Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte cinlerimi istiyorum!

"Ama çizgi film cinlerinin dudakları bildiğiniz insan dudağı. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir cin çizemezsiniz, soyut resim yapmıyorsanız. Bu mümkün değil. Ama küçücük bir kızken bu benim dimağımda mümkündü. Gelin görün ki torunlarımın hayallerine sınır getirdiler, şimdi onlara Alaaddin’in cininin bir dudağının yerde, bir dudağının gökte olduğunu nasıl anlatacağım?"

03 Aralık 2020 18:00

Beş-altı yıl kadar önce bir gece ayaklarımı uzatmış televizyonda gezinirken kanalın birinde bir filme takıldım. 1940’lı yıllarda geçiyordu film. İspanyolcaydı. Filme ortasından girdiğim için ismini bilmiyorum. Oyuncular da tanıdık olmadığı için hâlâ hangi yönetmenin hangi filmini seyrettiğimi bilmiyorum ama çok güzel bir film olduğuna göre önemli bir yönetmenin olsa gerek. İtiraf edeyim ki sinemayı çok bilmem.

1940’lı yıllarda, bir otomobilin içi. Ön tarafta 30-35 yaşlarında bir kadın ile adam oturuyor, arka koltukta ise 40’lı yaşlarında, saçları tepeden açılmış bir adam. Bunlar şehirlerarası bir yolda gidiyorlar. Arabayı genççe olan adam kullanıyor. Telaşlılar. Belli ki bir şeylerden kaçıyorlar. Genç kadın sık sık endişeyle arkasına dönüp yaşlıca olan adama, “söz dinle, sözlerinden çıkma” mealinde bir şeyler tembihliyor. Ben hemen senaryoyu yazıverdim aklımdan:

Belli ki bunlar İspanya İç Savaşı’nda veya İkinci Dünya Savaşı’nda birilerinden kaçıyorlar. Arkada oturan da ağabeyleri falan herhalde –  yaşı itibariyle. Zekâ özürlü olsa gerek. Onu da almışlar kaçıyorlar ama yolda onu bir yere bırakacaklar, ayak bağı olmasın diye herhalde. Tembih ediyorlar. Bırakacakları yerde söz dinlesin, olay çıkartmasın diye. Arkadaki adam da ciddi ciddi başını sallıyor. Sonra “tamam anne” demeye başlayınca, ben daha da çok acıdım adama, “ayyy yazık ya, demek gencecik kadını annesi zannediyor” diye.

Biraz sonra sahne değişti. Yol aynı yol. Ama bu kez 1970’li yıllara ait bir arabanın direksiyonunda, deminki arabanın arkasında oturan, 40’lı yaşlarındaki yarı kel adam oturuyor. O zaman anladım! Biraz önce seyrettiğim bir “fleşbek” imiş, zamanda bir geriye dönüş. Adam 1970’li yıllarda kendi arabasıyla o yolda giderken, 1940’lı yıllarda annesi ve babasıyla yapmış olduğu yolculuğu hatırlıyor. Fakat Hollywood filmlerinde “fleşbek”lerle geri dönüldüğünde 40’lı yaşlarındaki yarı kel adamın 10’lu yaşlarındaki hali kullanıldığı için benim zihnim de buna kitlenmiş. O yüzden seyrettiğim şeyi algılayabilmem için bir sonraki sahneyi görmem gerekti. Ve o zaman bir şimşek çaktı zihnimde.

İçim sızladı. Hollywood’un artık zihnimize nakşolmuş kalıbına o kadar şartlanmışım ki, seyrettiğim şeyi algılayabilmem zor oldu. Farklı bir görüntü, farklı bir söyleyiş biçimi bana ulaşıncaya kadar bile bir vakit aldı. Hollywood’un kendi kalıpları o kadar hâkim olmuş ki tahayyül etme kabiliyetime ya da hayal gücümün imgelemlerine, seyrettiğim şeyi kavrayamamışım.

Sonra düşündüm… Hangisi doğru diye. Kendimi düşündüm mesela. Geçmişe gittiğimde kendimi nasıl algılıyorum? Geçmişe gidiverir çünkü insan. Bir koku duyar, o koku alır insanı, taa çocukluğundaki babaannesinin evine götürür ve bir sürü de hatıra canlanır. Ama geçmişe mevcuttaki haliyle gider insan. Mevcuttaki haliyle geçmişteki o ânı hatırlar. Bir düşünün kendinizi. Yani o âna geçmişteki yaşınızla gidemezsiniz. Mümkün değildir. Bugünkü halinizle kendinizi orada bulur, hatırlayabildiğinizi hatırlarsınız. Gözünüzde, ama o günkü gözünüzde canlandırırsınız geçmişi.

Demek ki İspanyol yönetmenin yaptığı doğruymuş.

Aslında Hollywood filmlerinde yapılanlar da yanlış değil. Çünkü hikâyeyi kimin anlattığı önemlidir. Hikâyeyi kahraman anlatıyorsa İspanyol yönetmenin yöntemi doğru ama genel anlatıcıysa, ki filmlerin çoğunda öyledir, o zaman kahramanı bugünde bırakıp, bizi alıp geçmişe gidebilir. Yani aslında filmlerde de, film kimin görüş açısından kurgulandıysa ona göre bir seçim yapılabilir. Fakat artık bu o kadar kalıplaşmış bir şey haline geldi ki, sinemada sanırım hiç düşünülmeden zamanda geriye dönüldüğünde, karakterin çocukluk ya da gençlik hali kullanılıyor bire bir.

Böyle olmamalıydı, hayal gücüm böylesine kodlanmamalıydı. İspanyol yönetmenin yöntemini görünce o kadar dumura uğramamalıydım.

Üzülerek görüyorum ki, sanat bir yatırım haline gelip paraya tebdil olmaya başladı başlayalı kendi baskın kültürünü oluşturmuş. Bütün dünyada geçerli olan aynı kalıplar var. Çünkü ürün tüm dünyaya pazarlanacak, herkesin anlaması lazım. Öte yandan bunun planlı programlı yapılmış olduğunu da düşünmüyorum. Kendiliğinden oluşmuş gibi. Fakat bu baskın kültürün yeni simgeleri inanılmaz bir biçimde hayal güçlerimizi sınırlamaya ve kısırlaştırmaya başladı. Artık Pavlov’un köpekleri veya laboratuvarlardaki maymunlar gibi bazı simgelere tepki vermeye başladık. Seyrettiğimiz şeyleri düşünmeden “algılıyoruz”. Ve tepki veriyoruz.

Düşünüyorum da, ilk kez Amerikan dizilerinde karşımıza çıkan ve yaygınlaşan gülme efektleri de aynen Pavlov’un köpekleri gibi kitleleri hangi durumlarda gülmeleri gerektiğine şartlandırmaya başladı. Film sektörüne tüketici bir kitle hazırlanıyordu. Bize neye gülmemiz gerektiği dikte edilir oldu. Biz de kabullendik, kabullendiğimizin bile farkına varmadan.

Konuya bir filmle girdiğim için filmle devam edeyim. Çizgi filmlerle… Çizgi filmler ilk çıktığında kendi tiplerini de yaratmışlardı. Miki Fare, Donald Amca, Woodywoodpecker, Bugs Bunny, vs. Bunlar tanıştığımız yeni karakterlerdi ve tamamen çizgi filmler için tahayyül edilmişlerdi. Buraya kadar hiçbir itirazım yok. Ben de birçok insan veya çocuk gibi bu çizgi filmlere bayılırdım. Çizgi film dünyasının farklı bir dünya olduğunu algılamıştık; farklılıklarının çizgi olmalarından kaynaklandığını. O âlemi idrak etmiştik. Kendi muhayyilemizde bunlara bir yer bulmuştuk. Fakat kısa bir süre içinde bu çizgi filmler de dünya çapında çok ilgi görüp, çok para kazandırmaya başlayarak yeni bir ekmek kapısı açtılar. Fakat sanırım sonra çizgi film sanayii (!) tıkandı. Yaratıcılığı bitti. Kendini tekrar etmeye başladı, yavaş yavaş yavan tadı verir oldu. Çizgi film sanayicileri (!) bir çıkış aradılar ve özellikle eski masal kahramanlarını, mitolojik karakterleri çare olarak buldular. Sinbatlar, Heraklesler havalarda uçuştu.

Bu bana neyi hatırlatıyor, biliyor musunuz? Senaryosunu Ayşe Şasa’nın yazmış olduğu, çok sevdiğim bir film vardır: Ah Güzel İstanbul. Başrollerini Sadri Alışık ile Ayla Algan’ın oynadığı… Filmin dönüm noktası sayılabilecek bir yerinde, Haşmet rolündeki Sadri Alışık, Ayşe rolündeki Ayla Algan’a şöyle der:

“Böyle düşünen bir sen değilsin maalesef. Bu da kolay para kazanmayı kovalayanların işine geliyor. Elimizde canına okuyacağımız, maskara edeceğimiz bir müzik hazinesi var. Şimdi bu parçalara insanların büsbütün aklını karıştıracak toplumsal sözler de yazdık mı tamam!”

Aslında çizgi film “sanayii”nin de dünya edebiyat tarihine yaptığı bu. Artık yaratamamaya başlayınca geçmiş kahramanlarının canına okudular, maskara ettiler onları. Ve insanlar önlerine getirilenleri pek sorgulamadan seyretti. Beğendi hatta. Ya da çizgi film oldukları için adam yerine koymadı. Biri onu rahatsız edecek olsa, bir başkasını seyretti. Çok alternatif olduğu için de bir seçim yaptığını zannediyordu. Aslında bu çok seçmeli yelpazenin her dilimi artık bu maskaralarla dolu.

Sanat, sanayii olunca miraslarımızı hızla tükettik. Yaratamıyoruz eskisi kadar. Üstelik tek kaygısı satış olunca kolay anlaşılabilmek ve dolayısıyla kolay satılabilmek için kendi dilini yarattı, kendi simgelerini oluşturdu bu garip kültür. İnsanların kendi hayal güçlerine hiç yer bırakmamaya başladı. Herkes seyrettiğini aynı algılıyor, aynı anlıyor. Buna şartlandırıldı.

Halbuki eskiden, yani bu film sanayii bu kadar gelişmeden önce, herkesin hâlâ bir hayal gücü varken, insan okuduğu veya dinlediği hikâyeyi, masalı kendi kafasında canlandırırdı. Ben mesela bir dudağı yerde, bir dudağı gökte cinleri pek severdim. Alaaddin’in cini de öyleydi bana anlattıkları şekliye. (Kitaptan okumuyorlardı da şifahen anlatıyorlardı bana masalı, anlatan da öyle uygun bulmuş nedense!) Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte. Ama çizgi film cinlerinin dudakları bildiğiniz insan dudağı. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir cin çizemezsiniz, soyut resim yapmıyorsanız. Bu mümkün değil. Ama küçücük bir kızken bu benim dimağımda mümkündü. Ben bir şeyler hayal ediyordum; adını koyamadığım, tarif edemediğim, şekillendiremediğim ama idrak ettiğim, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir şey beliriyordu zihnimde. Gelin görün ki torunlarımın hayallerine sınır getirdiler, şimdi onlara Alaaddin’in cininin bir dudağının yerde, bir dudağının gökte olduğunu nasıl anlatacağım? Nasıl ikna edeceğim onları bunun mümkün olduğuna? Yeni nesil çocuklar Alaaddin deyince bir tek çizgi film sanayiinin onlara öğrettiğini canlandırabiliyor hayallerinde. Halbuki bizim zamanımızda her çocuğun dimağında ayrı bir cin vardı. Her bir çocuğun! Bir o günkü zenginliğe bakın, bir bugünkü fakirliğe…

Yüzüklerin Efendisi’nin filmi çevrildiğinde çok üzülmüştüm, hâlâ üzülüyorum. Artık herkes Gollum’u, elfleri, hobbitleri Peter Jackson’ın hayal ettiği gibi canlandırıyor aklında. Tolkien’in anlattığı gibi değil. Ama film Oscar üstüne Oscarlar aldı, doğru dürüst çıkıp da bir eleştiren olmadı. Güzel para kazandı.

İnsanların hayal güçlerine ket vurulması, başlangıçta her ne niyetle olursa olsun, sonradan toplu hareket ettirilebilen kitlelerin güdülmesiyle de sonuçlanabilir. Belki de dünyanın geldiği siyasal çıkmazların bir nedeni de budur.

Sanat sanayi olduktan sonra para kazanmak için maskara edilecek kaynak çok. Onu geçtim de, benim üzüldüğüm hayal güçlerimizin sınırlandırılmaya başlaması. Hayal edemezsek yaratamayız. Ne zaman ki bir dudağı yerde, bir dudağı gökte cinler ve devler geri gelecek, o zaman umut yeniden yeşerecek.

 

GİRİŞ RESMİ:

Mehmed Siyah Kalem'in cinlerinden...