“Eleştiriler olur, sen önceleyin kendini eleştireceksin”

Necati Tosuner: Benim anlattıklarımı, kamburumu yazıyorum diye toplumcu bulmazlardı; toplumu da anlattığım halde… Yalnız toplumcular mı? Bireyciler de beni yeterince bireyci bulmazdı...

14 Temmuz 2016 14:00

Necati Tosuner, edebiyatımızda elli yılı aşkın süredir yazan, üreten bir kalem. En son, nisan ayında Çırpınışlar başlıklı romanı yayımlandı. Öykü, deneme ve roman türündeki eserleriyle tanıyoruz onu; ama o kendisini öykücü olarak tanımlıyor: “Romancı diye anılacak mıyım bilmiyorum.” Ve ekliyor: “Benim asıl derdim ‘bir şey anlatmaktı’. Öykü yazmak, hikâye etmek, bir şey anlatmak demektir.” Tosuner’in Bostancı’daki evine misafir olduk. Son kitabı Çırpınışlar, yazarlık serüveni, kamburu, öyküler, romanlar ve şiirler, çocuk kitapları ve yayıncılık üzerine konuştuk…

Yazarlık serüveninizin ilk yıllarından başlayalım…

O zamanlar yazmaya romanla başlamak diye bir şey yoktu, ayıp görülürdü… Bunun yanında, yazarlığın tanımı edebiyat yazarlığıydı. Gazete yazarlığı, reklam yazarlığı, metin yazarlığı bunlar yoktu… Daha önemli bir yazarlık olarak muska yazarlığı vardı! (Gülüyor.) Bunlar zaman içinde değişti tabii. Meseleye dönecek olursak, zamanın gazeteleri ve hafta sonlarında çıkardıkları ekler öykü yayınlardı. Ben, çocuk yaşta uzun süre yatmak zorunda kaldım. Hiç ayağa kalkmadan yatmak durumunda olduğum o günlerde okumak bana arkadaşlık etmiştir… Okumak ve yazmak sevdası birlikte gelişti, “ben de yapayım” sevdası diyelim biz ona! Zamanın Ankara’sında yayımlanan akşam gazetelerinden Resimli Posta gazetesi de hikâyeler yayımlardı. Çocuk yaşta sakat kalmış olmanın verdiği bir kendinle cebelleşme, soru sorma, cevap arama-bulamayış, bunalım, sonraları insanların tavırlarındaki bugünkü kavramla öteki olma duygusu; bütün bunları yazma isteği duydum… Nihayetinde bir dosyam oldu ve onu Resimli Posta gazetesine gönderdim. Orada başladı… Daha Varlık dergisini bile bilmiyordum! 1964’te baba evini bırakıp İstanbul’a geldim, Pertevniyal’e kayıt oldum, bir oda tuttum… “Kendi biçimlediğin yalnızlığa sığınmak” derim ben buna! O yıllarda “Martılar Gülüştüler” adlı bir öyküm Varlık dergisinde çıktı ilk defa. Ertesi yıl, zaten, Özgürlük Masalı’nı, ilk öykü kitabını çıkardım… Ancak üçüncü kitabımın adını Kambur koyabildim! Düşün, kendi derdimi anlatıyorum…

Çırpınışlar, Necati Tosuner, İş Bankası Kültür YayınlarıKendi derdinizi anlatıyorsunuz, evet… Ben bireyciyim diyorsunuz bir söyleşinizde de. Toplumcuların size bakışı nasıldı?

Yaygın edebiyat anlayışı, toplumcu edebiyat anlayışıydı o yıllarda. Ama bir de bireyci yazarlar vardı: Ferit Edgü, Demir Özlü filan… Benim anlattıklarımı, kamburumu yazıyorum diye toplumcu bulmazlardı; toplumu da anlattığım halde… Yalnız toplumcular mı? Bireyciler de beni yeterince bireyci bulmazdı: Onlar varoluşçu bir felsefenin üzerine inşa ediyordu yazınlarını… Kafka, Sartre, Beckett bilerek… Ama benim bunları es geçmeye hakkım vardı, bunu bir türlü anlamıyorlardı…

İlk romanınız Sancı… Sancı… yaklaşık 40 yıl önce yayımlandı. O günden bu güne, Çırpınışlar’a kadar romancılığınız nasıl değişti? Bu değişim Çırpınışlar’a nasıl yansıdı?

Romancı diye anılacak mıyım onu da bilmiyorum; yazarların tercihi genelde bu yönde oluyor… Yazar deyince insanın aklına öykücü değil romancı geliyor nedense. Kendi romanlarıma baktığımda, inşa bakımından öyküye çok emek veren bir yazarı görüyorum. Almanya’da yaşadığım dönemde yazdığım Sancı… Sancı…’daki dil başarısı da, Kambur’a kadar gelen öykü kitaplarından mirastı. Sancı… Sancı…’dan sonra 25 yıl roman yazmadım… Araya başka şeyler girdi, kaldı ki öykü yazmaktan hoşnuttum. Eğer kendini yazıyorsan, taşınabilir bir laboratuvar gibi kendini de taşırsın toplumun içinde… Pratik bir deney yapar gibi, sonunda yazacak bir şey hep bulursun! Son kitap Çırpınışlar, Kasırganın Gözü’nden beri gelen; yazarla, kendinle, okurla, karakterle, toplumsal yargıyla olan sürekli bir mücadele ve çırpınış durumunu anlatmaktı… Aynı zamanda, başka bir inşaat biçiminde olduğunu da söylüyor bu kitap: “Ben, roman denildiğinde yapılan tanımın dışında olacağım,” diyor.

Tıpkı öyküler gibi, şiir de var içinde…

Aslında bu benim ölçütümdür: Bir şeyin içinde şiir varsa, o güzel olur! Bir şey biraz güzelse, ona “şiir gibi” denir. Başa dönelim: Öyküden romana geçti denir ama; öykü aslında, romandan çok şiire yakın durur.

Çırpınışlar’da farklı bir inşa denemesine rastlıyoruz. Dört bölümde, şiirler ve takip eden düzyazılar… Metin boyunca kalın yazılan kelimeler de var… Hal böyleyken, bir yazar olarak dille olan ilişkiniz hakkında neler söylemek istersiniz?

Doğada dil diye bir şey yoktur; yaratılmış bir şeydir ve bir sistematiğe göre yaratılmıştır. Evrilerek değişmiş, dönüşmüş bir şeyden söz ediyoruz. Benim genç yaşta, o gazetelerde yazdığım dönemlerde, ortaokulda “dil özeni” diye bir şey öğretilirdi… Edebiyat dergilerini bile tanımadığım o dönemde bir kitap buldum ben: Ataç’ın Sözcükleri. Ben o sözlükten kendime bir sözlük yaptım, neleri kullanabilirim diye düşündüm. “Sevi” diye bir kelime vardı orada, Oktay Akbal doksan yaşına dek kullandı onu… Ben çabuk bıraktım. Sevda dedim, aşk dedim sonradan… Diyeceğim, kelimeler sayesinde bir şiirsellik olsun diye bir derdim olmadı benim yine de… Kendisi öylece gelişiveriyor.

Şair olmayı düşündünüz mü hiç?

Başlangıçta, okul dergilerinde filan yazmışımdır kafiyeli satırlar. Ama benim asıl derdim “bir şey anlatmaktı”. Şiirin birinci derdi bir şey anlatmak değildir. Öykü yazmak, hikâye etmek, bir şey anlatmak demektir. Yıllarca kambur öyküsü yazdım ama; bir tanesi diğerine benzemez…

Peki kambur olmak, kamburunuzu yazmak üzerinizde nasıl bir tahakküm oluşturdu? Eleştiriler oldu…

Ben küçükken alın yazısı derlerdi… Kader üzerine düşünmeye başladığımdan beri isyan ederim. “Alnımın eğri büğrü yazısı” diyebilmek bu döneme denk geldi. Yaradanı severiz yaradandan da ötürü, bunlar hep hikâye. Bu da bizim geri bir toplum olduğumuzu gösterir. Fakat beni sevenler de, elbette, kamburumla sevdiler. Her şey gibi, yazarlıkta da ısrar etmek önemli. Eleştiriler olur, sen önceleyin kendini eleştireceksin.

Çocuk ve gençlik kitapları yazmanın öteki türlüsünden nasıl bir ayırdı var? Tahmin ederim ki okuru düşünerek yazmak meselesi önem kazanıyor burada. Bu durum yazım sürecinde ekstra bir zorluk yaratıyor mu?

Çocuk için yapılan her şey ayrıca bir özen gerektirir. Doktorluk erdemli bir meslektir, hele bebek doktorluğu… Öğretmenlik de öyledir, hele ilkokul öğretmenliği… Şöyle de düşünebiliriz: Elbette ki ev temiz olmalı, ama evde çocuk varsa, daha temiz olmalı! Çünkü çocuğun varlığı bir yeri ekstrem hale getirir. Çocuk kitapları yazarlığı diğer meslekler gibi değildir; ama bunların hepsinden biraz içerir. Çocuğu birey yerine koymalı, yazarlar da yapmayacaksa kim yapacak bunu? Önceleri çocuk kitaplarına pek değer verilmezdi, evet… Yazılıyordu yine iyi kötü; fakat küçük görülürdü… Düşük kalitede hamurdan kâğıtlara basılırdı… Değişti şimdi bir nebze. Yayıncılık bağlamında Erdal Öz’ün çabaları önemlidir bu konuda.

Buradan yayıncılık konusuna gelmek isterim. 1977’de Derinlik Yayınları’nı kurdunuz. O günlerden bugüne yayıncılık sektöründe neler değişti, o vakitler nasıldı, şimdiyi gözlemleme şansınız oluyor mu?

Anlayış farklılıkları oldu tabii. Bu da gayet doğaldır.  O zamanlar öyleydi, şimdi de böyle… Ama bugün biz hâlâ kâğıt üretemiyoruz… O zamanlar SEKA vardı, üçüncü sınıf kâğıt üretirdi. O bile bir nimetti… Basım teknikleri, teknolojiler bugüne değin gelişmiş olabilir fakat dışa bağımlı olduğun sürece, makinalarını, kâğıdını kendin üretemediğin sürece geliştik diyemezsin… Baskı sayıları, yayımlanan kitap sayları arttı öte yandan. Yüz bin, iki yüz bin basılan kitaplar var… O yıllarda Necati Tosuner’in kitapları sekiz bin basılırdı; on bin basılamazdı çünkü kâğıt yoktu! Şimdi bin basılıyor… Bu çok büyük bir gelişim tabii... (Gülüyor.) Bağdat Caddesi’nde Necati Tosuner’in bir tane kitabı yok! Derinlik Yayınları’nın broşürü Hakkâri’ye giderdi zamanında, düşün…

Sözü popüler edebiyat dergileri meselesine getirmek isterim… Geçtiğimiz günlerde bu dergilere yönelik eleştirilere cevaben bir metin yayımladınız. Neler söylemek istersiniz? 
 
Parasız Yatılı çıktığında, iyi huylu bir fırtına olarak esmişti ortalıkta. Kıskançlıklara yol açması kaçınılmazdı! Yaygınlaşan söylentiye göre, Füruzan’ın arka kapaktaki fotoğrafı “rötuşlu”ydu.  O zamanlar, yazarların şimdiki gibi boy boy fotoğrafı olmazdı. Öyle poster falan nerde, yazar dediğinin biraz düşünceli bakan bir fotoğrafı olurdu, her yere o verilirdi. Bunu şunun için anlattım: Popüler olmanın kötü bir şey olduğuna inanıyor değilim. Yani, ne yaptın da popüler oldun, buna bakar! Benim gözümde böyle... Bu yılın başlarında, yaşadığım günler bir usanmışlık içinde geçiyordu. Sonra, bir yere düzenli yazmanın bana iyi geleceğini düşündüm. Bavul, yüksek ve uzun bir duvara benziyordu. Herkes boyunun eriştiği yere, gücü yettiğince, huyuna ya da huysuzluğuna yakışır biçimde, elindeki malzemeye ve yeteneğine göre yazıyor, çiziyor, renk katıyor, değer biçiyor, bir anlam kazandırıyor ve o duvarda kendini var kılıyordu. Ne yazabilirim diye, kendimce bir ön hazırlık yaptım. Belki onuncu öykü kitabıma evrilirmiş gibi göründü. Böyle umutlanmaktan çok hoşnut kaldım. Birkaç aydır Bavul’da yazıyorum.
 

Son olarak, Türkçe edebiyatta kimleri okuyorsunuz? Yazdıklarını kıymetli bulduğunuz kimseler var mı?

Çok var hem de… Hem benim kuşağımdan, hem sonrası… Nedim Gürsel, Selim İleri hâlâ yazıyorlar… Hulki Aktunç vardı ki Nedim’le Selim’in piridir! Ferit Edgü, Demir Özlü, Adnan Özyalçıner, Tomris Uyar… Firüzan’ın yeri hep ayrı olmuştur, kendini keskin duruşlarla biçimlemiştir hep… Orhan Pamuk başarılı bir arkadaşımızdır. Gençlerden Müge İplikçi, Behçet Çelik, Ahmet Büke var. Genç diyorum ama, onlar kendilerine yaşlı yazar pasosu vermiş durumdalar. (Gülüyor.) Bekir Yıldız’ı atlamayalım… Güneydoğu hakkında yazdığı öyküler bugünkü fecaati gösterir! Onun gibi düşünebilmeyi bilselerdi, bugün bu facia yaşanıyor olmazdı. Bunun dışında Murathan Mungan, Enis Batur… Çok yönlü ve üretken yazarlar bunlar.