Behçet Hoca

Hilmi Yavuz'un Behçet Necatigil'i anlattığı "Behçet Hoca" Everest'in 1900. kitabı olarak yayımlanıyor

07 Kasım 2019 11:00

Her şey yarım yârim!

 

Hoca’daki ‘yarımlık’ duygusu, bir ‘insanlık durumu’dur. Ayşe Sarısayın’ın, ‘Hoca’ için yazdığı kitaba Her şey Yarım Hâlâ adını vermesi rastlantı değildir.

İnsanlık durumu, evet! Lisedeyken de tanık olmuşumdur: Hoca, tahtaya üç dize yazar, ders sonudur ve handiyse teneffüs zili çalacaktır:

Kim olsa kırar yayı bir kere fazla gerse

Aşkın bana cinnetin zevkini tattıracak

Seni her tahayyülüm eğer böyle giderse

Kimindir bu dizeler? Hoca, ne münasebetle yazmıştır bu dizeleri tahtaya? Bilinmez. Yarım bırakılmıştır!

Kapıdan çıkar çıkmaz yetişirsiniz Hoca’ya;- hızlı yürüyordur, çantasını sallayarak.

“Hocam kimin bu şiir?”

“Git, bul!”

Yanıt budur.

Gider bulursunuz, ama sadece şairin kim olduğunu. Cevdet Kudret’tir. Beyazıt’ta, Sahaflar’dan… Sahaflar o sırada Beyazıt Camii avlusundadır geçici olarak. Çarşı yanmıştır ve yenisi inşa edilmektedir. Sahaf Nizameddin Aktuç’tan [bu arada Aktuç’un Yenişehirli Avnî’nin torunu olduğunu da öğrenmişsinizdir!] Birinci Perde’yi, 2 liraya almışsınızdır. Yıl 1953’tür.

Necatigil, Cevdet Kudret için şöyle der: “Hele ilk gençliğimin ruhuma en yakın şairi Cevdet Kudret’in şiirlerinin, üzerimde 1933 yılından itibaren bütün bütün tesiri görüldü. O yıldan sonra yazmaya başladım: Bedbin soneler, ölüm, aşk şiirleri yazmaya başladım."

 Ve şu: “Biz şiire başladığımız yıllarda Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı Tarancı gençler arasında en sevilen şair olarak önümüzdeydiler. Ama ben asıl ‘Yedi Meşale’ şairlerini, onlar içinde Ziya Osman Saba, Cevdet Kudret ve Yaşar Nabi’yi çok beğenirdim. Hatta lise 1. sınıfta iken Cevdet Kudret’in şiirlerine benzetmek dileğiyle birçok soneler yazdığımı hatırlıyorum.”

Peki Hoca, ne amaçla yazmıştır tahtaya o dizeleri? Onu çok daha sonra Hoca’nın ‘Yay’ şiirini okuduğunuzda anlarsınız:

Yayı fazla germe

Kıracaksın

Böylece ‘yarımlık’ tamamlanır, ama bu, sizdeki tamamlanmışlıktır. Oysa Hoca’da ‘yarımlık’ duygusu bir ‘insanlık durumu’ olarak sürecektir. Rauf Mutluay’la yaptığı konuşmanın bitişi anlamlıdır. Mutluay soruyor: “Peki, bu konuşmada sizde kalan izlenim nedir?”

Hoca yanıtlıyor: “Yarımlık. İstediğim hâlde birçok şeyi söyleyememiş, açıklayamamış olmanın verdiği eksiklik, yarımlık duygusu.”

Hoca’nın Yaz Dönemi'nden sonraki bütün şiirleri, deyiş yerindeyse ‘yarım’dır;- tamamlanacaksa, bu okurdan beklenir. Hoca, En/Cam bağlamında, bunu eşsiz bir mecazla anlatacaktır: “[Okur] iyi niyetliyse, angaje tarafı yoksa, bu kitap üstünde düşünürse bir eski zaman hayvanını kemiklerinden inşa eder gibi onu da kuracaktır.”[1]

Necatigil’in büyük şiirine doğru tam buradan yol almalı. ‘Yarımlık’ bir ‘eksik-oluş’a dönüşerek devam eder onda. Şiiri, bir anlamda bir ‘eksik-oluş’tur artık;- Dünya bize nasıl verildiyse, öyle! Şiiri ile Dünya’nın bize veriliş biçimi arasında ‘yarımlık’ dolayımında ‘eksik-oluş’la sağlanan birebir bir mutabakat söz konusudur. Şiir’in ‘eksik-oluş’u, Dünya’nın ‘eksik-oluş’uyla örtüşür. Hoca, ‘şiir’i Dünya’nın tamlığına vardırmanın yollarından birinin bu olduğunu düşündürür...

Bir başka mecra ise Hoca’nın şiiriyle inşa ettiği, aslında tasavvufla da örtüşen, fakat deyiş yerindeyse, desakralize [kutsallığından arındırılmış] bir metodolojidir. Bir anlamda, tasavvufu ‘dışardan kuşatma!’

Gazzalî Mişkat’ül Envâr’da ‘Âlem’ül hiss’ [duyularla algılanan ‘Bu-Dünya’] ve ‘Âlem’üt temsil’ [aşkın, transandantal, ‘Öte-Dünya’] arasında birebir bir mütekabiliyet ilişkisinden söz eder. Ona göre, Bu-Dünya’da varolan her şey [objeler;- fakat bunlara olguları da ekleyebiliriz!] Öte Dünya’nın birer mecazıdır. İbn Arabî’nin “Hakikat, mecazdadır.” sözünü de böyle anlamak gerekir. Walter G. Andrews de, Gazzalî’nin inşa ettiği bu temsiliyetin divan şiiri tarafından da temellük edildiği kanısındadır.

Necatigil’in sistemi bu metodolojinin yeniden-üretilmesidir. Hoca, Bu-Dünya’yı, deyiş yerindeyse, bir ‘mecazlar panayırı’ olarak tasarlamakta, daha önce de belirttiğim gibi, örneğin bir su deposu, bir dosya, kısaca Bu-Dünya’ya ait objeler birer mecaz ya da metafor olarak yerlerini almaktadır.

Necatigil’de bütünlük, ancak bu mecazların idraki ile mümkündür: Bu-Dünya, yarım’dır; bütünlük ancak mecaz ve metaforlar aracılığıyla, Hakikat dünyasına eklemlendiğinde sağlanacaktır. Hoca’nın, önce mecaz, öğrenin!, dizesi, aslında Hakikat’in mecazlarda gizlendiği düşüncesinin seküler ifadesidir.

Elbette burada Heidegger’in ‘şiir ve aletheia’ bağlamını anımsamamak olmaz;- Heidegger de Hakikat’in örtülü [letheia] olduğunu ve onu ifşa etmenin, örtüyü kaldırmanın [aletheia] şiirin işi olduğunu söyler.

Necatigil’in büyük şiir dehasıyla fark ettiği gerçek, budur:

Gerçek çok zaman örtülüdür 

Bu, Necatigil’in, poetikasını sürekli mecazlarla dilegetirdiğini gösterir. Sadece şiirinde değil, gündelik konuşmalarında da mecazlara başvurur: Çok sayıda şiir yazana ‘şiir kontrol hapı’ önerir; eski şiirini terk ‘âsi evlât’lıktır;- şiirin olgunlaşması ‘tencerede pişme’dir.[2]

Hoca, poetikasını açıklarken de mecazlara başvurur: “Şiir[in] kapatmalarla dolu bir haremi ele güne açmak”[3] olduğunu söyler. Şiirin ‘kapatmaları ele güne açmak’ metaforuyla dilegetirilişi ne demeye geliyorsa, Heidegger’de ‘örtünün açılması’ [aletheia], ya da Hakikat’i şiirle ‘ifşa etmek’ de, tastamam o anlama gelir;- bir farkla: Heidegger ‘Hakikat’i, Necatigil ise ‘Gerçek’i tercih eder.

Bu çok önemli! Çünkü şairin sadece kendinde-saklı olanın [mahrem-olan’ı] ifşasının, bir zorunluluk olarak postüle edildiğini görüyoruz: Şair, mahremiyetin ortadan kaldırılmasına yazgılıdır. ‘Ele güne aç[ılmadığı]’, ‘Harem’de kaldığı sürece şiir, YOK’tur!

Hoca bununla, bir anlamda şiirin ‘masumiyet karinesi’ni öne sürmesine imkân kalmadığını da mı ifşâ ediyor? Sanırım öyle!

Necatigil, ne mutlu bir çocukluk ne de bir ilkgençlik yaşamıştır. 2 yaşındayken annesini yitirmiş; yaşlı anneannesiyle büyümüştür ve hastalıklar… Hastalıklar haram eder hayatı, diye yazar Hoca, yaşarken ölüm! Sonra, evlilikte yaşlı ve hastalıklı bir kayınvalideyle yaşamak! Huriye Hocanım [Hoca’nın eşi, Huriye Necatigil] “Behçet, anneme kuş gibi bakardı…” demişti. Dar ve sınırlı bir yaşam!

Şiir en önce! Hatırlıyorum. Hoca’nın ölümünden sonraydı, bir üç ay kadar sonra, Hocanım evde bana, Kâmuran’a ve M. Ali’ye bir yemek verdi. Sofrada elbette kızlar ve damatlar da vardı. Hoca’dan, anılarımızdan, şiirinden, aile yaşantısından konuşulurken Huriye Hocanım, şöyle dedi: “Behçet, bana ‘Huriye, senin yerin şiirden sonradır!’ demişti.”

Evet, şiirin elbette önceliği var Necatigil’de. Ama ilk kez kime okurdu şiirlerini? Huriye Hocanım, yine, Şair Nedim Caddesi’nde, Deniz Apartmanı’ndaki dairelerinde bizlere, bana, Kâmuran’a ve M. Ali’ye verdiği bir yemekte Hoca’nın benim ‘Dünya’dan büyük’ dediğim küçük çalışma odasından çıkıp, o sırada yazıp bitirdiği bir şiirini, “Bak, Huriye! Dinle!” diyerek ilk kez kendisine okuduğunu söyleyince, M. Ali Tanyeri olanca ciddiyetiyle Huriye Hocanım’a itiraz etmiş, “Hayır, hayır! Hoca şiirlerini ilk defa bana ve Kâmuran’a okurdu!” demişti. Doğallıkla sofrada tuhaf bir sessizlik oldu, sonra da yüzlerde pek de belli edilmemeye çalışılan gülümsemeler! Sevgili M. Ali’nin, o gece “Hayır, ilk defa bize okurdu” ısrarını, sanırım Selma da, Ayşe de hatırlıyor olmalıdırlar.

Burada bir problem var gibi görünüyor: Necatigil, Necmi Onur’la yaptığı bir konuşmada, Onur’un “Şiirlerinizi yazdıktan sonra kime okursunuz?” sorusuna şu yanıtı verir: “Kimseye okumam. Basılıncaya kadar korkum sürer. Basıldı mı, giyotin düşmüştür artık.”[4] Öte yandan, Hoca Beyler kitabını Kâmuran Şipal’e 18.10.1978 tarihinde şöyle imzalamıştır:

“Sevgili Kâmuran Şipal’e,

Her şiiri yakından biliyorsun, gören ilk sen,

‘Birlikte okurduk, gene birlikte, beraber’”[5]

Bir de şu: Hoca, 2 Temmuz 1955’te, Tokat’ın Erbaa ilçesine annesini görmeye giden eşi Huriye Necatigil’e gönderdiği mektubun ‘ilâve’ bölümünde şunları yazmıştır: “Zarfın içinde iki şiir bulacaksın. İlk senin okumanı istedim, herkeslerden önce.”[6] Bu durumda Hoca’nın şiirini yayımlamadan önce [i] bir başkasına okuyup okumadığı ya da [ii] okuduysa, kime okuduğu problematik kalıyor gibi...

 

Hoca’nın 75. doğum yıldönümü dolayısıyla, 16 Mayıs 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Odası Dünya’dan Büyük” diye yazmıştım. Ayşe, babasını “en iyi anlatan yazılardan biri olduğuna inan[dığını]” ve “bu yazıyı okumaktan asla bıkm[adığını]” yazmak inceliğini göstermiştir.[7] Şöyleydi:

“Odası Dünyadan Büyük

Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim üzerine yazdığı bir denemede Haşim’in hayatı “kasten daralttığı”ndan söz eder ve “Haşim gözleriyle, biraz da derisiyle yaşardı” der.

“Hayatı kasten daraltmak!” Bu söz, sanırım, Ahmet Haşim’den çok, Behçet Necatigil’i anlatıyor, onu betimliyor gibidir.

Gerçekten de öyledir. Necatigil hayatını, belki de daha öğrencilik yıllarından beri, eviyle okulu arasına sıkıştırmış, sadece çok sınırlı sayıda arkadaşları ya da dostları ile birlikte olmuş;  hayatını -belki de daha doğru bir deyişle- odasıyla sınırlandırmıştır. Necatigil’in odası, onun zaten iyice darlaştırılmış olan kamusal hayatına karşı, özel hayatının içine yerleştiği alanı belirler. Ve tuhaf bir karşıtlık çıkar karşımıza: Dünya, yani Behçet Necatigil’in kamusal hayatının gerçekleştiği alan, olanca genişliğine ve insana sunduğu sınırsız yaşantı deneyimlerine karşın, alabildiğine daraltılır ve öğretmenlik ya da öğrencilik yaptığı okullarla ve bir iki kahve ya da içki evi ile sınırlanırken; oda, yani Behçet Necatigil’in özel hayatının gerçekleştiği alan, olanca darlığına ve insana sunduğu son derece sınırlı yaşantı deneyimlerine karşın, alabildiğine genişletilir.

Hiç abartmadan söyleyeyim: Necatigil’in odası Dünya’da büyüktür.

Dünyadan büyük bir odada hayal gücü görüntünün; imge algının yerini almıştır. Ve bu tekdüzelikte, değişmeyen eşyalar, eski ilâç kutuları, kâğıtlar, kitaplar, sigara izmaritleri ile tepeleme dolu kül tablaları (tablalardaki küllerin, kâğıttan yapılıveren külâhlara doldurulması, törensel bir titizlikle yapılırdı), saat, ucu iyice sivriltilmiş kurşun kalemler, odaya sığabilmek için özellikle küçük olması istenmiş metal masanın çekmecelerindeki tıkış tıkış zarflar, içinde sarı leblebilerin bulunduğu eski bir kavanoz (hoca, leblebiyle içmeyi severdi), bir bardak, votka şişesi, artık üretilmeyen ilâçların prospektüsleri (özenle saklanmış) bir kitabı paketleyecek uzunlukta, ama yumak yapılmış sicimler (kendisine gönderilen kitapların paketlenmesinde kullanılan sicimlerdir bunlar) ve kızlardan birinin (Selma, Ayşe?) ilkokul resim defterinin bir yüzü kullanılmamış olan yapraklarına yazılan şiir müsveddeleriyle dolu dosyalar ve –yine kitaplar arasında geçen tenha yaz saatleri! 

Bu görünüm hiç değişmedi. Behçet Necatigil, odasına girenlerin bile ezbere bildikleri ve yerleri hiç değişmeyen bu eşyalar arasında, saadeti eşyada, eşyanın düzeninde bularak; hayatı daraltarak, ama derinleştirerek yaşadı.

Kuşkusuz, tekdüzelikte, insanın imgelemini kışkırtan bir şeyler olmalıdır. Hep aynı şeyleri gören ve hep aynı şeyleri duyan bir insanın kendi dışındakilerle değil, içe doğru bir derinleşmeyi yaşamasıdır bu… Necatigil de odasını varlığının çeperi, bedenin derisi gibi yaşadı. Odası, varlığının sınırıydı onun.

Demek ki büyük şair olmak için büyük hayatlara gerek yoktur: Sadece Haşim midir hayatı kasten daraltan? Mallarmé de öyle değil midir? “Dünya, bir kitap olmak için vardır.” diyordu Mallarmé. Ve Necatigil, “her aşktan geriye kaç şiir kalır, ona bakalım!” diye uyarıyordu genç öğrencisini. Gözlerini kısıp (ağzındaki cıgaranın dumanındandı bu!) bir elinin parmak uçlarını kemerinin arkasına sokarak pencereden bakma saati geldiğinde, dünyaya bir şiiri okuyormuş gibi bakardı. Sanki, üzerine “terk” yazıp bıraktığı ve yayımlamadığı şiirleri gibi… (Daha sonra biz, Ali Tanyeri ile birlikte bulduğumuzda onları, çok şaşıracaktık. Çünkü yazıp yayımlamadıkları, yazdıklarının neredeyse üç katıydı!) Odasını “terk” eder, sokağa çıkar, Ali’yi ya da Kâmuran’ı bulmak için Cerrahpaşa’ya yönelirdi, çoğu kez cumartesileri… Ve sıkılır, onları da “terk” ederdi. Odaya ve eşyalarına dönmek üzere…

Şiirinde bütün yaşantılar vardı. Gündelik hayatın basit, yalınkat görünen nesneleri, haydi fenomenolojik bir dilegetirişle söyleyeyim, “paranteze alındıklarında” bir büyüsellik edinirler. Bir su deposu, bir dosya… Alelâde nesneler bir insanlık durumunu belirten metaforlar ve mecazlar olurlar, kendi öz’lerini bularak…

Necatigil nesnelerin, eşyanın insanı imlediği bir katmanda arıyordu şiirini: Aşk, bir oku kırmadan gerebilmek miydi? Ölü, bağlanıp depoya atılan bir dosya mı? Hastalıklar (onlar ‘hayatı haram’ ediyorlardı!) bir deponun delinmesi miydi? Ah, nerden delinir ilk bu depo, bilinse? Ama bilinmedi işte; bilindiğinde de iş işten geçmişti artık!

O ‘terk’ etti, ama şiiri ‘terk’ etmedi bizi…”

Başlangıçta evet böyle düşünüyordum: “Odası Dünya’dan Büyük!” ama sonra Lirik Defterler’de yazdımdı: Odası, Dünya kadardı Hoca’nın:

“O balkonlu küçük odada, her şey bir sığışmışlık duygusu verirken, eşyanın her biri: metal masa, kitaplar, çekmecedeki yumak yumak ipler, kâğıtlar, dosyalar, bardaklar… Ve daha bir sürü şey, büyük ve yekpare bir aynanın kırılmış parçaları gibiydiler.

Oda mıydı o büyük ayna, yoksa Necatigil mi? Bilmiyorum, ama bildiğim şuydu: Eşyanın sığışmışlığı Hoca’nın Dünya’daki sığışmışlığını imliyordu.”[8]

Necatigil’in ‘Oda’ metaforunu şiir için kullanıyor olması, onun özel hayatının mahremiyetine, tıpkı şiir gibi, kimseyi dâhil etmek istemediğini gösterir. Bile/Yazdı’da, ‘Kalabalık ve Tenha’ bölümü okunduğunda,  Montaigne’nin bir denemesine gönderme yaparak ne demek istediği daha iyi anlaşılacaktır:

“Montaigne yalnızlık üzerine bir denemesinde bir dükkândan söz eder.” diyor Necatigil ve şöyle sürdürüyor sözlerini: “Gündelik hayatın gürültüleriyle dolu, alışverişlerle yüklü bir dükkân. Ve biz oradan oraya, bir müşteriden ötekine koşan, işi başından aşkın bir tezgâhtar ya da dükkân sahibiyizdir. Ama yalnızca bu telaşlı hayat, gün boyu o dükkân bizim saadetimiz olabilir mi? Hayır. Dükkânın arkasında tamamen bizim [vurgu benim H.Y.] küçük bit odamız olmalı. […] Şiir deyince ben de böyle kalabalık bir dükkânı ve dükkânın arkasında küçük, tenha, gönlümce bir odayı düşünüyorum.”[9]

Bu onun Dünya’yı bir ‘mecazlar panayırı’ olarak alımladığının yeni bir kanıtıdır. Dünya, ya da kamusal alan kalabalık bir dükkândır; şiir ise “orada kendimizle konuşu[p] sus[up] düşünü[p] dinlen[diğimiz]” bir oda;- özel alan! “Orası bir kurtuluştur” der, “bazı mecburiyetlerden!”

Necatigil, bu-dünya’da, kalabalık bir dükkânda [Bu, Dönme Dolap şiirinde söylediği gibi bir ‘luna-park’, bir ‘konser’, ‘bir gösteri’ alanı da olabilir] itilip kakılma ve onca telaşlı gidip gelmeler ve gürültüler arasında sıkışıp kalmış, ya da daracık bir yer bulup güç bela oraya ‘sığışmış’ gibidir. Var-olmak, bu-Dünya’da, ‘arada’ bir yerlere sıkışarak ilişip, eğreti oturmaktan öte bir şey değildir:

Nerden niçin mi geldim

Bilmeden bir şey diyemem, ya siz?

Hem hiç önemli değil

Geldim, yer açtılar oturdum

Girip çıkanlar vardı

Zaten ben geldiğimde

 

Başka şeyler de vardı, ekmek gibi, su gibi

Doğrusu anlamadım bir düğün dernek mi?

Sonra da kimileri düşünceli durgundu

Gidenler niye gitti doğrusu anlamadım

Zaten ben geldiğimde

 

Bir luna-park mı bir konser bir gösteri

Bilmem pek anlamadım önüm kalabalıktı

Sıkıştığım yerde vakit çabuk geçti

Bak dediler baktım pek bir şey göremedim

 

Hem her yer karanlıktı

Zaten ben geldiğimde

 

Benim tek düşüncem büzüldüğüm köşede

Nasıl çekip gideceğim kalk git dediklerinde

Çünkü çıkmam sıkışık sıralardan mesele

Kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan

Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken

Zaten ben geldiğimde

 

Aşkların bile, ‘sıkışık sıralar’ın değilse de ‘sıkışık saatlerin’ ‘arasına’ konulduğunu gösteren Nilüfer şiiri –ki, bana göre büyük ve muhteşem bir şiirdir, evet, aşkların bile ‘sıkışık saatlerin’ ‘arasına’ konulduğunu gösterir. Her şey ‘arada’ olmaktadır çünkü!

Bir daha söyleyeyim: Necatigil ontolojisinde var-olmak, arada olmak’tır;- bu ’ara’lar, geniş de değildirler üstelik, ‘dar’ ve sıkışıktırlar. Genişliğe Övgü’ler düzülür, ‘en iyisi oluruna bırakmak’tır! ‘Şu eğreti yerde’, genişlik olanaklı değildir; o zaman Necatigil şöyle diyecektir:

“[Bari siz] Biraz geniş olunuz!”

‘Arada’ sıkışıp kalmış olmaya yazgılı birey için, genişlik duygusu, Necatigil’e göre bir ölçüde, yürümekle mümkün olabilir. Hoca için, iki başına yürümek’ten haz duyduğu yol, Beşiktaş-Ortaköy yoludur. Alangu’ya Berlin’den yazdığı 4.10.1937 tarihli mektubunda şöyle der: “Ne kadar isterdim ki Beşiktaş-Ortaköy yolunda olayım. O yolda yürümenin haşmeti. Bir duvar dibinden sessiz. Keşke bugün yağmur yağsa. Yağmur altında yürümek de muhteşemdir. Allah’ın yüzü ıslatan rahmeti ile yollarda.”[10]

 

Doğan Hızlan’la yaptığı konuşmada da şöyle diyor:

“Kent dolaşmaları çok sevdiğim bir uğraş, yan uğraş. Çok da yararlı. Ama gitgide dolaşmalar zorlaşıyor. […] Benim sezimde, askıda kalmış o dolaştığım yerler, sur dışı bölgeler. Edirnekapı, Topkapı, Mevlânâkapı, Silivrikapı, Sahilyolu. […] İstanbul’un ücrâ, temizliğini sürdüren, yani eski sessizliği oldukça sürdüren semtler. Çok isterdim!”[11]

Bu gezintiler, bir flâneur’un gezintileri biçiminde okunmamalıdır. Necatigil, Eagleton’un deyişiyle, ‘bakışlarıyla kenti estetize etmek’ için, yani bir flâneur olarak dolaşmaz kentin sokaklarında. O, kendisiyle ‘iki başına yürümek’, kendisiyle baş başa kalmak istemektedir.

Oysa, mesela, Ahmet Hamdi Tanpınar bu anlamda bir ‘düşünürgezer’, bir flâneur’dür. Onun Yaşadığım Gibi’de, modernleşme süresince büyüsünü kaybeden şehirleri, İstanbul’u ve Bursa’yı [bir de Kahramanmaraş var elbette!] bakışlarıyla estetize ettiği söylenebilir mi? Galiba, evet!

Tanpınar’ın, “Kenar Semtlerde Bir Gezinti” başlıklı denemesinde[12] bir mayıs sabahı “İstanbul’un Kocamustafapaşa ile surlar arasındaki o geniş ve fakir semtinde tek başına” yaptığı bir gezintiden söz ederken, “Böyle gezintileri daima Yahya Kemal ile yapardım. Tanıyanlar bilir ki Yahya Kemal’le beraber olmak, onu dinlemek bir lezzettir. Fakat onunla İstanbul içinde dolaşmak, bu kelimenin hudutlarını aşan büyülü bir şey olur.” diye yazar.

Yahya Kemal’le İstanbul’da yapılan gezintilerin, ‘gezinti’ sözünün sınırlarını aşan büyüleyici bir yanı olması, Tanpınar’ın flâneur’lüğü Yahya Kemal’den öğrendiğini gösterir. Belki de gerçekten İstanbul’u bakışlarıyla estetize edebilen ya da Benjamin’in dediği gibi, büyük şehir insanının ‘kapkara yaşam biçimine bazı parıltılar katabilen’ ilk düşünürgezer, ilk flâneur, bizzat Yahya Kemal’in kendisidir…

Yahya Kemal’in flâneur’lüğü, şehri bir medeniyet tarihinin içinden okuyarak soylulaştırması, daha çok şifahi bir sohbet geleneğinin devamcısı olmak şeklinde tezahür eder. Maalesef, Tanpınar’la ve başka arkadaşlarıyla yaptığı gezintilerin çok azı yazıya dönüşmüştür. Oysa Tanpınar, öyle değildir. Şehri, ona göz alıcı bir asalet [ennobling] ilavesiyle estetize eden bakışlarını, söze değil, yazıya aktarır. İbrahim Paşa Sarayı Meselesi’ndeki şu sözler, İstanbul’a bir flâneur olarak bakabilen birinin sözleridir:

“Çünkü bu şehri güzelleştireyim derken fakirleştirmekten, hayatı soysuzlaştırmaktan çekinirim.”[13]

 


[1] En/Cam kitabı dolayısıyla Kâmuran Şipal’le yaptığı 28 Temmuz 1970 tarihli konuşmada “Bugünkü şiirim Eski Toprak’tan sonra başladı.” (Düzyazılar 2, 515.) diyorsa da, bir başka konuşmada şunları söyler: “Nitekim bir on beş yıl kadar, duru, kolay anlaşılır bir şiir dili kullandım. Yaz Dönemi’nden, 1963’ten sonra ise şiirin farlarını kıstım biraz, karartma geceleri başladı az çok.” (Age, 543.)

[2] Behçet Necatigil, Bile/Yazdı (İstanbul, Ada Yayınları, 1979), 33.

[3] Age, 33.

[4]  Düzyazılar 2, 524.

[5]  Behçet Necatigil-Kâmuran Şipal, Dar bir Çember İçinde, haz. Serenad Demirhan (İstanbul: YKY, 2018), 113.

[6] Behçet Necatigil, Serin Mavi (İstanbul, YKY, 2017)

[7]  Ayşe Sarısayın, Çok Şey Yarım Hâlâ (İstanbul: YKY, 2001), 87.

[8]  Hilmi Yavuz, Lirik Defterler (İstanbul, YKY, 2018), 70.

[9] Bile/Yazdı, 104-105.

[10] Behçet Necatigil, Mektuplar (İstanbul, 1001 Tane Yayınları, 1989), 17.

[11] Düzyazılar 2, 560.

[12] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (İstanbul: Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları, 1970), 195-200.

[13] Age, 177-186.