Coetzee’nin dünyasında öteki olana yakından bakmak

"Ayrıksı tavırlarıyla toplumsal normların dışına çıkan ve yalnızlaşan Coetzee’nin başkarakterleri kendi doğrularının peşinden giderler. Zaman zaman çelişkiler içinde kaldıkları ve doğruyu bulmaya çalışırken bocaladıkları görülse de, hiçbir zaman çoğunluğun isteğine göre hareket etmezler. Bunun yanında kimi zaman okuru şaşırtan karanlık düşünceleri ve tuhaf fantezileri vardır."

15 Nisan 2021 17:26

Güney Afrikalı yazar John Maxwell Coetzee, 1983’te Michael K: Yaşamı ve Yaşadığı Dönem, 1999’da ise Utanç romanıyla Man Booker Ödülü’nü iki kez kazandıktan sonra 2003’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülür. 1974 yılında yayımladığı Dusklands isimli kitabından sonra edebi kariyerini birbirinden başarılı eserlerle sürdüren Coetzee pek çok edebiyat otoritesi tarafından yaşayan en iyi yazarlar arasında gösteriliyor. Ülkemizde henüz yeterince tanınmayan Coetzee ele aldığı konuların evrenselliği kadar dil ve üslup bakımından da öne çıkan ve roman sanatının hakkını veren, usta bir yazar. İngilizce literatürde Coetzee’nin eserleri üzerine yüzlerce metin kaleme alınmış olması da onun her yönüyle değerlendirilmesi gereken, derin bir yazar olduğu gerçeğini kanıtlıyor.

İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde de yaşayan Coetzee daha sonra Avustralya’ya yerleşmiş ve 2006 yılında vatandaşlık hakkı elde etmiş. Uzun süredir Güney Afrika’dan uzakta olsa da, pek çok büyük yazar gibi yapıtlarında doğup büyüdüğü topraklara geri dönüyor. Bu yazıda Coetzee’nin Güney Afrika tarihiyle özdeşleştirilebilecek Utanç, Barbarları Beklerken, Michael K: Yaşamı ve Yaşadığı Dönem romanlarından hareketle romancılığını ana hatlarıyla değerlendirecek ve Coetzee’nin dünyasına biraz daha yakından bakmaya çalışacağım.

Utanç iki ayrı düzlemde ilerleyen bir roman. Romanın başında üniversite hocası David Lurie’nin Melanie isimli öğrencisine ilgi göstermesi ve cinsel tacizle suçlanarak üniversiteden uzaklaştırılması ekseninde gelişen olayları okuruz. Kentten uzaklaşmak için kızı Lucy’nin çiftliğine giden David burada daha büyük bir olayla karşılaşacaktır. David ve kızının siyahiler tarafından saldırıya uğramasından sonra olay örgüsü bambaşka bir şekilde seyreder, dolayısıyla neredeyse iki ayrı kitap okuyormuş hissine kapılırız. David’in kişisel hikâyesiyle yola çıkan Coetzee bu hikâyeyi Güney Afrika’nın tarihiyle birleştirmiş olur böylece. Kitaba adını veren utanç kavramı da hem bireysel bir utanca hem de yıllardır varlığını sürdüren toplumsal bir utanca –siyah ve beyaz ayrımına– gönderme yapar. Bu arada kitabın orijinal isminin “shame” değil, “disgrace” olduğunu da eklemeli.

Hayalî bir imparatorlukta geçen Barbarları Beklerken ise imparatorluğu yönetenlerin barbar olarak niteledikleri yerli halkı nasıl düşman bellediklerini anlatan bir roman. Güçlü ve ezilen arasındaki ezeli mücadelenin bir izdüşümü olan olay örgüsü, gücü elinde bulunduranların zalim bir şekilde güçsüzü nasıl ezdiklerini gösteriyor. Alegorik bir eser olan Barbarları Beklerken’de ismi verilmeyen imparatorluğun neyi simgelediğini tahmin etmek zor değil. Tarihe bakmak yeterli.

Michael K: Yaşamı ve Yaşadığı Dönem ise hem fiziksel hem de zihinsel açıdan kusurlu bir gencin gözünden Güney Afrika’daki iç savaş ortamını aktarıyor. Cape Town’da başlayıp kırsal kesimde süren hikâye savaşın insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini gösterdiği kadar savaşın anlamsızlığını da vurguluyor.

Görüldüğü gibi savaş, ırkçılık, faşizm, utanç, adalet ve özgürlük temalarının öne çıktığı bu üç romanda çeşitli ortak noktalar mevcut. Şimdi bunlara daha ayrıntılı bir şekilde bakalım.

Anti-kahramanların yaman çelişkileri

Coetzee’nin üç romanında da başkarakterler anti-kahraman özellikleri taşır. Ayrıksı tavırlarıyla toplumsal normların dışına çıkan ve yalnızlaşan bu kişiler kendi doğrularının peşinden giderler. Zaman zaman çelişkiler içinde kaldıkları ve doğruyu bulmaya çalışırken bocaladıkları görülse de, hiçbir zaman çoğunluğun isteğine göre hareket etmezler. Bunun yanında kimi zaman okuru şaşırtan karanlık düşünceleri ve tuhaf fantezileri vardır. İnsanı en ilkel dürtülerine hapsolmuş, her türlü kötülüğü ve zalimliği yapabilen, güç ve iktidar peşinde koşarken değerlerinden kopabilen bir canlı olarak gösteren Coetzee maskelerimizle yüzleşmeye çağırır bizi. Ancak bu yüzleşmeye herkesin açık olmayacağını söyleyebiliriz.

Güçlü karakter analizleri yapan Coetzee’nin anti-kahramanlarına gelince; Utanç’ın başkarakteri David, Cape Teknik Üniversitesi’nde “Romantik Şairler” dersi veren bir öğretim görevlisi. Mesleğini sevdiğini söylemek zor. Öğretmenleri “post-dinsel çağın memurları” diye niteliyor ve eleştiri oklarını meslektaşlarına çevirmekten geri durmuyor. Kendisini “Eros’un Kölesi” olarak tanımlayan David kadınlara oldukça düşkün. Arzu ve ahlak ikileminde kalan pek çok insanın aksine, arzularını sonuna kadar tatmin etmek istiyor. 52 yaşındaki David’in kızı yaşındaki öğrencisiyle birlikte olması pedofiliye yatkın olduğunu gösterse de, bundan rahatsızlık duymuyor. Kadınlarla yaşadığı her deneyimin kendisini zenginleştirdiğini düşünüyor.

David’in toplumun genel kabulleriyle örtüşmeyen fikirleri üniversite yönetimi tarafından sorgulandığı sırada daha çok gün yüzüne çıkıyor. Ondan itiraf bekledikleri için kendini savunmak istemeyen David suçlu çıkma pahasına da olsa konuşmayı reddediyor. Buradaki sözleri herkesi rahatsız etse de, içinden geçenleri olduğu gibi paylaştığı için “dürüst” biri olarak nitelemek gerekir onu.

Barbarları Beklerken’in ismi verilmeyen başkarakteri Sulh Hâkimi köklü bir aileden gelir ve uzun yıllardır sınır bölgesinde görev yapar. Vergi toplamak, genç subayları denetlemek, askerî mahkemeye başkanlık etmek gibi yükümlülükleri vardır. Tıpkı David gibi görevini içselleştirmez, bir makine gibi ezbere hareket eder sanki. Birçok açıdan Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanındaki Giovanni Drogo karakterini hatırlatan Hâkim barbarlara yapılan işkencelere tanık olduktan sonra değişmeye başlar. Aslında başlangıçta insan yerine koymadığı barbarlar hakkındaki görüşleri yöre halkından pek de farklı değildir. Ancak gittikçe değişecek ve farklı fikirleri nedeniyle toplumdan dışlanacaktır. Hâkim’in yaşadığı dönüşümde işkence gören barbar kızlardan birini evine alması ve onunla birlikte olması da etkili olmuştur.

Hâkim’in toplum dışına itilme süreci hapse atılmasıyla sürer. Bir zamanların adalet koyucusu, barbarlara karşı olan ılımlı tavırları nedeniyle suçlu ilân edilmiştir artık. Tek kişilik hücreye konan Hâkim mahkeme ve sorgulama olmaksızın hapiste tutulur. İşkence görür, aç ve çıplak bırakılır, aşağılanır, yalnızlaştırılır. Coetzee’nin Hâkim’i bu konuma düşürmesi güçlünün fırsatını yakaladığı anda herkesi suçlu ilan edebileceğini, güçlüye karşı gelenin kim olursa olsun en acımasız şekilde cezalandırılacağını gösterir. İnsanlık tarihinde sıkça karşılaştığımız bir durum değil midir zaten bu?

Tavşan dudaklı, sıska ve zihinsel yetenekleri gelişmemiş Michael K, çocukluğundan beri çevresinden dışlanır. Islahevinde büyümüştür. Kimseyle doğru düzgün iletişim kurmamıştır, hiç arkadaşı yoktur. Kadınlarla da arası iyi değildir. Sadece annesi vardır ama onunla da samimi bir ilişki kuramaz. İnsanların arasında bulunmayı garipser. Toplama kamplarında karşılaştığı insanlar da onun yaşam tarzını ve kişiliğini yadırgarlar. Örneğin Robert isimli arkadaşı K’ya, “Bebek gibisin… Ömrün boyunca uyumuşsun” diyecektir. (s. 106) Coetzee’nin savaş ortamını yaşadıklarının ve hislerinin farkında olmayan bir karakter aracılığıyla anlatması bilinçli bir tercihtir kuşkusuz. İsim tercihiyle de bir başka uyumsuz karaktere, Kafka’nın K.’sına gönderme yapmıştır.

Üç kısımdan oluşan romanın ikinci bölümü Michael K’nın iyileştirme kampındaki doktorunun bakış açısıyla sunulur. Diğer kısımlarda hâkim bakış açısı kullanılmıştır. Doktor aracılığıyla Michael karakterine dışarıdan bir gözle bakarız. Michael yaşadıklarının farkında değildir ama herkes gibi bir insan olmayan Michael’ın nasıl hayatta kalabildiğine de doktor akıl sır erdiremez. İyice güçten düşen ve kırklı kilolara kadar zayıflayan Michael’ı tedavi eden doktor bir yandan da savaş kavramı üzerine düşünmektedir. Sonunda Michael’ın orada bulunuşunun simgesel bir değeri olduğunu idrak eden doktor savaşı, kampları ve görev bilincini sorgulayacaktır. Bu sebeple bu bölümün romanda önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Bu bölüm Coetzee’nin savaş kavramına bakışını içeren ve savaşın anlamsızlığını vurgulayan satırlarla doludur.

Tarihin Alegorisi

Üç romanında da tarihî olayları ve kişileri alegorik düzleme taşıyan Coetzee tarih kavramını tartışır.Utanç romanında siyahi ve beyazlar arasındaki çatışma, onlara ait farklı yaşam alanlarında sergilenir. Olay örgüsü halk dilinde “anne şehir” olarak anılan ve ülkenin yasama başkenti olan Cape Town’da başlasa da, romanın büyük bir bölümü Lucy’nin Eastern Cape’teki çiftliğinde geçer. Salem kasabasına bağlı bu çiftlik verimli tarım topraklarına sahiptir. Nüfusun yüzde sekseninden fazlası siyahilerden oluşur. Şiddet olaylarının sıkça görüldüğü bölgede suç oranları yüksektir. David ve kızının birer beyaz olarak siyahilere ait bu topraklarda yaşadıkları, tarihi gerçekliğin bir baba-kız üzerinden aktarılmasına yarar. David ve Lucy baba-kız olarak ilişkilerini gözden geçirirken, onlara yaşatılan “utanç” karşısında bambaşka tepkiler vererek tarihi farklı şekilde yorumlayacaklardır. Uğradığı saldırı sonrasında bir siyahiden hamile kalan Lucy başına gelenleri anlamlandırmaya çalışırken, “Tarihin sözcülüğünü yaptılar” (s. 186) diyen babası bu saldırıyı ezilenlerin intikamı olarak görecektir. Dolayısıyla kadın bedeninin bir intikam aracı olarak kullanılması söz konusudur burada. Kitaba adını veren utanç kavramı tarihe boyun eğenlerin utancı olarak görülebilir. Ancak Lucy bu utanca boyun eğmemek için sağlam bir duruş sergilemeye karar verir.

Bu yazıda bahsi geçen üç roman arasında en alegorik düzleme sahip olanı Barbarları Beklerken’dir. Bilinmeyen bir zamanda ve mekânda geçen romanda olay örgüsü Sivil Savunma’nın Üçüncü Bürosu’nda görevli olan Albay Joll’un barbarların sınıra yaklaşıp yaklaşmadıklarını denetlemeye gelmesiyle başlıyor ve sonrasında barbarlarla bölge halkı arasında geçmesi beklenen savaşa odaklanıyor. Sınırlarını korumaya çalışan bir devletle düşman olarak görülen barbarlar iki karşıt güç olarak yer alıyor romanda. Ancak barbarların nasıl insanlar olduklarının ve gerçekten savaş yanlısı olup olmadıklarının bilinmemesi “barbar” kavramını bir alegoriye dönüştürüyor. Coetzee romanın iletisini öyle güçlü bir şekilde vermiş ki, “asıl” barbarların kimler olduklarını rahatlıkla anlayabilirsiniz. Her toplumda ve farklı zamanda görebilirsiniz onları. Bu sebeple Barbarları Beklerken’in muğlak bir zamanda ve mekânda geçmesi oldukça bilinçli bir tercih. Barbarlar aslında hayvan yetiştiren, çadırlarda yaşayan, göçebe bir topluluk. Yöre halkı nedense onların pis, cahil, ahlaksız ve tembel olduklarına inanıyor. Coetzee’nin burada barbarlık ve uygarlık kavramlarını tartışmaya açtığını görüyoruz.

Coetzee, Barbarları Beklerken’de sık sık tarih kavramına gönderme yapar. Hâkim’in barbar kızla niye birlikte olduğunu sorgularken, “İstediğim kızın kendisi mi yoksa bedeninin taşıdığı bir tarihin izleri mi?” (s. 94) diye düşünmesi bu ilişkiyi efendi-köle ilişkisi olarak gördüğüne yorulabilir. Zira Hâkim kızla cinsel ilişkiye girer, işkence sırasında zarar gören ayaklarını yıkar ama onunla gerçek bir temas kurmaz, içten bir söz söylemez. Bu ilişkinin imkânsızlığını gösterir bir anlamda Coetzee. Utanç’ın David’i gibi hazcı bir karakter olan Hâkim barbar olarak ötekileştirdiği bir kadınla ilişki yaşamanın bedelini öder sonunda. Barbarlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle tutuklanan Hâkim, “Tarihin dışında yaşamak istedim” (s. 209) dese de, tarihin içine hapsedilir.

Michael K: Yaşamı ve Yaşadığı Dönem, yine belirsiz bir zamanda geçse de mekân, Güney Afrika’dır. Burada siyahilerle beyazlar arasındaki savaşın etkileri daha net bir şekilde görülür. Savaşa önce Cape Town şehrinde tanık oluruz, sonrasında Michael ve annesinin kaçış yolculuğunda uğradıkları diğer duraklarda. Annesi ölünce Michael tek başına devam eder yoluna ama savaştan kaçamayacağı için tutsak olarak kamplara düşer. Burada tarih alegorik düzlemde değil de, doğrudan çıkar aslında karşımıza. Ancak Michael’ın karakter özellikleri nedeniyle savaşa anlam verememesi toplumların kayıtsızlığını temsil ediyor olabilir. Yani karakterin bir alegori olarak düşünülmesi aşırı yorum olmaz. Ayrıca savaş genellikle kahramanların gözünden anlatılır. Oysa Michael ne bir kahraman ne de gerçek anlamda bir mağdurdur. O yalnızca sıradan bir insandır. “Ben savaşta değilim” (s. 163) der Michael, tarihin dışına çıkmak ister. Ama otorite sıradan bir insan olmaya bile izin vermez, illaki bir taraf tutmak gerekir. Bir tarafta tarihin içinde olanlar vardır, yani düzenle uzlaşanlar, diğer tarafta ise tarihin dışına atılanlar.

Coetzee üç romanında da tarih kavramının altını oyar adeta. Ders kitaplarındaki tarihin gerçek olmadığını haykırır. Sorgulayıcı bir bakış açısına sahip olsa da, taraf tutmadan, objektif bir yerden bakar. Güçlüyü kayırmaz, ezilene acımaz. Tüm gerçekliğiyle ve soğukkanlılığıyla ortaya serer insanın kötülükle, şiddetle ve ötekileştirmeyle dolu o upuzun tarihini. Bu tarihle yüzleşmek zor, hatta kimi zaman rahatsız edici olsa da bunun gerekliliğini hatırlatır bize.

Apartheid döneminin yansımaları

Coetzee’yi daha iyi anlayabilmek için Güney Afrika’nın tarihine, özellikle de “Apartheid” rejimi sırasında neler yaşandığına vâkıf olmakta yarar var. Apartheid, Güney Afrika’da Ulusal Parti’nin iktidara gelmesiyle başlayan, ırk ayrımcılığına dayanan rejimin ismidir. 1948-1994 yılları arasında etkili olan rejim, 1994’te ülkenin ilk siyahi devlet başkanı Nelson Mandela’nın seçimle başa gelmesiyle sona erer. Rejimin yönetim, yargı ve kolluk kuvvetlerinin işbirliğiyle siyahilere karşı ciddi bir ırk ayrımcılığı uyguladığı bu yıllarda siyahiler birçok haktan mahrum bırakılmış, zulüm görmüş, göç ettirilmiş ya da ölüme mahkûm edilmiştir. Siyah ve beyaz ırkın yaşam alanları birbirinden ayrılmış, evlenmeleri ve cinsel ilişkiye girmeleri yasaklanmıştır. Gittikçe sertleşen ayrımcı politikalar nedeniyle siyahilerin yaşam koşulları kötüleşirken, beyazlar ise oldukça ayrıcalıklı bir konum elde etmişlerdir. Siyahiler (Bantular), beyazlar, Asyalılar ve renkliler (melezler) olmak üzere dört gruptan oluşan nüfus yoğunluğu içinde yüzde seksenden fazla bir orana sahip olan siyahiler, toplumsal olarak en kötü durumdaki grup haline getirilmiştir.

Coetzee’nin romanlarında Apartheid döneminin çeşitli yansımalarını görebiliriz. Utanç, Apartheidsonrasında, 1997 yılında geçen bir roman olsa da, henüz toplumsal barış sağlanamamıştır. Utanç’taki siyahi karakter “köpek-adam” Petrus ile beyaz adam David arasındaki çatışma, siyahilerle beyazların bu topraklarda hüküm süren uzun anlaşmazlıklarının bir uzantısıdır. Dolayısıyla ilk karşılaştıkları andan itibaren birbirlerine ısınamayan bu iki insan iki farklı toplumu temsil eden kişilere dönüşür romanda. Kentte üstünlük David’de olsa da, kırsal yaşamın hükümranı Petrus’tur. Kent-kır ikiliğinin yaratıldığı romanda kentli adamın bilgisi kırsal alanda hiçbir işe yaramaz. Geleneksel değerlerin hüküm sürdüğü çiftlikte uygar hayatın kuralları geçerli değildir.

Barbarları Beklerken, tüm zamanlara uyarlanabilecek, evrensel bir hikâyeye sahip olduğu için burada Apartheid’ın izlerine açık açık rastlamıyoruz ama siyahileri de barbarlar olarak görebiliriz. Düzenin koruyucuları tarafından aşağılanan ve işkenceye uğrayan toplumun “öteki”leri, yani barbarlar pekâlâ Afrika yerlilerini de temsil ediyor olabilir.

Michael K: Yaşamı ve Yaşadığı Dönem’de siyahilerin yaşam koşulları kamplar aracılığıyla aktarılır. Yeniden yerleştirme ve uyum sağlama adı altında iki ayrı kampta kalan Michael burada olup bitenlere çok anlam veremese de, biz okurlar olarak siyahilerin nasıl bir yaşama zorlandıklarını takip edebiliriz. Ağır şartlarda ve açlık pahasına çalıştırılan siyahiler su sorunu ve salgın hastalıklarla da mücadele ederler. Bu yüzden kamplarda bebek ölümleri kaçınılmazdır. Devlet yetkililerinin herhangi bir gerekçeye ihtiyaç duymaksızın sık sık kampları basıp tutsakları dövmeleri de olağan bir durumdur. Cape Town’daki yollara kurulan barikatlar, sokak çatışmaları, yağmalar, evsiz barksızlar, bölgeden bölgeye geçişlerde istenen izin kâğıtları aracılığıyla savaşın kentteki yüzünü de gösterir bize Coetzee. Böylece yine kent-kır ikiliğiyle karşılaşmış oluruz. Siyahilerle beyazların yaşam alanları birbirinden ayrıldığı için bu ikiliği göstermek kaçınılmaz olur bir yerde.

Utanç'ın sinema adaptasyonunda (Steve Jacobs, 2008) John Malkovitch ve Jessice Haines.

İnsan-doğa ilişkisi

İnsanın doğayla kurduğu ilişki Coetzee romanlarında oldukça önemli bir yer kaplar. Utanç romanında hayvanlarla ilişkimizi, onlara karşı acımasızlığımızı gösteren Coetzee özellikle aşağıda değineceğim köpek metaforu üzerinden bu konuları irdeler. Kendisi de vejetaryen olan Coetzee’nin romanları hayvan çalışmalarına eğilen araştırmacılar için pek çok veri sağlar.

Barbarları Beklerken’de mekân kurgunun önemli bir parçasıdır. Coetzee’nin özgün mekân tasarımları romanın alegorik dünyasının okurun gözünde kolayca canlanmasını sağlar. Barbarların yaşadığı alanlarla kentlilerin yaşadığı alanlar birbirinden ayrıdır. İki bölge arasında çöl bulunur. Hâkim’in görev yaptığı ve surlarla korunan sınır bölgesi ise Tatar Çölü’ndeki Bastiani Kalesi’ni hatırlatır. Hâkim’in barbar kızı yaşadığı bölgeye götürmeye karar vermesiyle başlayan uzun yolculuk bölümü romanda büyük bir yer tutar ve konforlu yaşam alanlarına sahip kentlilerin zorlu doğa koşullarına uyum sağlayamadıklarını gösterir. İmparatorluğu yönetenler barbarları kendi topraklarından uzaklaştırmak için doğayı tahrip etmekten kaçınmamıştır. Nehir suyunu tuzlayarak doğanın dengesini bozmuşlardır. İnsanın gücünü kanıtlamak için doğa üstünde de hâkimiyet kurabilecek, acımasız bir canlı olduğunu ima eder Coetzee. Uzun doğa betimlemelerinin yapıldığı yolculuk bölümünde Hâkim’in iç dünyasını da daha yakından tanımış oluruz.

Michael K: Yaşamı ve Yaşadığı Dönem romanında insan-doğa ilişkisi romanın merkezindedir. Cape Town’ı terk ederek annesinin doğduğu topraklar olan Prens Albert’a gelen Michael burada boş bir çiftlik evine yerleşir. Toprağı işleyerek ve avlanarak hayatta kalmaya çalışır. Kaçışları ve devlet yetkilileri tarafından yakalanışları ekseninde ilerleyen olay örgüsünün büyük bir bölümünde vücudu son derece yıpranan Michael’ın hayatta kalma savaşına tanık oluruz. Aslında hayatta bir amacı bulunmayan Michael’ın bu isteği belli bir amaca yönelik değildir; aksine, başına gelenleri bir seyirci gibi izlemektedir. Ne yaşadığının pek de farkında değildir. Romanın güçlü taraflarından biri budur işte. İradesiz denebilecek kadar zayıf birinin savaşın yıkıcılığına, açlığa, zorla çalıştırılmaya rağmen hayatta kalması. Bunu da toprağın bereketine borçludur. Doğa Michael’a bir anne gibi kucağını açmıştır. Şefkatlidir o, insan gibi acımasız değildir. Savaş nedir bilmeden kendi düzenini sürdürür: “Domuzların savaştan haberi var mı sanki; ananasların da? Ürünler yetişip olgunlaşıyor, elbet biri yiyecek.” (s. 27)

Hem Barbarları Beklerken’de hem de Michael K’da av sahneleriyle karşılaşırız. Avı güçle ve erkeklikle özdeşleştirir Coetzee. Michael K’da avlanmak bir zarurete dönüşür, çünkü hayatta kalmak için avlanmaktan başka şansı yoktur Michael’ın. Uzun uzun anlatılan av sahnesi insan-hayvan karşılaşmasını ve buradaki güç yarışını yansıtır.

Barbarları Beklerken'in sinema adaptasyonunda (Ciro Guerra, 2019) Johnny Depp ve Mark Rylance.

Dil, Üslup ve Metaforlar

Coetzee romancılığının en güçlü yanlarından biri de kuşkusuz ki üslubu. Meselesi olan bir yazar olmasının yanı sıra, meselelerini aktarırken kullandığı dil ve anlatım da onu özel bir konuma getiriyor.

Coetzee metafor kullanmayı sever. Bu üç romanında da öne çıkan metaforlar var. Utanç’ın temel metaforlarından biri kitabın son baskısının kapağında da bulunan köpekler. Köpekler birçok yerde karşımıza çıkıyor romanda ve onların neyi simgelediklerini farklı şekilde yorumlayabiliriz. Öncelikle siyahileri temsil eder köpekler. Zaten siyahiler birçok yerde köpek ya da hayvan olarak nitelenmiştir. Siyahilere saldırmaları için eğitildiklerinden, Güney Afrika’da çok fazla köpek vardır. David, Eastern Cape’de bir hayvan barınağında çalışmaya başlar ve buraya bırakılan hastalıklı köpeklerin itlaf edilmesine yardımcı olur. Önceleri hayvanlarla yakınlık kurmaz, hayvanların insanlardan bağımsız bir yaşamları olduğuna inanmamaktadır. Ancak barınakta çalıştıkça onlarla yakınlaşır ve hayvanları öldürdüğü için duygusal tepkiler verir. Bu da karakterin dönüşümü için önemli bir kırılma ânı olur. Olay örgüsünün sonunda tekrar bir köpekle karşılaşırız, ancak burada bu sonla ilgili ipucu vermek istemiyorum. Zaten roman yoruma açık bir sonla biter.

Barbarları Beklerken’de Albay Joll’un gözlükleri kitabın henüz ilk sahnesinde beliren önemli bir metafor. Yuvarlak tellere geçirilmiş iki küçük cam diskten oluşan bu gözlükleri iç mekânlarda bile çıkarmıyor Albay. Gözlükler onu dış dünyadan koruyan bir zırh görevi üstlenirken, barbarlara karşı yapılan işkencelere kör olduğuna da işaret ediyor.

Michael K’daki kabak çekirdeği ve kavun tohumları hayatta kalmanın ve doğanın gücünün simgeleri. Michael aç kalmamak için kök, böcek, ne bulursa yer. Diktiği tohumların filiz verdiğini gördüğünde ise öyle bir noktaya gelir ki, toprağı kutsar. Savaşın yıkıcılığı karşısında doğa doğurgandır.

Coetzee sembol ve imgeleri de sıkça kullanır. Birçok yerde özgün bağdaştırmalara yer verir. Kahramanlarının iç dünyalarına yöneldiği için rüya sahnelerinden de yararlanır.

Utanç’ta Afrika yerlilerinin diline ait örnekler mevcut. Ayrıca David’in söylediği Almanca ve Fransızca kelimeler de var. Michael K’daki mekân isimlerinde ise post-kolonyalizmin etkilerini görmek mümkün. Cape Town’daki apartmanlara Cote d’Azur, Cote d’Or, Copacabana gibi, yerellikle ilgisi olmayan isimler verilmiş.

Edebi eserlerden yapılan alıntıların yanında mitoloji, resim ve müzik gibi alanlara da değinen, son derece entelektüel bir roman Utanç. Romanda alt metin gibi ilerleyen Byron anlatısından da kısaca söz etmek gerekir. David romantizm akımının önemli isimlerinden olan Lord Byron hakkında bir opera yazmayı tasarlar. Bu yüzden onunla ilgili araştırmalar yapar ve içine düştüğü bazı durumlarda onun nasıl tepkiler vereceği üzerine düşünür. Byron’ın Kontes Teresa ile ilişkisine de değinen David kendi kişiliğiyle Byron arasında bir bağ kurmuş olsa gerektir. Öyle ki, David gibi hazcı bir karakter olan Byron birçok kadınla ve erkekle ilişki yaşamış, her türlü cinsel fanteziyi tecrübe etmeye çalışmıştır.

Byron örneğinde de görüldüğü gibi, Coetzee’nin başat temalarından biri cinsellik. Hem Utanç’ta hem de Barbarları Beklerken’de erotizm yüklü birçok betimlemeyle karşılaşıyoruz. İkisi de orta yaşlarını süren Hâkim ve David cinsel iktidarlarını yitirmekten korkuyorlar ve sık sık bunun üzerine düşünüyorlar. Hâkim cinsel organını bambaşka bir varlık gibi gördüğünü söylüyor bir yerde. David ise her türlü cinsel fanteziye açık. Bu konuda bir kural tanımıyor.

Şiddet de Coetzee’nin vazgeçilmez temalarından olduğu için üç roman da şiddet sahneleriyle dolu. Bazı sahnelerde şiddeti açık açık anlatması okurları rahatsız edebilir ama içerikle örtüştüğü için bu sahnelere yer vermek bir zorunluluk halini alıyor adeta. Özellikle Barbarları Beklerken’de çok fazla vahşet sahnesi var. Şiddetin nasıl sistematik hale getirildiğini yansıtan bu sahnelerde toplumsal bir histeri gibi yaşanıyor şiddet.

Utanç’ın İngilizcesi çoğunlukla geniş zaman kullanılarak yazılmış. Ancak hem burada hem de Barbarları Beklerken’de sıkça şimdiki zamanla karşılaşıyoruz. Bu zaman tercihi karakterin ruh dünyasına doğrudan girebilmemize de yarıyor. Okur olarak karakterle birlikte o “an”ın içinde sürükleniyoruz sanki.

Coetzee’de pek çok açıdan Dostoyevski ve Kafka izlerini görmek mümkün. Barbarları Beklerken ismini tercih etmesinde Kavafis’in aynı isimli şiirinin etkisi de olmuştur şüphesiz. Ayrıca Godot’yu Beklerken’den dolayı Beckett’e de bir gönderme yapar. Godot da, barbarlar da gelmeyecektir, çünkü onlar bizim içimizdedir aslında. Kavafis’in de şiirin sonunda ifade ettiği gibi, “Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan/Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza” diye düşünüp kalmak insanın yazgısıdır bir bakıma.

Coetzee Türk okuruyla oldukça geç buluşan bir yazar. Barbarları Beklerken 1980’de yazıldığı halde 2006’da Türkçeye çevrilmiş. Üç çeviri de farklı çevirmenlere ait. Bana kalırsa en başarılısı Dost Körpe’ye ait Barbarları Beklerken. Utanç’ın İlknur Özdemir tarafından yapılan çevirisi daha fazla açıklayıcı dipnota ihtiyaç duyuyor. Örneğin Melanie karakterinin hangi gruptan olduğuna dair net bir belirti yok kitapta. Halbuki David’in siyahi ya da melez kadınlarla cinsellik yaşayıp beyazlarla evlenmesi onun karakterini anlamak için önemli bir gösteren. Tülin Nutlu’nun Michael K: Yaşamı ve Yaşadığı Dönem çevirisinde ise virgül sorunuyla karşılaşıyoruz sıkça. Virgül kullanılması gereken birçok yerde virgül unutulmuş nedense. Bu da okumayı oldukça zorlaştırıyor.

Coetzee bu dünya döndüğünden beri süregelen zorbalığı, ırkçılığı, ötekileştirmeyi ve doğa karşısındaki yenilgimizi en benzersiz şekilde anlatan çağdaş yazarların başında geliyor. Umarım dilimize çevrilmeyen diğer eserleri de yakında çevrilir ve daha çok okura ulaşır.