş otel ve binaların dağlarda birer cinayet gibi durduğu yerde, bir depoda yeşil-gri karışımı çimento tozlarının biriktiği dalgalı tepeler vardı.” (s. 37) [Vurgu eklenmiştir.]

Benzer bir gözlem de İspanya’ya gelmelerinin öncesinden. Kliniğe ödeyecekleri ücret için kredi çekmeye gittikleri bankadan:

“Her yerde bankaların bizi ne kadar önemsediği mesajını veren posterler asılıydı; sanki en büyük meseleleri insan haklarıymış gibi davranıyorlardı.” (s. 40)

Kendi iç karmaşaları ve annesinin rahatsızlıkları gözlerini kör etmemiştir Sofia’nın. Medusa onun taş kesilmesine neden olmuşsa da gözleri özellikle dışarısı ve başkaları konusunda hayli açıktır. Ingrid’in sevgilisi Matthew’ın daha iyi sunum yapmaları konusunda eğitim verdiği şirket CEO’larına “bir persona, markaları adına düzgünce konuşabilecekleri bir maske inşa” ettiğinin farkındadır. Ya da plajda gördüğü dokuz-on yaşlarındaki kız öğrencilere bakarken şu sorular geçer zihninden:

“Depremlerden, sellerden, iklim değişikliğinin neden olduğu kuraklıklardan sonra hayatta kalabilecekler mi? İşçilerin köle gibi çalıştırıldığı, fırın gibi seralarda yetişen domates ve kabaklar için süpermarket arabasına bozuk para atacaklar mı?” (s. 154)

Nasıl bir dünyada yaşadığımızın izleri bunlardan ibaret değil. Ekonomi de var kuşkusuz. Roman Yunanistan’ın ekonomik krizde olduğu dönemde geçiyor ve Sofia’nın kendisinden dört yaş büyük üvey annesi bir ekonomisttir. Sofia’nın babasından doktorasına devam edebilmek için para istemeye geldiğini öğrendikten sonra sohbetlerin konusu sıklıkla ekonomiye döner.

“Ekonomik krizden bulaşıcı bir hastalık gibi bahsediyordu. Borç, Avrupa’ya yayılan şiddetli bir isyan, bulaşıcı ve aşı gerektiren bir salgındı. Bu enfeksiyonun nasıl ilerlediğini izlemekse onun [Sofia’nın üvey annesinin] işi olmuştu.” (s. 189)

Gelgelelim, Sofia artık İspanya’ya gelmesinden önceki Sofia değildir. “Euro bölgesinden böylesine düzensiz bir çıkışın Amerika’yı etkilemeyeceğini düşünme, Sofia,” dendiğinde, “Düşünmüyorum zaten,” diye geçirmektedir içinden, “Ingrid’i, çatlak dudaklarıma bal sürdüğü o geceyi ve kendimi hoş kokulu bir meyve gibi hissedişimi düşünüyorum.”

Dünyanın nasıl bir yer olduğunun, nasıl bir yere dönüştüğünün izleri hep dışarıda değil kuşkusuz. Hatta yaşanan değişimin motorunu besleyen enerji çoktandır içeride, insanların zihniyetlerinde. Sofia hâkim zihniyeti en net biçimde, “Babam sadece kendi çıkarına olan şeyler yapar,” demesi üzerine üvey annesinin söylediklerinde görür: “Bana deliymişim gibi bakıp güldü. ‘Neden kendi çıkarına olmayan şeyler yapsın ki?”

“Kendi çıkarına olmayan şeyleri yapacak kadar nezaketin sütüyle dolu değil memeleri. Babamınkiler de değil. Onların yaşadığı mükemmel bir eşleşme, üstelik bir de dünyalarını benimkinden daha güvenilir hale getiren bir tanrıya iman ediyorlar.” (s. 194-195)

Birlikte Yaşamaya Dayanamadığımız Bilgiler

Deborah Levy’nin otobiyografik anlatısı Bilmek İstemediğim Şeyler’de bir-iki yerde Eve Yüzerken’e ve bu romanın yazılma sürecine atıflar var. (Levy’nin bu romanı Bilmek İstemediğim Şeyler’den dört yıl önce Türkçede Eve Yüzerken adıyla basıldığı halde bu kitapta sürekli Eve Yüzmek diye anılıyor.) Levy’nin henüz Türkçede yayımlanmayan The Cost of Living/ A Working Autobiography [“Yaşamanın Bedeli/ “İşleyen Bir Otobiyografi” şeklinde çevrilebilir] başlıklı bir başka otobiyografik anlatısındaysa Sıcak Süt’e de değiniyor Levy. Annesinin vefatını izleyen günlerde sıkıntılı bir yas dönemi geçirdiğini okuruz, bu dönem boyunca annesine seslenmemiştir. Onunla ilk konuşmasında yazmakta olduğu romandan söz eder.

“Annemin vefatının ardından onunla ilk kez konuşuyorum. O dinliyor. Ben dinliyorum. Bu bir yenilik. Ona bir anneyle kızı hakkında bir roman yazdığımı söylüyorum. Uzun bir sessizlik oluyor. Nasılsın annem benim, her neredeysen?”

The Cost of Living’te Deborah Levy yirmi yıldır beraber olduğu eşinden ayrılmasının ardından yaşadıklarını anlatıyor. Büyük kızı da o dönemde üniversiteye başladığı için dört kişilik ailesi birdenbire iki kişiye düşmüştür. Ciddi ekonomik sıkıntıları vardır, yıllarca oturduğu Viktoryen tarzdaki evden tuhaf bir apartmana taşınmıştır. Çalışma imkânı yoktur bu yeni evde – ama içindeki saklı su tesisatçısı ortaya çıkmak zorunda kalmıştır! Bir arkadaşı evinin arkasındaki barakada çalışabileceğini söyleyince orayı düzenler ve bu barakada çalışmaya başlar Levy. Barakadaki ilk gününde masaüstü bilgisayarını kurduktan sonra yere oturup birbirine girmiş kabloları çözmeye ve kutular dolusu günlükleriyle kitaplarını tasnife girişir. “Benim kuşağımdan bir yazara eşlik eden bunca kâğıtla ne yapacağımı merak ediyordum,” dedikten sonra kutuların içeriğini sayar: Tiyatro metinleri, film senaryoları, librettolar, roman taslakları. Bunların hepsi farklı teknolojilerle yazılmıştır, kimi daktiloyla, kimi elektrikli daktilo ya da çok eski bilgisayarlarla. Günlüklerinden bazısı 1985 yılındandır. Bunlardan birini yirmi altı yaşında çiziktirmiştir ve “o” kelimesini içermektedir.

“O bilmekle ve bilmemekle başlar, bir bardak süt, yağmur, bir sitem, çarpılmış bir kapı, bir annenin keskin dili, bir salyangoz, yenmiş tırnaklar, açık bir pencere. Bazen çok kolaydır ve bazen de dayanılmaz.

O neydi? Bilmiyorum. Bir bardak süt ipucu olabilir. Daha sonra bu barakada yazacağım ve adını Sıcak Süt koyacağım romanın en eski başlangıcı olabilirdi.”

Deborah Levy, bir bardak süt imgesinden söz ediyor, Sıcak Süt’ün ilk notları olma ihtimalini güçlendiren bir şey daha var: “Bir annenin keskin dili.” Bununla birlikte Levy’nin yirmi altı yaşında yazdığı, ne olduğunu hatırlamadığı bu metindeki bir başka kelime, “yağmur” da bir başka romanın ilk izlerine dair bir ipucu olabilir, çünkü yağmur da Eve Yüzerken’de önemli yer tutan bir imgedir.

Romanın kahramanlarından Kitty Finch’in hayranı olduğu şair Joe Jacobs’un (gerçek adı Jozef Nowogrodzki’dir, 2. Dünya Savaşı sırasında çocuktur ve Polonya’dan İngiltere’ye kaçmış, bir daha evine dönememiştir) ailesi ve bir başka çiftle beraber tatil yaptıkları Fransa’daki yazlık villaya gelmesiyle başlar roman. Kitty, Joe’yla aralarında hayli sıra dışı bir bağ olduğunu düşünmektedir.

“‘Joe’nun şiirleri, her şeyden öte, benimle yaptığı bir sohbeti andırıyor. Benim sık sık düşündüğüm şeylerle ilgili yazıyor. Onunla, tek bir sinir sistemini paylaşan iki kişi gibiyiz.’” […] Kendisi bile nasıl olduğunu doğru dürüst anlayamazken, Joe’yla telepati yoluyla haberleştiğini Isabel’e nasıl anlatabilirdi?” (s. 58)

Kitty, bir otelin barında buluştuklarında Joe’nun koluna dolmakalemle kazıyarak boylamasına “Yağmur yağıyor” diye yazar. Joe, bunu neden sevdiğini sorduğunda, “Çünkü her zaman yağmur yağıyor,” diye yanıt verir önce, peşinden, “Eğer üzgünsen, her zaman yağmur yağar,” diye ekler. Anlatıcı Joe’ya geçer burada.

“[Joe’nun] gözleri, genç kadının eline kazıdığı kara yağmura daldı ve bu yazının onun direnmek için verdiği kararı yumuşatmak için oraya kazınmış olduğunu düşündü. Kitty akıllıydı. Yağmurun neler yapabileceğini biliyordu. Yağmur sert şeyleri yumuşatırdı.” (s. 140)

Yağmur imgesiyle, Eve Yüzerken’de birkaç kez daha karşılaşırız, Joe’nun kızı Nina ve karısı Isabel için de önemlidir yağmur, yağışıyla ve ritmiyle. Kim için önemli değildir ki, insanın ruh halini hemen etkiler, romanda geçtiği gibi “sert şeyleri yumuşatır” ya da bazen bir şeylerin üzerimize yağmur gibi dökülmesini arzularız, romanda Isabel ifade eder bunu, “Aşkının üzerime yağmur gibi yağdığını hissetmek isterdim,” der.

Levy’nin yirmi altı yaşındayken günlüğünün sayfasına sıraladıklarının arasında “yağmur” kelimesinin bulunmasını Eve Yüzerken’in erken taslaklarından biri ya da bir tür esin kaynağı olarak yorumlamak ne kadar yerinde olur bilemiyorum, ama Levy’nin yağmurda, yağmurun insanlarda neden olduğu duygulanımlarda edebi bir esin bulduğunu söylemek daha mümkün. Bu noktada Eve Yüzerken’de Nina’nın babasıyla ilgili şu tespitinin Levy’nin edebiyatı için de geçerli olduğunu düşünebiliriz.

“Babam bütün yaşamını insanların neden boğazlarında gıcık olduğunu, yüreklerinin pır pır ettiğini, bacaklarının karıncalandığını, içlerinin paralandığını, tepelerinin attığını anlamaya çalışmakla geçirdi.” (s. 166)

Deborah Levy’nin sadece kurmacalarında değil özyaşamsal metinlerinde de merkezi dertlerinden biri insanların iç dünyalarında olan bitenin nedenlerini aramak, sormak. Sıcak Süt’ten söz ederken daha çok Sofia üzerinde durdum, ama Rose ve Ingrid’le, hatta romanda arka planda kalan öbür roman kişileriyle ilgili olarak da benzer sorulara yanıt arandığını ya da yeni sorular sorulduğunu söylemek mümkün. Benzer biçimde Eve Yüzerken’deki Joe’nun kızı Nina ve karısı Isabel için de geçerli bu durum, hatta komşuları Madeleine Sheridan için de (“keskin dilli” bir başka yaşlı kadındır bu, bu haliyle Sıcak Süt’teki Rose’u andırır!) Bu gibi sorulara tam ve kesinlikli yanıt bulmak kolay değildir, iç içe geçmiştir, karmakarışıktır. Tam yanıt bulduğunu zannederken yeni sorularla karşılaşmak kaçınılmazdır. Sofia önce şunu sorar mesela.

“Ingrid’in benden ne istediğini bilmiyorum. Hayatımın özenilecek bir yanı yok. Ben bile istemiyorum bu hayatı. Işıltıdan yoksun hayatım yüzünden […] kendi ayaklarımın üzerinde duramıyorum ama o beni arzuluyor, benden ilgi bekliyor.” (s. 168)

Sayfalar sonra yanıt bulmuş gibidir, ama… bu yanıt bu kez kendisiyle ilgili yeni sorulara giriş ya da başlangıçtır aynı zamanda.

“Ingrid Bauer’i anlamaya başlamıştım. Beni her seferinde öyle veya böyle bir köşeye atıyordu çünkü sınırlarımın kumdan yapıldığını biliyordu. Ona izin veriyordum. Evet, ona dile getirmediğim bir rıza gösteriyordum çünkü benim çıkarıma olmayacaksa bile bundan sonrasını bilmek, yaşamak istiyordum. Kendine zarar veren biri miyim ben, acınası şekilde etkisiz ya da boş vermiş biri? Belki sadece bir denek ya da işinde gücünde bir kültür antropoloğuyumdur. Yoksa yalnızca âşık mıyım?” (s. 234)

Bunların kesinlikli yanıtlarının peşinde değil Levy. Sanırım peşinde olduğu soruların doğduğu, ortaya çıktığı anları ve kişilerin bunların farkına vardıklarındaki duraksamalarını tespit etmek. Bilmek İstemediğim Şeyler’de şöyle izah eder bunu.

“Bir kurmaca yazarının karakterlerinin uzun soluklu dileklerini nasıl yeneceklerini çözmek için kullanabileceği yöntemlere gelince – bence yazmanın amacı işte bu duraksamanın öyküsü.” (s. 17)

Burada sözünü ettiği “duraksama” fikrini Polonya’da tanıştığı tiyatro yönetmeni Zofia Kalinski’nin şu sözlerinden esinlendiğini de aktarır.

“Bir şey dilerken her zaman çekiniriz. Benim tiyatromda çekinmeyi gizlemek değil göstermek isterim. Çekinmek duraksamakla aynı şey değil. Bir arzuyu yenme girişimidir. Ama bu arzuyu yakalamaya ve onu dile dökmeye hazır olduğunuz zaman fısıldasanız bile izleyici sizi işitir.” (s. 16)

Bazı sorulara yanıt bulmak için aşılması gereken engellerden bir kısmı da içimizde olabilmektedir. Bir yandan yanıt arar gibi yaparken öbür yanda bu yanıtlardan kaçınabildiğimizi, kendimizle, hayatımızla ya da başkalarıyla ilgili “bilmek istemediğimiz şeyler” bulunduğunu akılda tutmak ve bunların da peşini kovalamak gerekir. Deborah Levy’nin bu meseleyi de dert ettiği anlatısına Bilmek İstemediğim Şeyler başlığını koymasından anlaşılıyor.

The Cost of Living’te Sıcak Süt’ün yanı sıra Eve Yüzerken ve Bilmek İstemediğim Şeyler’den de söz ettiği yerler var Levy’nin.

“Bu benim Bilmek İstemediğim Şeyler’deki temamdı. Orada bilmediğimiz şeylerin bir biçimde bildiğimiz ama çok yakından bakmak istemediğimiz şeyler olduğunu ileri sürmüştüm.”

Bilmek İstemediğim Şeyler’de de bu konuda Eve Yüzerken’e atıf yer alır.

“Bu kitabı [Eve Yüzerken’i] yazarken kendime sorduğum sorunun (cerrahların dediği gibi) kemiğe çok yakın olduğunu fark ettim: ‘Birlikte yaşamaya dayanamadığımız bilgileri ne yaparız? Bilmek istemediğimiz şeyleri ne yaparız.’” (s. 101)

Şu cümle de Eve Yüzerken’den, Isabel’in iç konuşmasından. “Bilginin, mutlu etmek yerine, hiç görmek istemeyecekleri şeyleri görünür kılma olasılığı vardır.” Belli ki bu mesele Deborah Levy’nin temel dertlerinden. Eve Yüzerken’de çok daha ön plandadır, Joe’nun hayatı çocukluğunda Polonya’daki evinden kaçmak zorunda kaldığını unutmaya çalışmakla geçmiştir. Bu bilginin varlığına dayanabilmek onu hep zorlamıştır. Kızı Nina da romanın ana olay örgüsünün üzerinden on yedi yıl geçtikten, yeni bir yüz yılın ilk on yılı geride kaldıktan sonra şöyle seslenecektir babasına:

“Ünlü insanların biyografilerini okurken, okuduklarımın gerçekten ilgimi çekmesi için, bu kişilerin ailelerinden kaçıp yaşamlarının geri kalanını onları unutmak için harcamış olması gerekiyor.” (s. 167)

Bilmek istemediğimiz şeyler bahsi, Eve Yüzerken’in yanı sıra Sıcak Süt’ün de meseleleri arasındadır. Sofia’yı kötürümleştiren, taş kesilmesine neden olan Medusa’lar sadece annesi, annesinin rahatsızlığı değil kendi tutumlarıdır aynı zamanda. Babasıyla yıllarca yüzleşmekten kaçınmış olması bir şeyleri bilmek istememesindendir, aynı biçimde annesinin tatsız davranışlarına karşı çıkamaması da bir yanıyla bunları bilmeye çok yakın olmasındandır.

Kurmaca Metinlerle Özyaşamsal Metinlerin Birlikte Varoluşu

Yaşayan yazarların kurmaca yapıtlarıyla özyaşamsal metinlerini birlikte okuma fırsatı her zaman mümkün olmaz. Özyaşamsal metinleri kurmaca yapıtlarını yazdıktan yıllar sonra, artık hatıra yazma yaşına geldiklerinde kaleme almayı yeğlerler genellikle. (Günlükler kurmaca yapıtlarla eşzamanlı olarak yazılıyor olabilir, ama onların yayımı da –istisnalar dışında– yıllar sonra gerçekleşir.) Bu nedenle Levy’nin “işleyen” özyaşamsal anlatıları, odaklarına aldıkları meselelerin yanında, yakın zamanda yazdığı ya da yazmakta olduğu kurmacalar ve genel olarak edebiyat anlayışı hakkında ipuçları barındırdıkları için de önemli metinler.

The Cost of Living’te barakada çalıştığı sıralarda Eve Yüzerken’in filme çekilmesi teklifi geldiğini de anlatır Levy. Yaptıkları toplantıda romanda kimin ana karakter olduğu sorulur: Kitty mi, Joe mu? Levy bu soruya şöyle bir yanıt verir: Film Joe’nun filmi olacaksa senaristlerin onun geçmiş hikâyesini tamamlamaları gerekecektir. Oysa roman boyunca Joe’yla arasında telepati olduğunu iddia eden Kitty’e bu görevin verilmesi daha ilgi çekici olacaktır. Senaryoyu kendisinin yazabileceğini düşünür Levy, Kitty’nin bakış açısını biliyordur ve bu şekilde yazıldığı takdirde flash-back’lere ihtiyaç olmayacaktır. Geçmişle şimdinin birlikte var oldukları bir tekniğe romanda da başvurmuştur. Yapımcılar ona inanmazlar ve romanın ana ve yan kahramanlarının listesini hafta sonuna kadar e-postayla bildirmesini isterler. (Eve Yüzerken Internet sinema veri tabanı imdb’de halen “yapım aşamasında” görünüyor.)

Edebi metinlerle ilgili klişeleşmiş sorular bazı yapıtlarda boşa düşmeye yazgılıdır. Eve Yüzerken’de ana kahraman / yan kahraman ayrımı yapmaya çalışmak da böyle. Romanın kurgusu içinde Kitty’le Joe’yu böyle bir tasnife tabi tutmak hiç kolay değil. Joe şiirleriyle Kitty’i etkilemiştir, ama okur da bütünüyle etkisiz eleman değildir, okuduklarının derininde gördüklerini Joe’ya aktarır o da. Kitty’nin Joe’yla arasında bir telepati olduğu iddiası gerçeküstü olarak görülmeye müsait, ama edebiyat bizzat yazarla (şairle) okur arasında başka kimsenin müdahil olamayacağı telepatik bir ilişki tesis etmez mi kimi zaman? Ya da aralarındaki bir tür yazgı ortaklığından söz edilemez mi? Üstelik Eve Yüzerken’de olduğu gibi nadiren iki taraflı da işlemez mi bu “telepati?”

Levy’nin romanlarında kişilerin kendileri ya da başkaları hakkında sıklıkla tumturaklı tespitlerde bulunmalarına rağmen sorular hiç eksilmez, aksine çoğalır. Kişinin kendisiyle ilgili soruları ilişkide olduğu insanlar hakkında da sorular doğurur; tersi de geçerlidir: başkasına, hatta dünyaya dair sorulan sorular insanın kendisine de yönelebilmektedir. Sofia, Ingrid’e doğru çekilişini, kendindeki arzuyu anlamaya çalışırken aynı zamanda arzulanan olmakla ilgili sorularla da baş etmek durumunda kalır; Ingrid hakkındaki yeni soruların su yüzüne çıktığı yerdir burası. Benzer biçimde savaş muhabiri olarak “insanların anımsamasına yardımcı olmak için felaketlere tanıklık ede[n] ve bunları kayıt altına al[an] Isabel için de dünyayla ilgili soruların yanıtsızlığı kişisel dünyası için de geçerlidir.

“Dünya giderek daha da gizemli bir hale bürünmüştü Tıpkı kendisi gibi. Artık herhangi bir şey hakkında ne hissettiğini veya niçin öyle hissettiğini, ya da hiç tanımadığı birini villanın misafir odasına neden davet ettiğini bilmiyordu.” (s. 37)

Deborah Levy’nin özyaşamsal anlatılarında kurmaca yapıtlarına dair değinmeleri için de benzer bir şey söylemek mümkün. Bazı noktaları netleştirir, bazı soruları yanıtlarken bir yandan da yeni sorulara neden oluyor. Sanırım, bunun esas nedeni bu özyaşamsal anlatıların da okurla yazar arasındaki “telepatik” ilişkiye müdahil olmamasını yeğlemesi. Belirttiğim gibi, bu anlatılar kurmaca yapıtları açmak, açıklamak için yazılmış değiller zaten, Levy’nin her iki özyaşamsal anlatısı da özünde kadınların kendilerini ortaya koymaları, seslerinin çıkması ve yazmaya karar verdiklerinde neler yaşadıkları, nelerle baş etmek, nelerle savaşmak zorunda oldukları hakkında. Haliyle kendi hayatından söz ederken yazdığı romanlardan da söz ediyor.

Kadının Gücünün Neden Olduğu Tehdit

Arkadaşının arka bahçesindeki barakada çalışmaya başladığı günlerde Medusa mitini araştırdığından da söz ediyor Levy. Bu mitin giderek içinde yer yaptığını ama bundan hoşnutluk duyup duymadığından emin olmadığını belirtiyor. Medusa hem çok güçlü hem de çok üzgün bir kadındır ona göre. Gözlerine bakanı taşa çevirmektedir. Ne var ki bu lanetin varacağı son kafasının bedeninden ayrılması olacaktır. (Bu kafa kesilmesi bahsi Sıcak Süt’ün kurgusu içinde de önemli yer tutuyor, ama romanı okumamış olanların okuma zevkini kaçırmamak için daha fazla değinmiyorum.) Levy, bu mitle ilgili olarak Robert Graves’in yorumunu aktarıyor. Kafasının kesilmesinin nedeni Graves’e göre kadının gücünün neden olduğu tehdide son verme ve erkeğin hükümranlığını tesis etme girişimidir. Bunun ardından, “Meğer,” der Levy, “Medusa benim yeni romanıma girmeye başlamış.” Bu kadarcık değindikten sonra kocasının asla gözlerine bakmamasından şikâyet eden bir arkadaşından bahsetmeye başlar. Bu duruma bizzat kendisi de tanık olmuştur. Arkadaşı kocasının bu pasif şiddetinden kaçınmak için geç saatlere kadar çalışmaktadır.

Bu durumun yaygınlığının da altını çiziyor Levy, tanıdığı pek çok güçlü kadının aileleriyle yaşadıkları evleri yuva gibi görmediklerini, bir eş olmaktan daha başka, daha fazla statüleri olan işyerlerinde zaman geçirmeyi yeğlediklerini belirtiyor. Levy, George Orwell’in “Bir Fili Vurmak” başlıklı denemesinde (Türkçede Nasıl Yazıyorum içinde, Sel Yayıncılık, çev. Levent Konca, 2013.)  emperyalistin baskı altında tutmaya çalıştığı yerli halkın yanında bir maske giydiğini ve yüzünün bu maskeye uymak için şekil değiştirdiğini not ettiğini aktardıktan sonra, bunun günümüzün modern ve tartışmasız biçimde güçlü olan kadınları için de geçerli olduğunu belirtiyor. Onlar da maskeler takmaktadırlar ve yüzleri bu maskeye uymak için şekil değiştirmektedir, bütün çeşitlemeleriyle. Evlerinin esas gelirini kazanan kadınlar her türlü başarılarında kocaları tarafından sinsice cezalandırılmaktadır. Kadın, kocasından yeteneklerini bir kenara bırakmadığı takdirde artık sevilmeyeceğine dair ölümcül mesajlar alıp durmaktadır. Levy’e göre kocanın yüzü de maskesine göre şekil değiştirmektedir ve onun yüzünü koruyabilmesi için kadın da, erkek de yalan söylemektedir ve her ikisi de bunun farkındadır.

“Adam patriyarkanın maskesinin anormal ve sapkın olduğunu bilir ama kendisini yaralanmaktan koruyacağı için kullanışlıdır. En süslü haliyle maske, çocukların, kadınların ve başka adamların gözlerini korkuturken aklı başında görünmesine de yardım etmektedir. Hepsinden öte başka adamlar tarafından başarısız görülme endişesinden korumaktadır.”

Deborah Levy özyaşamsal anlatılarında sadece kendi hayatını anlatmıyor, az önce örneğini verdiği gibi başka kadınların başlarından geçenlerden de söz ediyor, nadiren erkeklerin ya da eşcinsellerin de. The Cost of Living’te karısından söz ederken adını hiç anmadığı için dikkatini çeken bir meslektaşına da değiniyor. Bu adam sürekli “karım” demektedir. Onu dinlerken, “Kadının adı yok. O sadece bir eş,” diye düşünür Levy.

“Erkek meslektaşımın sosyal etkinliklerde buluştuğu kadınların çoğunun adını neden unuttuğunu merak ettim. Sürekli onlardan birilerinin eşi, kız arkadaşı diye söz ederdi, bütün bilmem gereken bundan ibaretmiş gibi. Adımız yoksa bizim, kimiz ki?”

Duygu Asena’nın 1987’de yayımlanan meşhur Kadının Adı Yok’unu hatırlamamak mümkün mü?

Aynı Yıldızın Ocağında Dövülmüş Atomlar

Levy’nin özyaşamsal anlatılarının odağında kadınların yazarken neler yaşadıkları olduğundan söz ettim yukarıda. Bilmek İstemediğim Şeyler, öncelikle George Orwell’in “Neden Yazıyorum” denemesine (Neden Yazıyorum, Sel Yayıncılık, 2013, çev: Levent Konca) bir yanıt olarak değerlendiriliyor.

“Orwell saf egoizmin bir yazar için gerekli olduğunu söylerken belki de kadın yazarların saf egoizmini düşünmüyordu. En kibirli kadın yazarın bile, bırakın Aralık ayına kadar dayanmayı, Ocak ayını atlatacak kadar direngen bir ego edinebilmek için mesai yapması gerekir.” (22)

Bununla birlikte bu kitap geçmişte ve günümüzde kadın yazarın nelerle baş etmesi gerektiğini anlatan bir metin değil sadece, Levy’nin hayatının farklı dönemleri de iç içe geçerek anlatılıyor – Güney Afrika’daki çocukluğu, Mandela’nın yoldaşı bir beyaz olan babasının tutuklanmasıyla sesinin (kelimenin sözlük anlamıyla) çıkmaz hale gelişi, babasının tahliye edilmesinin ardından gittikleri İngiltere’de oradakilerden farklı yaşayışları olan göçmenler olduklarının farkına vardığı ve yazar olmayı kafaya koyduğu ilk gençlik yaşları ile kendi yaşantısıyla savaş içinde olduğu sonraki zamanlar. The Cost of Living’te yirmi yıllık eşinden boşanmasının ardından kendisine yeni bir hayat kurmasını, bu sırada karşılaştığı zorlukları anlattığından söz etmiştim. Bu dönemde annesini de kaybeder Levy, bu da ayrı bir zorluk olur onun için. Kadınlardan bu kadar çok söz ettiği kitaplarında annesinin hayatına pek az değinir, ama onun nasıl bir hayat sürdüğünü öğrenebilmek için güçlü bir referans verir. Aslında bu referansı veren Levy’nin annesidir. Annesi, Doris Lessing’in ikinci romanı Martha Quest’te (Everest Yayınları, 2015, çev: Süha Sertabiboğlu) kendisinin Güney Afrika’nın beyaz sömürgeci kültürünün sterilliği ve cehaleti içindeki büyümesinin hikâyesinin de anlatıldığını söylermiş.

Türkçede bir de öykü kitabı yayımlandı Deborah Levy’nin: Siyah Votka. Bu kitaptaki öykülerde de Levy’nin romanlarında dert ettiği meselelere rastlamak mümkün. Hatta imge ya da görüntülere de. Mesela Bilmek İstemediğim Şeyler’de anlattığı bir sahne var. Varşova’dan Krakow’a giden trenin kompartımanında annesiyle, kız kardeşiyle ve sevgilisiyle vedalaşan asker, önce annesinin elini, sonra kız kardeşinin yanaklarını, son olarak da sevgilisinin dudaklarını öper. “Siyah Votka” öyküsünde bu sahne neredeyse birebir anlatıcının rüyası olarak yer alıyor. Bu öyküdeki arkeolog kadına öykünün anlatıcısı, “Beni bir arkeolojik sit alanı olarak görüyorsun,” der; benzer bir tespiti de Sıcak Süt’te Ingrid Sofia için yapar: “Senin için herkes potansiyel saha çalışması. Rahatsız edici bu tavrın. Sanki devamlı beni izliyorsun. Antropoloji okumakla onu hayata geçirmek arasındaki farkı bildiğinden emin değilim.” Bir başka öyküde, “Ülkelerini, yuvalarını, çocuklarını, kız kardeşlerini ve kuzenlerini kaybettikleri için ormanda saklanan var mıdır diye merak” eder öykü kişisi. Burada da Joe Jacobs’u hatırlamak mümkün, o da çocukluğunda Nazilerden kaçarken (ülkesini, yuvasını… kaybetmenin ilk günlerinde) ormanda saklanmıştır.

Siyah Votka’daki öyküler 21. yüzyılda Avrupa’nın farklı ülkelerinde geçiyor. Bu öykülerde modern gündelik hayattan kısa kesitler var, sızılar, özlemler, geçmişin şimdiye taşması ve belki de en çok hareketli bir dünyada kendi koordinatlarını bulamamanın sıkıntısı… Çok farklı hayatların nasıl çok da yakın olduğunu hissettiriyor Levy’nin öyküleri. “Yıldız Tozu Ülkesi”ndeki şu tespit öykülerdeki bu genel havanın da bir özeti sayılabilir:

“Hepimiz bir zamanlar bir yıldızın ocağında dövülmüş atomları soluyoruz. Onların içinde sizin hayatınızdan kırıntılar var ve onların hayatı da sizin içinizde. Size ne dediklerini duyuyor musunuz?” (s. 59)

 •

 

YAZIDA DEĞİNİLEN KİTAPLAR


Deborah Levy, Sıcak Süt
, çev. Eda İşler, Everest Yayınları, 2020

Deborah Levy, Eve Yüzerken, çev. Elvan Kıvılcım, Everest Yayınları, 2015

Deborah Levy, Bilmek İstemediğim Şeyler,  çev. İnci Asena Everest Yayınları, 2019

Deborah Levy, Siyah Votka, , çev. Işılar Kür Everest Yayınları, 2018

Deborah Levy, The Cost of Living/ A Working Autobiography, Bloomsbury Publishing, 2018