“Aşk ya da hayranlık”: Suat Derviş'in kadınları, erkekleri

“Suat Derviş’in romanları, psikolojik gerilimlere verdiği önemle, insan benliğinin derinliklerini anlama ya da gösterme çabasıyla ve kadının erkek karşısındaki toplumsal konum ve rolünü sıradan bir aşk hikâyesi anlatırken bile tartışmasıyla dönemin öteki tefrikalarından ve popüler aşk romanlarından farklılaşır."

26 Şubat 2021 09:18

Kendine Tapan Kadın’da Nazan’ın ilk evliliğine çok az değinilir. İlk kocası onun okulda edebiyat öğretmenidir, Nazan ona büyük bir hayranlık duymuştur. İlk kocasına karşı hissettikleri daha çok sonraları Vahdet’e karşı hissettiği duygularla karşılaştırılırken romana dahil olur – bundan yukarıda söz etmiştim. Romanın başlarında henüz karakterlerle tanışma aşamasında bu evlilikten şöyle söz edilir:

“Onu [ilk kocasını] ne kadar çok sevmişti… Bir lise kızının hocasını sevebileceği gibi taabbüte [tapmaya] yaklaşan derin ve romantik ve heyecanlı bir aşkla sevmişti. O mütevazı edebiyat hocası onun nazarında dünyanın en müthiş edebiyat üstadı olmuştu ve elan da o mevziiyi muhafaza ediyordu. Ona inanır, onu sayar ve âdeta ona tapardı.” (s. 32-33)

Suat Derviş’in romanlarında yaşlı, bilgisiyle saygınlık ve hayranlık uyandıran erkeklere hayran / âşık olan genç kadınlar hiç az değil. Hiçbiri’nde Cavidan’ın Selim Paşa’ya karşı hissettikleri; Onu Bekliyorum’da Suzan’ın Şefik’e yönelmesi; Beni Mi?’de Nermin’in kimselere açamadığı tutkusu[1]; Gönül Gibi’de Süheyla’nın rahmetli eşi İrfan’a hayranlığı birbirini az çok andırır. Süheyla’nın şu sözleri pekâlâ Nazan için de geçerli olabilir:

“Ben İrfan’ı sevmekten daha fazla beğenmiştim. Ve işte çok beğendiğim için sevdim. Onunla ecnebi memleketlerinin birinde tanıştığımız zaman, başında o büyük düşünceleri ve arkasında uzun şöhret seneleri vardı. Bu şey benim gözlerimi kamaştırdı. Zaten sen de biliyorsun, uzun senelerden beri onun hayranı idim. Eserlerinin, düşüncelerinin kudretine âşıktım. O benim beynimin dostu, benliğimin üstadı. Beni senelerden beri eserleri, felsefesi eğitiyordu. Ve işte onu tanıyınca, benimle meşgul olduğunu hissedince şüphesiz sevdim. Fakat o benim için bir sevgili değildi.” (s. 11)

Bu romanlarda anlatılanların çok farklı hikâyeler, kahramanların birbirinden oldukça farklı kadınlar olduğunu eklemeliyim. Üstelik her ne kadar Nazan’la Süheyla’nın ilk kocalarına karşı hisleri birbirini andıran hayranlıkla sevginin karışımı gibi görünse de, saydığım öbür kadınların, Cavidan’la Nermin’in hissettikleri düpedüz aşktır. Suzan’ın durumuysa biraz farklı. Yine de bu kadınların hep yaşça kendilerinden büyük, olgun erkeklere çekilmeleri dikkat çekici. Bu arada Büyük Ateş’te de Fazilet’in kocasına karşı yoğun bir ateş hissetmediğini, ama onun yanında müthiş bir huzur hissettiğini ve “bu huzuru hayatta en büyük saadet telakki et[tiğini;]” Hiç’teyse Seza’nın ilk kocasına karşı herhangi sıcak bir duygusu olmadığını eklemeliyim.

“Seza halleri, vakitleri artık pek yerinde olmayan akrabalara yük olmamak için evlenmişti. Kocası umumi insan seviyesinin ortasını aşamayan alelade bir insandı. Şahsiyeti yoktu. İyi miydi? Hayır! Fena mıydı? Hayır! Hadiseler onu iyi veya fena yapabilirdi. O su gibiydi. Lezzeti olmayan, rengi olmayan bir varlık.” (s. 53)

Yaşça büyük, hayranlık duyulan, sevilmekten ziyade “beğenilen” adamlar ve öbürleri, yani aşkla, “daha fazla etlere ve asaba hükmeden çılgın ve hayvani bir kuvvetle” sevilen adamlar. Bu iki gruptaki adamların karşı karşıya getirilmesi aşkın akıl işi olmadığının bir ifadesi olsa gerek. “Çılgın Gibi” sadece bir romanın ismi değildir Suat Derviş’te, aşk romanlarının çoğunda karşı konulamaz bir arzunun ifadesi olarak sıkça kullanılır “çılgın gibi” sözü. Kadınlar çılgıncasına severler adamları, ama sonu pek iyi gelmez bu ilişkilerin. Çılgın Gibi’de Celile’nin hiçbir şeyi sorun etmeden yanına gittiği Muhsin yaşadığı muhiti ve kendisine çizdiği gelecek planlarını bir kenara atamaz, daha fenası Celile’nin eski kocasını hiç tereddütsüz terk edip kendisine çılgınca gelmesi onda hep bir kuşku yaratır. Hiç’te Atıf, onu çılgın gibi sevdiğini söylese de, çocuklarının annesini bırakmayı yeğlemez, onun yerine Seza’yı kendisinden uzaklaştırır. Büyük Ateş’te Fazilet’in çılgınlığına engel sevdiği adamdan gelmez. Hiçbiri’nde Cavide, “Sizi kaybedince ya çıldırırım ya ölürüm,” dediği halde Selim Paşa için saadetlerinin önünde, görmezden gelemeyeceği bir engel bulunmaktadır, bu nedenle Cavide’yle beraber olmamayı seçer. Onu Bekliyorum’da Suzan sevdiği adamla evlenir, ama onu da, aşağıda daha ayrıntılı değineceğim üzere, umulmadık, başka sıkıntılar bekler.

Bu saydığım romanlarda, sorun bir yerde erkeklerin düşünce dünyalarında kadına biçtikleri rollerle de ilgilidir. Suat Derviş’in romanlarında kadının erkeklere eşit görülmemesinin örnekleri az değildir. (Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’da aynı işi yaptıkları halde kadınların ucuza çalıştırılmaları da ön plandadır, ama bu sorun daha çok duygusal ilişkilerde ve toplumsal konum ve toplumsal rollerde belirginlik kazanır.) Bunun çarpıcı örneklerinden biri Kendine Tapan Kadın’da çıkar karşımıza. Vahdet’in Nazan’a duygusal şiddet uyguladığı, onun kendisine yönelik bunca hor görülmeyi sineye çekerek yoğun hisler duymasını anlayamadığına ve bunu hor gördüğüne değinmiştim. Beri yandan, bu halin Vahdet’in egosunu okşadığı da açıktır – bu sayede kendisini çevresindeki herkesten farklı görmektedir. Vahdet’in kendisini seven kadına bunca hasmane tutum alması salt romantizme karşıtlık değildir, romantizmi kadınlara özgülediği için kadına karşı düşmanca bir tutumdur aynı zamanda.

“Müthiş bir can sıkıntısı ile Hepsi ama hepsi böyledir, diye hüküm verirken, hepsinin böyle oluşuna müthiş içerledi. Bir başka türlü kadın yok mudur? İçinde müphem bir şekilde, Böyle bir kadın vardır… Onu biliyordum. Ben onu gördüm, gibi bir his uyandı. Fakat bu his benliğinin o kadar karanlık yerlerinde dolaştı ki, kendi bile bu hissini vazıh [açık] bir şekilde anlayamadı.” (s. 16 – İtalikler metinde var.)

Kadınlara karşı en derinlerdeki duygu ve düşüncesini de Nazan’ın yüzüne karşı dile getirmekten çekinmez.

“Kadın[ın] da bir şahsiyet ve bir varlık olduğuna hükmeder ve bunu kabul edersek o zaman mesele değişir! Fakat hakikatte kadının etrafımızdaki diğer cansız eşyalardan başka ne farkı var! İsteriz… Elimizi uzatır alırız. Paramız yettiğine göre ve fiyatını verdik mi en güzelini bile…” (s. 31)

Toplumdaki yaygın görüşü paylaştığı açıktır, üstelik az çok entelektüel bilinen biridir bunları söyleyen.

Vahdet gibi, saldırgan bir entelektüel bir başka adam da Onu Bekliyorum’da çıkar karşımıza: Şefik. Döneminin önde gelen aydınlarından biridir, Vahdet gibi değildir, çok takdir gören, dâhi olduğu söylenen bir entelektüeldir. Gelgelelim, Suzan bir keresinde ne düşündüğünü sorduğunda şu yanıtı verirken hiçbir ikircim duymaz.

“Herkesin, bilhassa küçük kadınların, hatta sizin gibi birer büyük sanatkâr olsalar bile anlayamayacakları şeyler düşünüyordum. Anlatsam sıkılırsınız.” (s. 51)

Gelgelelim, Suzan onun böyle “açık ve kolaylıkla” konuşmasından hoşlanıyordur. Bunu ifade ettiğinde de Şefik burnundan kıl aldırmayan okumuş adam kibrini sürdürür.

“Ben düşündüğüm, his ve zannettiğim şeyleri olduğu gibi söylemek cesaretini ve hakkını kendinde bulan bir insanım. Bunun için herhalde beni ayıplamazsınız.” (s. 51)

Şefik, bir başka gün kadınların, aşkın dünyasında işgal ettiği yer konusunda da kendinden pek emin, egosunu okşaya okşaya konuşur:

“Benim hayatımda bir kadın hiçbir zaman her şey olamaz. Ve yalnız sevda hayatımı dolduramaz. Bir aşk yaşayışımı değiştiremez, benim için aşktan, kadından evvel gelen ne heyecanlar… Ne zevkler… Daha neler neler var.” (s. 52)

Suzan ona büyük bir hayranlık duyuyor olsa da Şefik’in karşısında sözünü esirgemeyecektir.

“Niçin saklanıyorsunuz? Niçin hissettiklerinizi hissetmekten utanıyorsunuz? Siz daima kendinden emin olan, kendinden mağrur olan siz… Kalbiniz o kadar gülünç mü? Niçin bu dakikada kalbinize gören gözlerle bakmıyorsunuz?” (s. 53)

Suat Derviş’in ilk dönem yapıtlarında karşılaştığımız gotik denebilecek ögeler de barındıran Onu Bekliyorum, iki erkek arasında kalmış bir kadının romanıdır. Kitabın önsözünde İnkılap gazetesinin 16 Ocak 1931 tarihli nüshasından bir kupürün görseli yer alıyor. Gazete, “Yeni tefrikalarımız!” başlığıyla Onu Bekliyorum’u duyuruyor. Şöyle tanıtılıyor: “Aşk ve sevişme romanı.” Kitabın önsözünden öğrendiğimize göre İnkılap’ın kapanması nedeniyle orada tefrika edilemeyen roman dört yıl sonra Cumhuriyet’te tefrika edilmiş. Cumhuriyet’teki tanıtım kupüründeyse şöyle yazıyor: “Suat Derviş’in en güzel romanı. Kökleri tahteşşuurda yaşayan büyük ve esrarlı bir aşkın hikayesi.”

Bu tanıtımda vurgulandığı üzere bilinçaltı meselesi Derviş’in kimi romanlarında olduğu gibi burada da ön planda sayılır, bir aşk romanı olduğu da doğru, ne var ki bu roman aynı zamanda bir “sanatçı romanı” olarak değerlendirilmeye de müsait. Sanatçı bir kadının yaratma arzu ve coşkusunun, peşinden de bunu nasıl yitirdiğinin de romanı çünkü. Onu Bekliyorum’da Suzan iki erkek arasında kaldığı gibi, aşkla sanatı arasında da kalır. Ben-anlatıcının ağzından anlatılan bu romanda Suzan’ı, arzuları, korkuları, çelişkileri, hayal ve hüsranlarıyla beraber tanırız. Sorunlarının nedeni salt kişisel çalkantılar değildir. Dışarıdaki dünyada hemen her şey erkeklere göre ve onların erkekleri kadınlardan üstün gören zihniyetiyle belirlenmiştir. Böyle bir dünyaya ayak uydurabilecek biri değildir Suzan. Aşkını yaşaması gibi, sanatını sürdürmesi de büyük zorluklarla baş etmesini gerektiriyordur; bunların sonucunda da en çok onun psikolojisi zarar görmektedir. Beri yandan, Suzan’ı sanatından alıkoyan, çoğu kadının başına geldiği gibi ev içi emeğin ona bir görev olarak yüklenmesi gibi meseleler değildir, yine de her iki evliliğinde de resim çizmeyi gönlünce sürdürmesi çok mümkün olmaz.

İlk evlendiği adam Nihat çok yakışıklı olmakla birlikte entelektüel yönü olmayan biridir, kadınla erkeğin rolleri konusunda görüşleri çok klasiktir. İlişkilerinin ilk dönemlerinde Suzan için Nihat’a duyduğu aşk her şeyin önünde olmuştur. O günleri şöyle anlatır Suzan.

“Her şey, her zevk, her ihtiyaç senin aşkın olmuştu. Senden başka, sen olmayan, sevgin olmayan her şeyi ihmal etmeye başlamıştım. Ne eserlerim… Ne dünya, hiç, hiçbir şey beni alakadar etmiyordu. Sanki ben eski Suzan yalnız, sanat aşkı ve muvaffakiyet hırsıyla coşkun eski Suzan değildim,” (s. 32-33)

Zaman geçip de Suzan yeniden sanatına, eserlerine yoğunlaşmaya, başka insanlarla, özellikle entelektüel erkeklerle (bilhassa Şefik’le) görüşmeye başlayınca Nihat çok rahatsız olur.

“O zamanın Suzan’ına öyle hasret çekiyorum ki… Sen o zaman yalnız kadındın. O zaman öyle güzel, öyle çıldırtıcı ve güzeldin ki… İtiraz etme yavrum… Kadın her şeyden evvel kadındır. Kadın olmalıdır.” (s. 33)

Güçlü bir kadındır Suzan, Nihat’ın sözlerine pabuç bırakmaz, çalışmayı sürdürür, ama bir zaman sonra iki erkek arasında kalır. Yaşanan birtakım olayların ardından Suzan’ı bu kez Şefik’le evlenmiş olarak görürüz. Ne var ki Suzan yine sanatıyla ilgilenemiyordur. Şefik’e göre bunun nedeni, Suzan’ın Şefik’in dehasını kıskanmasıdır. Şefik’in çalışmak için onu yalnız bıraktığı saatlerde mutsuz olmaktadır. Şefik bunu kıskançlık olarak değerlendirir.

“Benim kim olduğumu, benim yaşamak için çalışmaya, çalışmak için sükûnu kalbe muhtaç olduğumu biliyordun ve bilerek bana geliyordun. Beni nasıl sevmenin lazım geldiğini, beni kendin için değil, benim için sevmek lazım geldiğini idrak ettin zannettim. Beni mantıkla, zekâ ile seviyorsun zannettim. Hâlbuki sen de kadın, bütün diğer kadınlar gibi mantıksız ve akılsız bir mahlukçuk imişsin.” (s. 119)

Erkeklerin kadınlara sürekli neyi nasıl yapmaları gerektiğini öğretmelerinin ilginç, entelektüel versiyonlarından biridir bu. Erkeği nasıl sevmesi, nasıl sevmemesi gerektiğini öğretme çabasındadır Şefik. Suzan’a göre, çalışamamasının bunlarla hiçbir ilgisi yoktur. Sorun birlikte yaşadıkları evde her şeyin Şefik’in arzusuna göre yapılmasıdır – fiziksel olarak değilse de, ruhsal olarak "kendine ait bir oda"sı yoktur Suzan’ın.

“Burada, hava, ışık bile seni düşündürmek için ihzar olunuyor. Burada gezmek, konuşmak, hissetmek bile senin emrine tabi, senin işini kolaylaştırmak için yapılıyor. Burada yalnız senin hodbinliğin, yalnız senin dehanın istibdadı var.” (s. 119)

Daha önce değindim; Suat Derviş’in ilk romanlarından 1928’te yayımlanan Gönül Gibi’nin başkahramanı Süheyla da ilk eşi İrfan’ın kültüründen etkilenmiştir; onu çok beğenmiş, hayran olmuş, ama sevmemiştir. Romanda Süheyla’yla İrfan’ın ilişkilerine çok değinilmez, romanın gerilimi Süheyla ile Mithat arasındaki duygusal bağa dayanır. Roman, bu ikisinin birbirlerine tam olarak açılamamaları, aralarında bir şeylerin konuşulmamasının yarattığı müphemliğin ve izzetinefis meselelerinin devreye girmesinin neden olduğu tatsız olaylarla ilerler. Oldukça genç, yirmi üç yaşında yazdığı bu romanda da Suat Derviş bir kadının telaşlarını, sevinçlerini, hüsranlarını, gerginliklerini başarıyla aktarır. Çok altı çizilmez ama Süheyla’nın hızla değişen bir toplumdaki bir kadın birey olduğu ve bütün sorunların yanlış anlama ya da açılamamadan değil, bu nedenden de kaynaklandığı sezilir. Hatta Süheyla’yla Mithat’ın açık açık konuşamamaları da yaşadıkları toplumda kadının yerinin, ona yakıştırılan rollerin belirsizliği kaynaklıdır. Romanın bir bölümünün yurt dışında geçmesi de manidardır; o bölümlerde anlatılanların İstanbul’da yaşanması sanırım o zamanlar çok mümkün değildi – tek başına bir otelde kalan genç ve dul kadın, onunla gece geç saatlere kadar restoranlarda buluşan adamlar vs.

Gönül Gibide Mithat’ın henüz Süheyla’yla aralarındaki ilişki karmaşık bir hal olmadan önce söylediği kimi sözler dikkat çekicidir.

“Sizler, zamanımızın kadınları, diyor. Bizim aramıza karışarak, bize bu kadar yaklaşarak, üzerimizdeki nüfuzunuzdan, ‘büyü’nüzden çok kaybettiniz. Bizi, çarşaflarınızla örtünmüş, peçelerinizle saklanmış, kafeslerinizin arkasında iken, çok daha meşgul ediyor, büyülüyor, teshir ediyordunuz.” (s. 37)[2]

Mithat’ın bunları söylerken tartıştığı kişi Süheyla değil, Aliye’dir, ama Süheyla da meclistedir. Aliye’nin, “Demek modern kadınları beğenmiyorsunuz? Size güneşte yanmış güzel ve samimi yüzleriyle gülen, ellerinizi bir arkadaş sadeliğiyle sıkan, hayatınızın her safhasında yanınızda ve size yardım etmeye hazır olan yeni ve dost kadınları sevmiyorsunuz öyle mi? Onların bu sadeliğinde yeni bir sihir, yeni bir şiir bulmuyor musunuz, bu mümkün müdür?” şeklindeki itirazına Mithat, “hayatın her safhasında gölgeniz gibi sizi takip eden, bir kadından daha fazla güzel bir hayal gibi örtünmüş, hayatı tanımayan, hayatın tanımadığı bir kadın, sizden kaçan, uzaklaşan bir kadın, daha sihirkâr, daha cazibelidir,” diye yanıt verir, Aliye üzerine biraz daha gelince de, “Bunu henüz düşünmedim hanımefendi, zaten zannederim şahsım mevzu-i bahs olamaz değil mi? Biz bütün erkeklerden ve bütün kadınlardan bahsediyoruz. Bana gelince, tesadüf karşıma sevebileceğim kadını hangi sınıftan çıkarırsa, tabii hayat dostumu o sınıftan intihap ederim,” diye kaçamak bir yanıtla yetinir.

Hiçbiri, Hiç, Varoluş, Ölüm

Suat Derviş’in Gönül Gibi’den beş yıl önce, henüz on sekiz yaşındayken yazdığı Hiçbiri de geleceğin yazarının edebiyatına dair ipuçları taşıyan bir roman. Baştan beri vurguladığım üzere iç yaşantılar yine öndedir. Sevilmemiş, art arda annesi ve babası tarafından terk edilmiş bir genç kadının duygu dünyasını tanırız bu kez; başlarda kendisinden başka kimseyi sevmez. Kendine Tapan Kadın’daki Sârâ’yı andırsa da farklı bir kendini sevme halidir onunki. Evet, Cavide de başka insanları sevmenin nasıl bir şey olduğunu bilmez, onlara karşı lakayttır. Cavide’nin bu hali bir özsavunmadır, ama yıllar önce sevdikleri, özellikle annesi tarafından terk edilmenin acısını derinden duymuştur, buna karşı olarak geliştirdiği bir savunmadır – Sârâ’daki kendine hayranlık da başkaları karşısında duyduğu eziklikten korunmanın bir biçimiydi. “Cavide kendini –bütün kendini sevmeyenlerin yerine– seviyordu[r].” Gelgelelim Cavide, dış dünyaya karşı büsbütün lakayt değildir. Nitekim zamanla duygu dünyasına bir başkasını da kabul edebilir. Ne var ki trajik bir tesadüf aşkını hayata geçirmesine el vermeyecektir. Bunu öğrendiğinde hayattaki tek sırdaşına şunları söyler: 

“Sade kendini seven, kendini düşünen, kendi zevklerinin tatmininden başka bir gayesi olmayan, sonra bütün hemcinsinden nefret eden bir hodbin olmak, zannedildiği kadar kolay bir şey değildir, cicim! […] Fakat mademki bu zavallı çocuk, çırpınarak anladığı sevgi eksikliğini kendi muhabbeti, kendi sadakatiyle telafi ediyordu. Artık, onu öyle bırakmalı çekip almamalı… Onu yine dünyaya ve hemcinsine merbut etmemeliydi…” (s. 213)

Sârâ’dan farkı kendi benliği üzerine kafa yormuş olmasıdır Cavide’nin; aynı zamanda ondaki duygusuzluk bir alışverişteki duygusuzluk değildir. Cavide’nin romanın sonunda önemle üzerinde durduğu bir noktayı vurgulamak gerekir. Suat Derviş’in edebiyatını farklı kılan yanlardan biri de sanırım budur: Bu konunun, bu sorunun farkında olması ve yanıt araması.

“İnsanların hatta kendi benliklerinin derinliklerini bile tamamen anlamayan zekâlarının kudretsizliği ne kadar gülünçtü!” (s. 222)

Suat Derviş’in romanlarını gazetelerde tefrika edilmek üzere kaleme aldığı hatırda tutulmalı. Romanların gazetelerde ilgi görmesinin arzu edildiği tahmin edilebilir, yaşadığı dönemin çoksatar popüler aşk romanlarını andırması bu kaygının da bir sonucu olsa gerektir. Yine de bir kez daha vurgulamak isterim, psikolojik gerilimlere verdiği önem, insan benliğinin derinliklerini anlama ya da gösterme çabası ve kadının erkek karşısındaki toplumsal konum ve rolünü sıradan bir aşk hikâyesi anlatırken bile tartışmasıyla Suat Derviş'in romanları dönemin popüler aşk romanlarından farklılaşır. Beri yandan, hızlı yazmanın, yetiştirme çabasının neden olduğu hatalar da yok değildir. Örneğin İstanbul’un Bir Gecesi’nin 47. sayfasında Kevser, Sevim’in yengesi olarak tanıtılır, ama iki sayfa sonra teyzesi diye anılır. 145. sayfaya geldiğimizde dayısının karısı yani yenge olacaktır yeniden. Ya da Büyük Ateş’in başlarında, Faziletin sevdalandığı adamın “Kendisine henüz ‘Mazlum’ diye hitap etme[diği]” vurgulanır, ama romanın ilerleyen sayfalarındaki bir diyalogda, ona “Mazlum” diye seslenir. Romanlar da kimi tekrarların da, tefrikayı takip eden okurlara günler önce okudukları kimi noktaları hatırlatmak amacıyla yapıldığını düşünmek pekâlâ mümkün.

Bu romanlar sağlığında Suat Derviş tarafından kitap olarak yayımlanmış olsaydı muhtemelen yeniden elden geçirecekti. Nitekim 1935’te tefrika edildikten sonra 1939’da kitap olarak yayımlanan Hiç’te bir hayli cümle ve paragrafın kitaba alınmadığı belirtiliyor 2013 baskısındaki “Sonnot”ta. Bu açıklamada, “Bu çıkarılan yerlere yayıncının mı yoksa yazarın kendisinin mi karar verdiği[nin] bilinme[diği]” vurgulanıyor olsa da bunların yazarın elinden çıkmış olmasının yüksek olasılık olduğu kanısındayım.

Cavide’nin küçük bir çocukken hem annesi hem de babası tarafından terk edildiğinden söz etmiştim. Hiç’in başkahramanı Seza ile Çılgın Gibi’nin Celile’si bu konuda Cavide’ye hayli benzerler. Her ikisi de küçük yaşta anne ve babalarını kaybetmişlerdir. Seza, zengin ve muhabbetsiz bir teyzenin yanında büyümüş, Fransız okuluna gitmiş, okulda da “şefkat ve muhabbet” bulamamıştır. Platonik bir ilkgençlik aşkı yaşadıktan sonra kendisine hiçbir şey hissetmediği bir adamla evlenmiştir. Biz onu kocasının ölümünün ardından Atıf’la yaşadığı aşk sırasında tanırız. Platonik aşkıyla Atıf’a duyduklarını şöyle karşılaştırır:

“[Platonik aşkını] tanınan, bilinen, yakınlığı ve sevgisi tadılmış bir erkek gibi değil, uzak ve esrarlı bir varlık olan bir ilah gibi, ona hayran olarak onu herkesin ve kendisinin fevkinde görerek sevmişti. […] Ve şimdi Atıf'a karşı duyduğu et, kan ve sinir sevgisiyle[3] bu başka sevgiyi mukayese ederken, böyle temiz ve insanlık zaaflarından bu kadar uzak bir muhabbetin bir zamanlar kalbinde yaşadığını hayretle kendine soruyor.” [Vurgu eklenmiştir.] (s. 42)

Celile de Nişantaşı’ndaki bir sadrazam konağında doğmuştur, Çocukluğu Veliddin Paşa’nın ıssız yalısında, hiçbir yaşıtıyla tanışmadan oynamadan, dadısı ve büyükannesinin yanında geçmiştir. “Hayatta hiçbir şahsî arzu izhar etm[eden,] sade izhar edilmiş değil, belki de kendi kendine itiraf edilmiş tek bir arzusu” olmaksızın büyümüştür. Bedensel aşk onu da evlendikten yıllar sonra, bir başka erkekte bulacaktır.

“Onu severken ölü yalının ruhuna sarmış olduğu soğuk kefenlerden ruhunu sıyırarak bu dirilişin bütün ihtişamı ve ulviyeti içinde ve bütün insanlar gibi hayattan nasibi olan elem ve zevk hissesi isteyen ve arayan bir hırsla onu seviyordu.” (s. 116)

Evliyken başka bir erkeğe âşık olan Suat Derviş karakterlerinden biri de Büyük Ateş’teki Fazilet’tir.

“Niçin bu yabancı erkeğe karşı kalbinde böyle garip bir his uyanmıştı? Kalbi! Vücudunu şiddetli bir ateşle yakan bu çirkin duygunun kalple ne alakası vardı. Bir anda Fazilet’in varlığında insanlık son bulmuş olabilirdi. Ve Fazilet içinde o zamana kadar mevcudiyetini bilmediği bir hayvanın, bir ejderhanın kıpırdanışlarını bir için hissetmişti.” (s. 214)

Benzerliklere yaptığım vurgu yanlış anlaşılmasın. Suat Derviş’in kadın kahramanlarının her birinin iç dünyalarında olup bitenler ve başlarına gelenlere karşı tutumları farklıdır. Celile hiçbir şey sorgulamadan hareket eder, onun bütün dünyaya karşı lakayt oluşu, dışarıyla arasında muhafaza ettiği mesafe, arzuladığının peşinden kolayca gitmesini sağlar. Fazilet’se oldukça mütereddittir, “kendi kendisini anlayamaz olmuş”, benliğinin daha önce tanımadığı bilmediği yönleriyle yüz yüze gelmiş karakterlerden biridir. Elini kolunu bağlayanın “içtimai vaziyeti” olduğunu görmektedir; bunun sorgulamasını yapar. Kendi arzularını mı, kendisine biçilen rolü mü yeğleyecektir. Romanın anlatıcısı, onun liseden sonra “hiçbir şeyle meşgul olma[dığını]” belirtir – gazetelerde bile havadisleri değil, tefrika edilen romanları okuyordur! Romanın sonu da biraz bu “meşguliyet” bahsine bağlanır, daha doğrusu, “Gayesiz hayatına bir gaye geliyordu[r.]”

Suat Derviş’in aşk romanlarında olaylar bir aşk hikâyesi çevresinde gelişirken başka meseleler de devreye girer. Yazı boyunca anlatmaya çalıştım; kişilerin geçmişleri, kişilikleri, topluma hâkim her şeyin alınır satılır olduğu düşüncesi, toplumsal roller vs kadınla erkek arasındaki ilişkinin önüne engeller olarak çıkar. Bir engel de kaderdir; yaratılış ve ölüm. Hiç’te Seza aşk acısı çekerken oğlunun hastalanmasıyla aşkın, haysiyetin, izzetinefsin ne kadar önemsiz olduğunun ayırdına varır. Hastalık ilerledikçe, ayrı ayrı medet umduğu inançtan ve bilimden yardım bulamayınca hayatı, varoluşu sorgulamaya başlar.

“Mehmet'in iyileşmemesini isteyen kuvvet nedir? Henüz tabiattaki işini yapmamış, henüz yıpranmamış, henüz eskimemiş olan bu körpe vücudu çok gören hangi tabiat kaidesidir?” (s. 132)

Yanıtsızdır bu sorular. Koskocaman bir “hiç”ten başka bir yanıt bulamaz. Almanya’ya ilk geldiği günlerde tanıştığı bir adamın o gün saçma bulduğu şu sözlerine hak verecek hale gelir.

“Hayat bir kuruluşun değil, bir yıkılışın ifadesidir. Neye dayanacaksınız? Neye tutunacaksınız? Her şey yıkılıyor. Elinizi etrafta bir destek bulmak, bir hakikat bulmak için nafile sallamayınız. Ortada hiç... hiç... hiçbir şey yoktur.” (s. 93)

Adamın bu sözlerini hatırladığı bir gün oğluna bakıp, “Her şey yalan olabilir; aşk, yemin, saadet, sadakat bir hiç olabilir. Fakat yanında yürüyen şu küçük mahluk bir hakikat değil mi?” diye düşünmüşken çektiği dayanılmaz acının ertesinde varoluşun, “şuursuz bir tabiatın idare ettiği temaşa” olduğunu, ölümün “hiçbir mistik ve hiçbir manevi tarafı” olmadığını, aksine “maddenin […] bir defalık şeklin[in] mahvolması” olduğunu düşünmeye başlar.[4]

“Yaşadığını zannettiği bu oyunda, kendi isteğiyle bir hareket yapmak, kendi isteğiyle bu gidişi değiştirmek istediği zaman gördü ki her şey daha evvelden hazırlanmıştır.” (s. 190)

Yaşadıkları, başına gelenler Seza’yı aşk acısı çekip Atıf’ı yeniden nasıl kazanacağı gibi konuları düşünmekten, ölüm, hayat ve varoluşun manası gibi meseleleri düşünüp tartmaya yöneltir, ama bir yerde onun da Suat Derviş’in sonraki yıllarda yazacağı romanlarda daha ön planda tartışacağı bir konuya değindiğinin altını çizmek isterim.

“Yirminci asırda ne müthiş, en korkunç illetlerle mücadele için silahlar var. Fakat bu silahları elde etmek için vasıta lazım. Bu vasıta para… Yirminci medeniyet asrı her şeyi, ölümü olduğu gibi, hayatı da para ile mübadele ediyor. Eğer paran yoksa Pastör’ler dünyaya gelmiş gitmiş, sana ne? Roketli tayyareler icat edilmiş, sana ne?” (s. 124)

Suat Derviş’in bu romanı yazmasının üzerinden neredeyse yüz yıl geçti. Bu son pandemide çok açık seçik, bir kez daha anladığımız gibi, yirmi birinci asır da, selefi yirminci asır gibi, her şeyi para ile mübadele ediyor.

 

NOTLAR:


[1] Beni mi? roman değil, bir öykü kitabı ama kitapla aynı adı taşıyan öykü yaklaşık yüz sayfa, uzun öyküden öte bir novella olarak da değerlendirilmeye müsait bir metin. Nitekim kitap arka kapak yazısında “bir novella ve sekiz öyküden oluşan bir hikâye kitabı” olarak tanıtılıyor.

[2] Kendine Tapan Kadın’dan bahsederken Nazan’ın, “hiçbir gizli tarafı, kendini oyalayacak bir ruh sırrı, bir varlık ve yaradılış entrikası olma[mamasının]” Vahdet için büyük sorun olduğuna değinmiştim. Mithat’ın bu söylediklerini bir hayli andırır Vahdet’in bu düşünceleri.

[3] Kendine Tapan Kadın’da da Nazan’ı Vahdet’e iten kuvvetin “etlere ve asaba hükmeden çılgın ve hayvani bir kuvvet” olduğunu hatırlayabiliriz burada.

[4] İstanbul’un Bir Gecesi’nde de bir yerde de romanın anlatıcısı, “dünyaya ait bütün ihtiraslar[ın]” hastane kapısının dışında kaldığını, hastane kapısının iç tarafındaysa “sırf uzviyet ve madde kalmış insanlar[ın]” yaşadığını belirtir: “Pek mukavemetsiz bir hayvan bünyesine malik olan insan, burada [hastanede] hayvanlığının, değersizliğinin, madde oluşunun bütün aczi içinde kıvranan bir biçareden başka bir şey değildir.” (s. 34)

 

SUAT DERVİŞ'İN YAZIDA DEĞİNİLEN KİTAPLARI


Kendine Tapan Kadın
, İthaki Yayınları, 2018
Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır, İthaki Yayınları, 2018
İstanbul’un Bir Gecesi, İthaki Yayınları, 2018
Onu Bekliyorum, İthaki Yayınları, 2020
Büyük Ateş, İthaki Yayınları, 2020 (Onu Bekliyorum başlıklı ciltte bu isimli romanlar birlikte yayımlanmıştır.)
Beni mi? Osmanlı Türkçesi aslından yayına Hazırlayanlar: Sevdagül Kasap, Emine Hızır, İthaki Yayınları, 2019
Hiçbiri, İthaki Yayınları, 2018
Gönül Gibi, İthaki Yayınları, 2016
Hiç, İthaki Yayınları, 2013
Çılgın Gibi, Hasat Yayınları, 1996 (Yeni baskısı, İthaki Yayınları, 2015, yazıdaki alıntılar 1996 baskısındandır.)
Aksaray’dan Bir Perihan, Oğlak Yayınları, 1997 (Yeni baskısı, İthaki Yayınları, 2014, yazıdaki alıntılar 1996 baskısından), İthaki Yayınları, 2020