“Bir kuşu tanımak”: İlhan Başgöz için Erdal Öz’den bir öykü...

Yakınlarda kaybettiğimiz, halkbilimi alanında, folklor araştırmalarında Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli isimlerden biri olan İlhan Başgöz’ü, öğrencisi Erdal Öz’ün bir öyküsünün kahramanı olarak anıyoruz.

01 Temmuz 2021 16:00

Kendimce kaleme aldığım kısa girişten sonra okuyacağınız öykü benim kalemimden değil, Türkiye yayıncılığının efsane bir ismi olmasının yanında edebiyatçı kimliği de bulunan Erdal Öz’ün kaleminden çıkma. Benim çabam, tarihçi tarafı azıcık daha ağır basan bir sosyal bilimci olarak bulduğum “belgeyi” paylaşmanın, bu yönüyle fazlaca bilinmediğini düşündüğüm bir metne dikkat çekmenin ötesinde değil.[1]

Halkbilimi alanında, folklor araştırmalarında Türkiye’de alanın kurucusu sayabileceğimiz hocası Pertev Naili Boratav’dan sonra yetiştirdiğimiz en önemli isimdi İlhan Başgöz. Bir asra yakın, uzun ve son derece verimli bir ömürden sonra Nisan 2021’de kaybettik kendisini. Arkasından pek az yazılıp konuşulması bilimsel açıdan ülke olarak nerede olduğumuz konusunda bir fikir verebilir sanırım (ki, acı acı düşünmemiz de gerekir bir yandan: Sözgelimi, popüler bir sosyal medya mecraında Başgöz hakkında ölümü sonrası dahil!– yalnızca 4 sayfa “entry” varken, şov-bilim yapan insanların hakkında bu rakamın yüz katı girdinin olması anlamlı; kendi başına bir şeyler söylüyor olmalı şüphesiz).[2]

Hatırlayanlar içinse televizyonlara, gazetelere yansıdığı/yansıtıldığı şekliyle yıllar yıllar ABD’de yaşadıktan sonra ölümüne yakın anayurduna dönen, toprağında ölmek isteyen sevimli, ihtiyar bilim insanı imajıyla kaldı zihinlerde İlhan Başgöz. Meselenin bu kadar basit olmadığını, yurtdışında yaşamanın İlhan Bey’in tercihi olmadığını, öncesinde neler çektiğini-çektirildiğini hem ilmine büyük saygım olduğundan hem de kendisiyle kısacık bir tanışıklığımız olduğu için bir entelektüel borç babında, o dönemde, henüz vefat etmeden dile getirmiştim.[3] Erdal Öz’ün öyküsü de böyle bir şahitliktir.[4]

Okurun durumu daha net anlayabilmesi amacıyla çabukça bir çerçeve çizip sözü Erdal Bey’e, Türkiye yayın dünyasının Erdal Abi’sine bırakacağım. İlhan Hoca görseydi hoşuna giderdi sanırım, Öz’ün öyküsünün önünde Anadolu folklorundan bir alıntı...

1948 yılında üniversite tarihimize “DTCF tasfiyesi” adıyla, kara bir leke olarak geçen süreç yaşanır. Aralarında Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran, Adnan Cemgil, Azra Erhat gibi değerli entelektüellerin bulunduğu isimler Ankara Üniversitesi’nden komünist oldukları gerekçesiyle uzaklaştırılır. Boratav’ın asistanı ve doktora öğrencisi İlhan Başgöz de bu kıyımdan payını alır. Neredeyse doktora savunması bile tehlikeye girecektir ki, sahaya Türkoloji’nin dev ismi, bilimsel otoritesini, ağırlığını kimsenin tartışamayacağı Fuat Köprülü iner, savunmasında genç İlhan’ı bayağı hırpalarsa da doktorasını verir. Ne çare, “sakıncalı” İlhan’a akademi kapıları kapanmıştır artık: Doktoralı kişilerin parmakla gösterildiği o yıllarda Tokat Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine razı olur Başgöz. Kendini şanslı dahi sayar hatta, araya girdiğini düşündüğü hocası Tahsin Banguoğlu’na minnet duyar, zira benzer durumdaki arkadaşları eğitimin tamamen dışına atılmış, kütüphane memurluklarına –İlhan Hoca’nın tabiriyle “çürümek üzere”–  sürülmüştür.[5]

Hoşuna da gider aslında Tokat zamanları. Şehir, genelinde bölge çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği Sivas’tan çok farklı değildir; bir yandan işini, öğrencilerini gerçekten sevmektedir Hoca, bir yandan da Ankara’da iken sürekli yaşadığı belirsizlik, kaygı dolu günlerinin öyle ya da böyle bir hitama ermesinden memnundur. Belli mi olur, belki de Tokat’ta kalıcı olacak, Tokat Lisesi’nden emekli olacaktır… Gerisini edebiyatçı hassasiyeti, sanatçı yaratıcılığı ile Erdal Öz anlatsın.

“Dolanı dolanı gelir,
Ölüm yavaşça yavaşça,
Kalem alıp yaz derdimi,
Gülüm yavaşça yavaşça.

Garip gönlüm durmaz oldu,
Gözüm ırağ görmez oldu,
İşe, güce varmaz oldu,
Elim yavaşça yavaşça. 

Bu dünyaya güvenilmez
Ölmeyince kan kesilmez
Mesleki’m artar eksilmez
Zulüm yavaşça yavaşça”

Bir Kuşu Tanımak

ERDAL ÖZ

Galata Köprüsü’nün parmaklıkları, balık tutmaya çalışan dışarlıklı insanlarla doluydu. Önlerinde küçük naylon kovaları, ellerinde uzun oltalarıyla, hayatında hiç balık tutmamış insanlar, açgözlü aptal minik istavritleri, izmaritleri, aşağıdaki bulanık denizden çekip çekip çıkarıyorlardı.

Arabalar, köprünün ek yerlerine takırtılarla vurup geçiyorlardı. Birden onu gördüm. Köprünün karşı kaldırımında yürüyordu. Yine sınıfa ilk girdiği günkü gibi upuzun bir soru işaretiydi. Başı sargılıydı. Yönümü değiştirip yola fırladım; attım kendimi arabaların arasına; fren seslerine aldırmadan koşup karşıya geçtim. Kalabalığın üstünden, uzaktaki sargılı başını görüyordum. Eminönü’ne doğru hızlı hızlı yürüyordu. İnsanları ite kaka, ona buna çarpa çarpa koşup yetişmeye çalıştım.

“İlhan Bey!” diye seslendim.

Duymamış olmalıydı.

“Hocam! İlhan Bey!”

Birden hızlandığını gördüm. Yoksa ona benzeyen biri miydi? Yetişip yüzünü görmeliydim. Açtım adımlarımı. Çok hızlı yürüyordu. Yetişip önüne geçtim, yüzünü görmeye çalıştım. Bıyıksızdı, ama oydu. Başı, kirlenmiş bir sargı beziyle sarılıydı.

“İlhan Bey!” dedim, yanına sokulup.

Gördü beni. Başını hızla çevirip daha da açtı adımlarını. Köprünün Eminönü ağzına gelmiştik. Sağa döndü. Unkapanı yönünde yürümeye başladı. Koşuyor gibiydi. Koşup yetiştim yine. Yandan eğilip,

“İlhan Bey! Hocam! Beni tanımadınız mı?” dedim.

Duyabileceğim bir sesle:

“Peşimi bırak!” dedi sertçe.

“Ama neden hocam? Sizinle konuşmalıyım!”

“Git!” dedi; yüzüme bile bakmadı.

Şaşırmıştım. İlhan Bey bu olamazdı. İlhan Bey yapmazdı bunu.

“Hocam, nasıl olur?”

“Bırak peşimi!” dedi yavaş bir sesle, ama sertçe.

“Neden hocam?”

“Peşimde polis var. İzleniyorum. Uzaklaş yanımdan!”

“Sizi bırakmayacağım!” dedim. “Konuşalım biraz!”

“Git!” dedi. “Senin de başın belaya girecek! Bırak beni!”

“Bırakmayacağım hocam!”

“Ne olur bırak beni,” dedi. “Git!”

“Hayır, bırakmayacağım!” dedim.

Koşmaya başladı. Onu ilk kez koşarken görüyordum. O önde, ben arkada koşuyorduk. Yine yetiştim ona. Durdu. Soluk soluğaydı.

Arkasındaydım. İkimiz de öylece duruyorduk. Döndü. Birbirimize bakıyorduk. Yaklaştım. Birden kollarını açtı.

“Gel be!” dedi. “Gel öyleyse!”

Sarıldı bana. Başımı göğsüne dayadı; elini saçlarımda gezdirdi, sıktı beni kollarının arasında.

“Çok özledim sizleri,” dediğini duydum tepemden.

Sesi titremişti.

Kollarımdan tutup uzaklaştırdı beni kendisinden.

Eğilmiş, yaşlı gözlerle bana bakıyordu. Islak gözlerinin içi gülüyordu.

“Büyümüşsün,” dedi.

“Sizi gördüğüme çok sevindim,” dedim.

“Polisten korkuyor musun?” dedi.

Ne yanıt vereceğimi bilemedim. Başımı salladım.

“Gel gidelim öyleyse,” dedi.

İki dost gibi yürümeye başladık.

“Nasılsınız hocam?” dedim.

“Gördüğün gibi işte.”

“Ne zaman çıktınız?”

“Bir hafta oldu.”

“O günden beri içeride miydiniz?”

Başını salladı gülerek. Oldukça acı bir gülümsemeydi bu.

“Bırak şimdi bunları,” dedi. “Hangi fakülteye girdin sen?”

“Hukuğa.”

“Çok iyi.”

“Hocam, nereye gidiyoruz?”

“Evime.”

“Ne güzel,” dedim.

“Ne güzel bir ev göreceksin şimdi,” dedi.

 

İki yıl önce okulun bahçesinde birlikte yürüyüşümüzü hatırladım. O gün okul bahçesinde, onca öğrencinin gözü önünde, İlhan Bey’in yanında, içimde büyüyen bir öfkeyle, benim için ne kadar onur kırıcı bir yürüyüştü o. Ben o gün İlhan Bey’in dersinden onuru kırılmış bir öğrenci olarak bahçeye çıkmış, kendimi duvarın dibine atmıştım. Çökmüş kalmıştım oracığa. Ellerimle yüzümü kapatmıştım. İçimden ağlıyordum. Birden bir gölge belirmişti önümde. Adımla seslenmişti bana. Parmaklarımı aralayınca karşımda onu bulmuştum.

“Kalk, biraz konuşalım.”

Yüzümü açtığımda, tepemde, güler yüzle bana bakıyordu. Az önce sınıfta, onca arkadaşımın yanında bana sıfır veren, beni oturduğum arka sıradan ön sıraya alan İlhan Bey bu olamazdı. İstemeyerek kalktım yerimden.

“Gel yürüyelim.”

Büyük bahçenin ortasında yan yana yürümeye başladık. Upuzun boyuna uygun olarak öylesine geniş adımlarla yürüyordu ki, belinin ancak biraz yukarısına gelen boyumla ona yetişmek için koşar adım yürümek zorunda kalıyordum. Sorduğu sorulara yanıt vermek için başımı kaldırıp bakınca yüzünün ne kadar tepemde olduğunu görüyordum. Sanırım bütün öğrenciler bize bakıyordu. Ben kimselere bakamıyordum. Öğretmenlerin gözüne girmek için teneffüslerde bile onların yanından ayrılmayan o yağcı öğrenciler gibi görünmekten nefret ederek yürüyordum yanında. Öbür arkadaşlar kim bilir neler düşünüyordu benim için. İlhan Bey o gün, belki bilerek belki bilmeyerek, onurumu bir kere daha kırmış oluyordu böylece.

“Bugün derste kimseye not vermedim,” dedi. “Yalnızca sizleri denemek istedim. Beğeninizi ölçmek istedim. Sizleri tanımak istedim. Korkma, sıfır almadın.”

Sıfır almadığımı öğrenince gizlice sevinmiştim.

“Bugün okuduğun şiiri çok mu beğenerek seçtin?” dedi.

“Evet efendim.”

“Sen hiç Orhan Veli okudun mu?”

“Hayır efendim.”

“Okumalısın.”

“Peki efendim.”

Bir an önce ders zilinin çalmasını, bu onur kırıcı görüntüden bir an önce kurtulmayı istiyordum.

“Bugün eve giderken Orhan Veli’nin şiir kitabını al,” dedi. “Kitabevinde var; dün gördüm. Bir hafta sonra o kitap hakkında seninle konuşacağız, tamam mı?”

“Peki efendim.”

O sırada zil çaldı. Ayrıldık. İlhan Bey uzaklaştıktan sonra başımı kaldırıp çevreme bakındım. Kimsenin bana baktığı yoktu. Herkes sınıflarına girmek için giriş kapısına yürüyordu.

 

O akşam eve giderken küçük kitabevine uğrayıp Orhan Veli’nin kitabını sordum. Aldım. Yolda yokuşu tırmanırken, açılmamış sayfaları atlayarak, rasgele göz gezdirdim kitaba. Garip şiirlerdi. Alışık olmadığım türde yazılmış, matrak, hafif şiirlerdi. Sınıfta kalkıp ezbere okuduğum Faruk Nafiz’in şiirine hiç benzemiyorlardı. Sanki şiir değil gibiydiler. Gülümseyerek eve kadar beş-on sayfasını okuduğumu hatırlıyorum.

 

Fatih’in ara sokaklarından birinde, kötü yapılmış üç katlı beton bir evin kapısında durduk. İlhan Bey dönüp geldiğimiz yola baktı. İzlenip izlenmediğimizi anlamak ister gibiydi.

Aralık duran demir kapıyı itip girdik. Merdivenlerden döne döne iki kat aşağı indik. Bir tahta kapının önünde durduk. İlhan Bey anahtarını çevirip açtı kapıyı. İçerisi karanlıktı. Düğmeyi bulup ışığı yaktı. Küçücük bir odaydı. Penceresi yoktu. Duvar dibinde bir basık karyola vardı. Dağınık, incecik bir yatak. Yatağın üzerindeki battaniyeyi düzeltti.

“Gel, otur,” dedi.

Yanda bir küçük tahta masa, önünde de tahta eski bir iskemle vardı. Masanın üzerinde yarısına kadar içilmiş bir su şişesi, bir de boş bardak. Odada başka da hiçbir şey yoktu.

İlhan Bey eğilip yatağın altından küçük tahta bavulu çekerken ayağa kalktım. Bavulu yatağın üzerine çıkardı, açtı; içinde defterler, kitaplar, bir sürü de yazılı kâğıt vardı. Kâğıtları karıştırıp birkaç sayfayı ayırdı. Bavulu kapatıp yine yerine koydu. Masanın başındaki gıcırtılı iskemleye oturdu.

“Nasıl, beğendin mi evimi?”

Güldüm. O da güldü.

“Odanızın hapishaneden pek farkı yok hocam,” dedim.

“Ama burası evim benim,” dedi. “Yine de hapishaneden iyidir. Ev her zaman iyidir.”

“Başınıza ne oldu hocam?”

“Boş ver; önemli değil.”

“Hocam, çok mu kötülük yaptılar size?”

“Boş ver,” dedi. “Bak, sana hapishanede yazdığım birkaç şiir okuyacağım. Okumamı ister misin?”

“İstemez olur muyum hocam?”

“Belki bu şiirler sana bir şeyler anlatır.”

Okumaya başladı. İlhan Bey çok güzel şiir okurdu. Bana şiiri o sevdirmişti. O özlediğim sese kavuşmuştum yine. Hiç sesini yükseltmeden, yalın, konuşma sesiyle ne güzel şiirler okuyordu karşımda.

“Güzel bir şiir yüksek sesle okunmaz,” demişti bir gün sınıfta. “Şiir güzelse, onun kendi sesi vardır zaten.”

Böyle demişti.

“Dergilerde şiirlerini yayımlamaya başladığını gördüm,” dedi. “Güzel şiirler yazacaksın sen. Hele ‘Tramvaycının Türküsü’nü çok sevmiştim.”

“Hocam, kendi şiirlerinizi okuyun lütfen. Benim yazdıklarım bunların yanında hiç kalır.”

“Öyle deme. İstersen okurum daha. Ama senin daha güzel şeyler yazacağına inanıyorum.”

Bavulunu açıp aldığı başka kâğıtlardan iki şiir daha seçip okudu.

Acı dolu şiirlerdi. Yaşanmış acıların sesleriyle yüklüydü hepsi. Sıkıldığını anladım.

“Yeter bu kadar,” dedi. “Şimdi anlat bakalım: 154 Rengin Engin ne yaptı? 138 Necmettin nasıl? 141 İren hangi fakülteye gidiyor? Ya 122 Gülten? O senin sevdiğin kız?”

“Biliyor muydunuz?” dedim.

“Bilmeyen var mıydı ki?” dedi.

Bir bir sordu sınıf arkadaşlarımı. Ben anlattıkça gözleri dolu dolu oluyordu.

“O gün beni uğurlamak için otobüse gelişinizi hiç unutamadım,” dedi. “İki yıl boyunca, o karanlık koğuşlarda beni ayakta tutan, beni yaşatan, o gün gösterdiğiniz dayanışmaydı. O sahne hiç gitmedi gözümün önünden. Ne güzel çocuklardınız! Nasıl özledim hepinizi, bilemezsin.”

 

O sabah ilk dersin ortasında birden kapı açılmış, okul müdürü, arkasında iki karanlık adamla sınıfa girmişti.

İlhan Bey, Divan edebiyatından bir beyit yazmıştı karatahtaya.

Bu dünyayı seninle sevmişim ben.

Benim sensiz bu dünya nemdir ey dost.

Bu beyitteki incelikleri, güzellikleri anlatmaya çalışıyordu bize.

Müdür, İlhan Bey’in kulağına eğilip bir şeyler söylemiş, İlhan Bey’in yüzü bir anda kül gibi olmuştu.

“Derse ara veriyoruz çocuklar,” deyip iki karanlık adamın arasında sınıftan çıkmıştı.

Haber, teneffüste bomba gibi patlamıştı.

Bütün sınıf toplandık. Müdüre çıktık. Müdür, çok telaşlıydı. Soru yağmuruna tuttuk. Sonunda bize haberi doğruladı: Siyasal görüşleri yüzünden İlhan Bey’i tutuklamışlar. İlk otobüsle Ankara’ya götürülecekmiş.

Sınıfa dönünce, akşamüstü gidecek ilk otobüsün saatini öğrenip sevgili öğretmenimizi topluca yolcu etmeye karar verdik.

Akşamüstü otobüs garajında, ne yazık ki, koca sınıftan ancak sekiz kişi vardık.

Otobüsün kalkma saatine yakın İlhan Bey’i bir arabayla getirdiler. Bileklerinde kelepçe vardı. Bizi görünce çok şaşırdı. Utandı. Yüzünün kızardığını, ama sevindiğini gördük. Yanına koştuk. Sınıfa gelip onu alıp götüren iki kişi, hemen arkasındaydılar. Gösterdiğimiz sevgiye ses çıkarmadılar. Sarılıp öptük onu. Ağladık. O da ağladı.

“Üzülmeyin. Yakında dönerim,” diyordu.

Onu kollarımızdan çekip otobüse bindirdiler. Cam kenarına oturttular. Gözleri yaş doluydu. Ellerimizi sallayarak onu yolcu ettik.

Bir daha dönmedi İlhan Bey.

 

“Hatırlıyor musun, ilk mi, ikinci gün müydü neydi, o gün sınıfta okuduğun Faruk Nafiz’in şiirini hatırlıyor musun?” dedi birden.

İkimiz de kahkahayı patlattık.

“Hatırlamaz olur muyum hocam,” dedim. “Hayatımın dönüm noktasıdır o şiir. Sıfır vermeyeceğinizi bilsem, şimdi bile size ilk üç dizesini okuyabilirim”

“Gerçekten mi?”

“Okuyabilirim. Ama yalnızca ilk üç dizesini.”

“Oku hadi,” dedi.

Sevinmişti.

O upuzun şiirin bir türlü aklımdan çıkmayan ilk üç dizesini, o ilk dersteki okuyuşuma benzetmeye çalışarak, ayaklarımı yere vurarak, kollarımı sallayarak, aşağılık bir tonlamayla, yüksek sesle okumaya başladım:

Bir kuş tanıyordum ki baharda

Salkımlar açan bahçemin üstünde uçar da

Akşamların ürperdiği bir sesle öterdi.

O yıl Orhan Veli’den sonra bana Sait Faik’in, Orhan Kemal’in kitaplarını da aldırtıp okutmuştu. Gerçi bir ara gizlice Peyami Safa’nın Server Bedi imzasıyla yazdığı polisiye fasiküllere de dadanmıştım, bayılmıştım Cingöz Recai’nin serüvenlerine, ama Reşat Nurileri, Refik Halitleri, Halide Edibleri, Yakup Kadrileri okuduğumu göremedi İlhan Bey. Steinbeck’leri, Hemingway’leri, İstrati’leri, Dostoyevski’leri, Tolstoy’ları, Çehov’ları, Stendhal’leri, Balzac’ları okuduğumu hiç göremedi.

Ben bu aydınlanmanın içindeyken, İlhan Bey, o karanlık hücrelerde, acıların içinden kendince güzellikler bulup çıkarmaya çalışıyormuş.

 

Yılın ortasında bir gün sınıfa upuzun bir öğretmen girmişti. Upuzun bir soru işareti gibiydi.

“Ben yeni edebiyat öğretmeninizim,” demişti. “Aynı zamanda da sınıf öğretmeninizim.”

Ben yaşça da, boyca da sınıfın en küçüğüydüm. Ama sınıfın arka sırasında otururdum.

“Bu ilk dersimizde sizlerle tanışmak istiyorum. Şimdi sırayla kendinizi bana tanıtacaksınız. Kimsiniz? Adınız ne? Anneniz, babanız ne iş yapar? Nelerden hoşlanırsınız?”

Ön sıradan başlayarak hepimiz bir bir ayağa kalkıp kendimizi kısaca tanıtmaya çalışmıştık. O gün ders öyle geçmişti. Zil çalınca sınıftan çıkmadan önce, “Bu gece herkes en beğendiği bir şiiri seçip ezberleyecek. Yarın hepinizi bir bir kaldırıp okutacağım. Hepinize not atacağım,” demişti.

İlk tepkiyi o gün almıştı. Sınıfta anlaşılmaz bir uğultu olmuştu. Ama bu, ilk ve son tepki oldu. Daha sonra onu çok sevdik. Geldiği ilk günü bize ödev veren, ertesi gün sınav yapıp da not atacağını söyleyen bu yeni öğretmeni doğrusu yadırgamıştık.

Sanırım sınıfta buna en çok sevinen ben olmuştum. Çünkü karnemde ilk dönem notum 2’ydi. Ayrılan edebiyat öğretmeni hanımla yıldızımız bir türlü barışmamıştı. Onu hiç sevmemiştim. O da beni hiç sevmemişti. Ama o gece müthiş bir şiir bulacak, hem de upuzun bir şiir, sabaha kadar oturup ezberleyecek, yarın da kalkıp yeni öğretmenimden 10 üzerinden 11 almaya çalışacaktım.

Son dersten sonra doğruca eve gitmiştim.

Evde Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiir kitabı vardı. Babamın en sevdiği şairdi.

Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine

Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek.

Bazı akşamlar oturur, birlikte Faruk Nafiz’in kitabından şiirler okurduk.

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı

Bir dakika araba yerinde durakladı

Neden sonra sarsıldı altımda çelik yaylar,

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...

“Han Duvarları” adlı bu uzun şiiri babam da, ben de pek severdik. Faruk Nafiz’in şiir kitabını aradım; yoktu. Aramadığım yer kalmadı. Evde dört dönüyor, ama kitabı bulamıyordum. Öfke içinde annemin gelmesini bekledim. Annem akşamüstü geldi. Kitabı birlikte aradık. Nedim Divanı vardı, Fuzuli Divanı vardı, Karacaoğlan’ın şiirleri vardı, ama Faruk Nafiz’in şiir kitabı yoktu. Deliye dönmüştüm.

O gece babam çok geç geldi. Kafası iyiydi. Şehir kulübünde yine poker oynamış. Şansı iyi gitmiş. Pek keyifliydi. Hemen kitabı sordum. Hatırlamaya çalıştı. Sonra yatak odasına gitti, yastığının altından kitabı çıkarıp getirdi. Pek sevinmiştim. Olayı babama anlattım. Oturup kitabı birlikte karıştırmaya başladık. Çok bilinen bir şiir olmamasını istiyordum. Babam “Han Duvarları”nda ısrar ediyordu. Sonunda· aradığım şiiri buldum. Babam da beğenmişti şiiri.

Bir kuş tanıyordum ki baharda...

Odama çekildim. Şiiri ezberlemeye çalıştım. Gerçekten oldukça uzun bir şiirdi. Bütününü ezbere okuyabildiğimde gün ağarmaya başlamıştı. Keyifle uzandım yatağıma. Uyumak yerine, yattığım yerde, keyifle, şiiri sesli okumayı sürdürdüm. Kaç kez okudum bilemem. Son okuduğumda annem uyanmış, sesimi duymuş, odama girmişti. Sonra gidip çayı demledi. Ben de kalktım. Ben kahvaltı ederken annem pantolonumu ütüledi. Kravat bile taktım o gün. Sonra okula yollandım.

O gün İlhan Bey’in dersini sabırsızlıkla bekledim. Kafam durmuş gibiydi derse girerken. Şiiri yer yer unutmuş gibiydim. Durmadan kitabı açıyor, unutmuş gibi olduğum yeri bulup yeniden okuyordum.

İlhan Bey, ders boyunca ayakta durup pencereden bahçeye, bahçenin ötesinden geçen anacaddeye bakıyordu. Herkese yüksek notlar atıyordu. En küçük notu 7’ydi; 8’lerden, 9’lardan geçilmiyordu. Dersin bitmesine kısa bir süre kalmıştı. Sıra bana geldi. Kalktım, karatahtanın önüne geçtim. Çok heyecanlıydım. Edebiyat dersinde ilk kez bu kadar iddialıydım.

Hangi şiiri seçtiğimi sordu. Söyledim. Bana arkasını dönüp pencereden bakmaya başladı yine. Sırtının inip kalkmasından iç çektiğini anladım. Ben büyük bir inançla, yüksek sesle, elimi kolumu sallayarak, ayağımı yere vura vura şiiri okumaya başladım. İlhan Bey, iki elini arkasında, belinin biraz altında kavuşturmuş, parmaklarını birbirine kenetlemişti. Ben daha şiirin ortasına bile gelmeden zil çaldı. Okumamı sürdürüyordum. Çocukların sabrı tükenmişti; görüyordum. Ama asıl sabrı tükenenin İlhan Bey olduğunu anladığımda çok geç kalmıştım. İlhan Bey’in iki eli arkasında birbirine kenetliydi hâlâ; başparmaklarını birbirine değdirmeden çevirip duruyordu. Ben okudukça başparmaklarının dönüşünün hızlandığını görüyordum.

Sonunda şiir bitti.

“Bitti mi?” dedi.

“Bitti efendim,” dedim.

“Niye bu şiiri seçtin? Ne buldun bu şiirde?” dedi.

“Efendim, bu şiir beni başka bir âleme götürdü,” dedim.

Öfkeyle döndüğünü hatırlıyorum.

“Yalan atıyorsun!” dedi öfkeli bir sesle. “Bu şiirin seni başka bir âleme götürdüğü falan yok! Bak, olduğun yerdesin; şiiri okumaya başladığın yerdesin! Otur! Sıfır!”

Yıkılmıştım. Böyle bir öfkeyi beklemiyordum. Arkadaşlarımın önünde aşağılanmıştım. Sürüklenir gibi arka sıradaki yerime gittim, oturdum.

“Ön sıraya geçeceksin!” dedi. Bana söylüyordu. “Ön sıradaki şu arkadaşınla yer değiştireceksin! Hem sınıfın en ufağısın hem de en arkada oturuyorsun. İkiniz yer değiştirin!”

Bu, daha da onur kırıcı geldi bana. Göze girmek için ön sırada oturan, durmadan parmak kaldıran biri olmak istemiyordum. Ağlamamak için kendimi güç tutuyordum. Kitaplarımı defterlerimi çantama koyup istemeye istemeye ön sıraya, yeni yerime geçtim. Haksızlıktı bu.

İlhan Bey sınıftan çıkınca sınıf gürültüyle bir anda boşaldı. Bahçeye çıkmak istemiyordum. Ama özellikle yarım saatlik büyük teneffüste sınıfta oturmak yasaktı. Nöbetçi öğretmen az sonra bütün sınıfları dolaşırdı. Güneşli bir gün vardı dışarıda. Çıkıp bir duvarın dibine çöktüm. Başımı ellerimin arasına aldım.

 

Fatih’teki o karanlık küçücük odadan çıkınca sokakta akşamı bulduk.

Artık yalnızca öğretmenim değil, yakın dostumdu İlhan Bey. Koluma girmişti. Haliç boyunca yürüyorduk.

“Biliyor musun, seni görmek, denizi görmek kadar güzel,” dedi.

Deniz kıyısındaki bir parka girdik, boyaları yer yer dökülmüş bir kanepeye oturduk. İçeride geçen günlerinden seçtiği güzellikleri anlatmaya başladı. Sanki cezaevini, karanlık hücreleri, yapılan işkenceleri değil de, bir eğlence merkezinde yaşanmış doyumsuz günleri anlatıyordu.

Yaşadığı onca çirkinliğin içinden bulup çıkardığı güzel görüntülerle beni yüreklendirmeye çalışıyor gibiydi.

“Hazır ol, sen de yaşayacaksın bu güzellikleri,” dedi. “Hiçbirini kaçırma sakın! Öylesine az ki… Onlar olmasa dayanamayız. Bak, ben yeniden başlıyorum hayata; sıfırdan başlıyorum. Ve bütün güzelliklere açığım.”

O günden sonra bir daha görmedim İlhan Bey’i.

Temmuz 1997, Şile

 

 

NOTLAR:


[1] Erdal Öz’ün öyküsünü burada kullanmamı sağladıkları için, Can Yayınları Yayın Kurulu’nda iken bir dönem birlikte de çalıştığım Bahar Keyik’e, Ali Granit’e ve tabii özellikle Can Öz’e teşekkür ederim. Teknoloji anlamında Neandertal’den az hallice olan hocalarına teknik yardımları için Bilal Keskin ve Zeynep Berktaş’a da teşekkürler!

[2] Şov-bilim ya da sözde bilim ya da yalan-yanlış bilim ya da popüler ihtiyaca göre bilim demişken meraklısına Hakan Erdem’in Tarih-Lenk’ini şiddetle tavsiye ederim. Erdem bu çalışmasını 2000’lerin ortalarında yayımlamış, ancak bitirirken orada eleştirdiklerinin arkasının geleceğinden emin olduğunu da belirtmişti. Geçenlerde kendisiyle de konuşuyorduk, sonrasında neler geldi neler! Hatta zaman zaman öncekilere rahmet okutacak düzeyde “katkılar”!

[3] K. Durukan, “İlhan Başgöz İçin: Toprağınıza Hoşgeldiniz Hocam!”, Birikim online, 23 Ocak 2021.

[4] Yaşamöyküsü Gemerek Nire, Bloomington Nire’de şöyle yazar Başgöz: “Daha önce değindiğim gibi yayıncı ve yazar Erdal Öz de öğrencimdi. Erdal beni konu edinen bir hikâye de yazdı. ‘Bir Kuşu Tanımak’ adlı hikâyenin kahramanı İlhan Bey benim. Bu hikâye Erdal’ın Sular Ne Güzelse kitabında yayımlandı.”

[5] Burada bir nevi “gelenek”ten söz etmek mümkün galiba: Pertev Naili Boratav’ın da Türk Tarih Kongresi’nde şiddetli bir ideolojik, bilimdışı saldırıya uğrayan hocası Zeki Velidi Togan’a sahip çıkan bir telgraf metni dolayısıyla yaşadığı Konya Lisesi sürgünü vardır. Hayatın garip cilvesi: O telgrafa ismini koyan üç-beş kişi arasında sonraları Boratav’la yolları radikal bir biçimde ayrılacak olan yakın arkadaşı Hüseyin Nihal Atsız da bulunmaktadır.