Antroposen’le Yüzleşmek: Fosil Kapitalizm ve Dünya Sisteminin Krizi

"Antroposen’le Yüzleşmek, bir taraftan orduların, tarımın ve üretimin yarattığı kirliliğe dikkat çekerken, bir taraftan da Antroposen’in gidişatını değiştirmek için önerilerde bulunuyor. Angus’a göre atılması gereken ilk adımlar şunlar: dünyadaki bütün silahlı kuvvetleri 'çevresel felaketlerin kurbanlarına yardım etmekle görevli gönüllü ekiplere dönüştürmek', endüstriyel tarımı ekolojik tarıma dönüştürmek ve küresel üretim sistemini yeniden yapılandırmak..."

27 Mayıs 2021 15:00

 

 

Kanadalı eko-sosyalist aktivist Ian Angus tarafından yazılan Antroposen’le Yüzleşmek: Fosil Kapitalizm ve Dünya Sisteminin Krizi, önce Antroposen kavramını biyo-fiziksel bir olgu olarak ele alıp sonra kapitalizmin Antroposen’e zorunlu geçişi nasıl tetiklediğini inceliyor. Kitabın son bölümünde ise alternatif bir Antroposen elde etmek için neler yapabileceğimiz konusu tartışılıyor. Ian Angus bu kitabıyla günümüzdeki iklim sorununa ışık tutuyor, gittikçe ısınan ve dengesini kaybeden Dünya’nın nasıl kapitalizm etkisiyle bu hale geldiğini açıklıyor.

Antroposen, Dünyanın doğal jeolojik devresi olan Holosen’den çıkıp, insan faaliyetlerinin doğal süreçler üzerindeki büyük etkisi sebebiyle bir terra incognita’ya dönüşmesi anlamına geliyor. Etimolojik açıdan bakıldığında, Yunanca “anthropos” (insan) ve “ceinos” (yeni) kelimelerinden oluşan bu terimin ortaya çıkışı 2000’lerde bilim dünyasını sarsan bir gelişme olmuştu. Antroposen’le Yüzleşmek’in birinci kısmı kelimenin ilk kullanımından bu yana anlamında oluşan değişikliklere odaklanıyor. Örneğin, başlarda ilk insanın evriminden itibaren şimdiye kadar olan zamanın bir tanımı olarak ortaya atılmış bir kelime olan Antroposen, IGBP’nin 2000 senesindeki toplantısında Paul Crutzen sayesinde yeni bir anlam kazanmıştı. Crutzen toplantı süresince yaşadığımız çağa “Holosen” denmesini yanlış bulduğu için, “Biz artık... artık... artık... Antroposen’de yaşıyoruz!” diyerek toplantıya müdahale etmişti. (s. 38) Holosen kelimesini bu kadar rahatsız edici bulmasının sebebini, Nobel Ödülü kabul konuşmasında, “Artık tümüyle açık ki insanlığın eylemleri doğal süreçlerle yarışabilecek ve bu süreçlere müdahale edebilecek kadar büyüdü” sözleriyle açıklamıştı. (s. 38) Bunun üzerine Antroposen’e girişin gerçek bir jeolojik değişim olup olmadığı tartışması başladı. Bu sadece bir bilimcinin kişisel görüşü müydü, yoksa gerçekten biz 11.700 yıldır süregelen bir devrenin bitmesine şahit olmuş ve hatta buna sebep olmuş olabilir miydik?

2008’de Londra Jeoloji Birliği Stratigrafi Komisyonu tarafından hazırlanan, Amerikan Jeoloji Birliği’nin dergisinde yayımlanan bir makale bu sorunun cevabını kesin olarak cevapladı. Makalede yazarlar, “Sanayi Devrimi’nden önce ‘insan eylemlerinin temelde farklı stratigrafik sinyallere dönüşebilecek yeni küresel çevre koşulları yaratmadığı’, (...) bununla birlikte, o zamandan beri ‘özellikle kömür, petrol ve gazın aşırı kullanımı sanayileşmenin, inşaat sektörünün ve kitlesel ulaşımın gezegenin geneline yayılmasına neden olduğu’” sonucuna vardılar ve bu maddelerin kullanımının jeolojik katmanlarda iz bırakabilecek etkilere sahip olduğunu vurguladılar. (s. 65) Ocak 2016’da AWG (Anthropocene Working Group) tarafından yayımlanan bir makale Holosen koşullarının kaybını birkaç kriterle kanıtladı. Buna göre, atmosferik CO2 yoğunluğu, küresel sıcaklık ve sıcaklık artış hızı, küresel deniz seviyesi ortalaması ve türlerin soylarının tükenme oranı Holosen devrinin normallerini geçmişti.

Dünyanın bizim alışık olduğumuz ikliminden bambaşka, bilinmeyen ve tahmin edilemeyen bir iklime geçiş yapmasındaki en büyük etken ne peki? Angus’a göre 1950’lerden itibaren hızlanan kapitalist büyümeye bağlı olarak artan fosil yakıt kullanımı Holosen’i geride bırakmamıza yol açtı. Antroposen’le Yüzleşmek’te sık sık bahsedilen bir kaynak olan, 2004’te IGBP tarafından hazırlanan Küresel Değişim ve Dünya Sistemi kitabında Antroposen’e geçiş 24 grafik aracılığıyla kesin bir şekilde gösteriliyor. 1750-2000 yılları arasında 12’si insan faaliyetlerinin değişimini, 12’si Dünya’daki değişimleri gösteren bu grafiklerin hepsinde sonuç aynı: İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren hem insan faaliyetleri hem de bu faaliyetlerin sistem üzerine etkileri keskin bir biçimde artış gösteriyor. Hatta bu artış o kadar gözle görülür seviyede ki, bunu tanımlamak için bir kelime bile var: Büyük Hızlanma. Grafiklere göre insan faaliyetlerinin karasal yüzeyin çoğunluğunun tarıma ayrılmasıyla ormanlık arazilerin yok olmasına, habitat kaybı sebebiyle taksonomik tür çeşitliliğinin azalmasına ve tür dağılımının homojenleşmesine, atmosferik metan ve karbondioksitin daha önce hiç görülmemiş değerlere yükselmesine ve buna bağlı olarak ortalama sıcaklık seviyesinin Holosen ortalamasını geride bırakmasına sebep olduğu anlaşılıyor ki, bu sadece listenin kısaltılmış hali. Büyük Hızlanma’yı tetikleyen etken ne? 1950’lerde ne değişti?

 

2004’te IGBP tarafından hazırlanan Global Change and the Earth System (Küresel Değişim ve Dünya Sistemi, 2004) kitabında, 12’si insan faaliyetlerinin değişimini, diğer 12’si Dünya’daki değişimleri gösteren 24 grafik Antroposen’e geçişle gerçekleşen değişimlerin boyutunu ispat ediyor. (s. 58-59) Global Change and the Earth System, tam metin olarak IGBP'nin sitesinden indirilebiliyor. 

Angus, Dünya’nın dengesindeki bu bozulmaya neyin sebep olduğunu açıklarken Marx’tan esinleniyor. Marx’a göre kapitalizm insanların topraktan aldığını toprağa geri vermeyerek “bitkiler, hayvanlar ve toprak arasındaki etkileşim ve kimyasal/biyolojik değiş tokuşu” yani “metabolizmayı” bozuyordu. (s. 140-141) Angus kitabında “Sermayenin ekolojik olarak yıkıcı etkileri sadece büyüme ihtiyacının değil, daha hızlı büyüme ihtiyacının sonucudur” diyor ve kapitalizmin amacının sadece büyümek değil, daha fazla ve daha hızlı büyümek olduğuna dikkat çekiyor. (s. 145) Kapitalizm sonuçta yıkıcı sonuçlar doğuracak bir sistem üzerine kurulmuş da olsa Büyük Hızlanma’nın tek sebebi olamaz çünkü sermaye odaklı üretim 1950’lerde değil, en az 500 yıl önce başladı, fakat çevreye olan etkileri 1800’lerin Sanayi Devrimine kadar pek görülmemişti. Sanayi Devriminin çevreye negatif etkileri olduysa da, bu 1950’den sonra görülenden çok daha azdı. Yirminci yüzyılda kapitalizm için de, çevre için de çok büyük bir değişim oldu: Fosil yakıtlar yoğun olarak kullanılmaya başlandı.

300 milyon yıldan önce toprak altında gömülü bitkiler ve onlarla birlikte gömülü kalan yüksek miktardaki kimyasal enerji, petrol, gaz ve kömür olarak kullanıma sokuldu, ekonominin bir parçası haline geldi. Hep duyduğumuz, Dünyanın hızla ısınmasına sebep olan sera etkisi, fosil yakıtlar kullanılmaya başlamadan önce Dünya için tehlikeli bir süreç değildi. Normal koşullarda karbon döngüsü, atmosferdeki karbon konsantrasyonunu olması gerektiği seviyede tutarken, atmosferik karbondioksit, aynı zamanda güneş ışınlarının Dünya’yı ısıtmasını sağlıyor ve ısının kaçmasına ve zararlı ışınların atmosfere girmesine engel oluyor. Ancak petrol ve gaz gibi fosil yakıtların yakılması, atmosfere karbon döngüsünün baş edemeyeceği kadar hızlı bir şekilde karbondioksit salınmasına neden oluyor. Fosil yakıtların kullanım nedenleri göz ardı edildiğinde bile, sadece yakılıyor olmaları Dünyaya büyük zarar veriyor. Örneğin karbon döngüsünde, atmosfer ısındıkça atmosferik karbon okyanuslar tarafından soğuruluyor. Gerçekleşen kimyasal etkileşim sonucu karbondioksit soğurdukça okyanusların asitlik dereceleri artıyor.

Okyanusların asitleşmesi ne anlama geliyor? Bildiğimiz çoğu kabuklu deniz canlısı (midyeler, ıstakozlar, karidesler, yengeçler, vs.) kabuklarını sertleştirebilmek için kalsifikasyon denen bir süreçten geçiyorlar. Bu süreçte suyun içindeki kalsiyum iyonlarını () ve bikarbonat moleküllerini () kullanıyorlar. Bikarbonattaki hidrojen molekülü metabolik işlemler sonucunda vücutlarından atılıyor ve kalsiyum iyonu, karbonat () ile bağ kurarak kabuğun sertleşmesine neden oluyor. Bu canlıların yaşadığı ve kabuk oluşturduğu ortamlarda asitliğin düşük olması karbonat ve kalsiyum arasındaki bağların dengesizleşmesine ve kurulamamasına sebep oluyor. Sonuç olarak, kabukları oluşmuş, fakat sertleşme sürecinden geçemediği için yumuşak kalmış oluyor. Kabuğu yumuşak kalan kabuklu bir canlı, hem saldırıya ve hastalığa daha açık olur, hem de ağız bölgesi sertleşmemiş olduğu için yemek yiyemez. Okyanus asitliğinde gerçekleşen ufak bir değişiklik bile kabukluların hayatta kalma şansını oldukça düşürüyor; üstelik pH’ın düşmesinden tek etkilenen canlılar değiller.

Okyanus asitlik seviyesinin artışı fosil yakıtların kullanımının etkilerinden yalnızca biri. 1950’lerde fosil yakıtlar kapitalizmin temel girdilerinden biri haline geldi. Fosil kapitalizm işçi-işveren ilişkisini, üretim hızını ve miktarını şiddetli bir şekilde etkiledi. Kapitalizmin başlarında, kullanılan enerji kaynakları odun, rüzgâr, su ve kas gücüydü. Sanayi Devrimi ise neredeyse tamamen kömür kullanımı üzerine kuruluydu. Angus verdiği bir örnekte İngiliz pamuk fabrikalarının ana enerji kaynağı olarak su kullanımından kömüre geçişinden bahsediyor. Pamuk fabrikalarında kaynak değiştirme süreci hızlı olmamıştı ve sanılanın aksine, kömür suya oranla daha ucuz veya daha güvenilir olduğu için değil, işgücünü kontrol etmeyi kolaylaştırdığı için tercih edilmişti. Suyla çalışmak su kaynağının yanında olmayı gerektiriyorken, kömür işgücüne ulaşımın daha kolay olduğu şehirlerde de kullanılabiliyordu. İşverenler işçilere muhtaç olmuyorlar, taleplerini karşılamayan işçileri diğerleriyle değiştirebiliyorlardı. Fabrikasyon arttıkça, monoton olduğu kadar tehlikeli de olan fabrika işleri, bu işlerde çalışan insanlar ve fabrikasyon sonucunda üretilen ürün miktarı artıyordu. Fosil kapitalizmle üretim daha fazla ve daha hızlı artıyordu.

Britanya’yla başlayan Sanayi Devrimi ve “fosilleşme” hızlı bir şekilde Birleşik Devletler’e ve Avrupa’ya yayıldı. Dikkat edildiğinde, fosil yakıtların kullanılması buluşu sadece üretimi artıran bir şey değil. Angus’un da üzerinde durduğu gibi, fosil kapitalizm belki de en çok askerî alanda etkili oldu. Demiryolları sayesinde orduları hareket ettirmek daha kolaydı; buharlı gemiler Britanya’nın çoktandır ele geçiremediği bölgeleri kolaylıkla istila etmesinde büyük rol oynadı. Bu gelişmelerle “askerî güç dengesi en güçlü Asya ve Afrika toplumlarından Avrupa’ya doğru keskin olarak kaydı”. (s. 156) Hatta bu konuda zamanda ileri gidecek olursak, fosil kapitalizmin İkinci Dünya Savaşını nasıl etkilediğini de inceleyebiliyoruz. ABD’nin otomobil, endüstriyel kimya ve petrol şirketleri savaş süresince yüksek kazançlar elde ettiler; savaş bittiğinde hem ekonomik zenginlik hem de üretim açısından çok gelişmişlerdi. Askerî fosilleşme sadece savaş zamanında değil, savaş sonrası süreçte de ekonomiyi etkiledi. Savaştayken geliştirilmiş olan üretim teknolojileri sayesinde en akla gelmeyecek ürünler evde kullanım için satılmaya başlandı. Kitapta sıklıkla adı geçen “Daha İyi Yaşamak İçin Kimya Aracılığıyla Daha İyi Şeyler” sloganlı DuPont şirketi ele alınacak olursa, Dark Waters (2019) filminde işlenen teflon savaşları konusu bu duruma verilebilecek bir örnek. DuPont’un üretimini yaparken binlerce insanın hayatını tehlikeye attığı teflon, öncelikle Amerikan ordusu tarafından top mermisi fitillerinde kullanılıyordu. Ancak savaş sonrası teflonu yapışmayan tavalarda kullanma ve satışa çıkarma fikri ortaya çıktı. Önceleri askerî alanda kullanılan teflon gibi bir sürü farklı madde günlük kullanıma açıldı ve “plastikler savaştan önce neredeyse hiç yokken, savaştan sonra ABD’deki en büyük üçüncü üretim endüstrisi haline gelecek kadar büyüdü”. (s. 167) ABD, Ortadoğu’dan gelen ucuz petrolü işleyerek ve savaştan sonra Avrupa ve Japonya’ya karşı Marshall Planı’nı yürürlüğe koyarak petrol endüstrisini güçlü tutmaya çalıştı. Marshall Planı yardım adı altında Avrupa hükümetlerine 13 milyar dolar vererek bu ülkelerin Amerikan petrolüne bağımlı hale gelmelerine sebep olan bir politik plandı. Bu plan sayesinde hükümetlere verilen para dönüp dolaşıp Amerikan petrol şirketlerine gidiyor ve Amerikan ekonomisini destekliyordu.

Orduya bağlı çevresel ve sosyal etkiler sadece İkinci Dünya Savaşı döneminde etkisini gösteren unsurlar değil, Angus’un deyişiyle:

Bugün ABD ordusu dünyanın en büyük petrol kullanıcısı ve dünyanın en büyük kirleticisi. Amerika’nın en büyük beş kimya şirketinin toplamından daha fazla zararlı atık üretiyor ve dünyanın en büyük sera gazı üreticisi”. (s. 190-191)

Ordunun, “bütün askerlerinin, araçlarının ve silahlarının ağırlığının yüzde 70’i yakıt”. (s. 191-192)

Salt Amerikan ordusu değil, bütün orduların yarattığı kirliliğin aslı çevre yıkımına dayanıyor, Research Institute for Peace Policy (Barış Politikaları Araştırma Enstitüsü) ordu ve orduyla bağlantılı faaliyetlerin küresel çevre yıkımının %20’sinden sorumlu olduğunu belirtiyor.

Benzer bir şekilde, fosil yakıt kullanımının tarımdaki yeri ve endüstriyel tarımın gelişmesi çevreyi tehdit eden büyük faktörlerden biri. Tarımın makineleşmesiyle fosil yakıt kullanımının artışı sandığımızdan çok daha geniş kapsamlı oldu. Şu anda birçok bölgede problem haline gelen topraktaki yapay azot fazlalığı, Hager-Bosch adı verilen bir azot bağlama yöntemiyle oluşturulan yapay gübreden kaynaklanıyor. Topraktaki sentetik azot, doğal azot döngülerinin topraktan atamayacağı kadar fazla birikiyor ve bu birikim toprağın verimliliğini düşürüyor. Hager-Bosch gübresi başlı başına doğanın dengesini bozabilecek güce sahipken, bu gübrenin bir tonunu üretmek için kullanılan yaklaşık 950 m3 doğal gaz, endüstriyel tarımın doğaya etkisini tahmin edebileceğimizden kat kat büyük bir hale getiriyor. Ayrıca, endüstriyel tarımın “başarılı” olabilmesi için gereken pestisitler petrolden elde ediliyor. Pestisitler istendiği ölçüde yüksek bir başarı gösteremiyor, kullanılan tonlarca ilacın yalnızca yüzde 0,1’i böceklere karşı etkili oluyor. Böcek ilaçlama kullanılan kimyasalların çoğunun havaya, suya ve toprağa karışmasına neden olduğu gibi, havaya salınan pestisitlerin çoğu böceklerin bu ilaçlara direnç kazanmasına sebep oluyor. Dirençli böcekler sebebiyle zararlı böcekleri öldürmek için gerekli olan pestisit miktarı giderek artıyor, dolayısıyla ilaçların üretimi ve kullanımı her sene katlanarak “pestisit çarkı”nı ortaya çıkarıyor. Endüstriyel tarım hem fosil yakıt kullanımı açısından maliyetli hem de sebep olduğu azot ile kimyasal birikimi insan ve ekosistem sağlığına büyük bir tehdit...

Askerî kirlilik ve endüstriyel tarımın kirliliklerinin yanı sıra en büyük problemlerimizden biri küresel üretim ve seri üretim anlayışı. Günümüzde giydiğimiz ve kullandığımız neredeyse her şey işgücünün ucuz olduğu ülkelerde üretiliyor. Yerel üretimin azlığı, başka ülkelerde üretilen her ürünün deniz, kara ya da hava yoluyla taşınmasını gerektiriyor. Taşıma için kullanılan yakıt, üretim için kullanılana ekleniyor, uçaklar ve deniz taşıtlarının kullandığı yakıtlar çevreye karışarak biyolojik hayatı tehdit ediyor. Türler üzerindeki doğrudan etkinin yanı sıra, taşıma için kullanılan fosil yakıt miktarı CO2 salınımının artmasına sebep oluyor. Bir örnek olarak, deniz nakliyeciliğinde kullanılan konteyner gemilerine bakarsak, bu gemilerin günde yaklaşık 350 ton yakıt kullandığını ve bu gemilerin yıllık CO2 salınımının termik santrallerin ortalama salınımından çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Ayrıca deniz yoluyla taşıma, bazı biyolojik türlerin dünyanın bir ucundan öteki ucuna taşınarak vardıkları yerleri işgalci türler istila etmelerine sebep oluyor. Taşınan işgalci türler, Ren Nehri gibi su yoluyla taşımacılığın ana merkezi olan bölgeleri ve bölgelerin yerli türlerini yok olmakla karşı karşıya bırakıyor. Bütün bu negatif etkilerin yanında, küresel üretimin sürdürülebilirlik açısından doğurduğu problemlerin sadece ekosistem faaliyetlerini etkilemediğini biliyoruz. Küresel üretim sosyal sürdürülebilirlik açısından da negatif etkiler yaratıyor. Seri üretimde çalışan işçilerin çalışma koşulları ve maaşları, işin sebep olduğu sağlık sorunları göz önüne alınırsa yeterli olmuyor. Ucuz üretim insan sağlığına ve yaşam kalitesine de ekosisteme verdiği kadar zarar veriyor.

Anthropocene: The Human Epoch adlı belgesel, gezegendeki insan eliyle yapılmış değişiklikleri ve yıkımın görsel bir dökümünü içeriyor.

Antroposen’le Yüzleşmek, bir taraftan orduların, tarımın ve üretimin yarattığı kirliliğe dikkat çekerken, bir taraftan da Antroposen’in gidişatını değiştirmek için önerilerde bulunuyor. Angus’a göre atılması gereken ilk adımlar şunlar: dünyadaki bütün silahlı kuvvetleri “çevresel felaketlerin kurbanlarına yardım etmekle görevli gönüllü ekiplere dönüştürmek”, endüstriyel tarımı ekolojik tarıma dönüştürmek ve küresel üretim sistemini yeniden yapılandırmak... (s. 235) Plan ilk bakışta çok basit gibi görünse de, bu kadar kökten bir değişimin bir gecede olmayacağını biliyoruz. Angus’un önemle vurguladığı nokta ise: Zamanımız kalmadı. En hızlı şekilde fosil kapitalizmden kurtulmamız ve yeni, çevre dostu bir sisteme geçmemiz gerekiyor. Eko-sosyalist bir açıdan yazılmış olan kitap yapılması gereken şeyler, atılması gereken adımlar konusunda bu doğrultuda fikirler sunuyor. Angus’un savunduğu düşüncenin en önemli yanı ise kapitalizmin çevre dostu bir sisteme asla dönüşemeyeceği. Bu düşünceye arka çıkmak için verdiği bir sürü örnekten bir tanesi, Amerikan Başkanları Jimmy Carter ve Bill Clinton’ın çevre başdanışmanlığını yapan Gus Speth’in kırk yıl boyunca “sistemin içerisinde çalışarak” ulaştığı sonuç. Speth’e göre “sistemin içinde çalışmanın başarısız olduğu, çünkü kapitalist sistemin kendisinin çevresel yıkıma neden olduğu” gün gibi açık. (s. 224) Bu gibi örneklerle Angus kapitalist sistemin yıkılmasının şart olduğu ve yerine konan yeni sistemin eko-sosyalist bir sistem olması gerektiği sonucuna varıyor.

Kitap karşı karşıya olduğumuz iklim krizinin ölçüsünü anlaşılması kolay ve akıcı bir dille gözler önüne seriyor. Şu âna kadar yapılmış bilimsel çalışmaların özetini çıkararak ve sayısal veriler kullanarak iklim krizini önlemek için önlem almazsak Antroposen’in ileri zamanlarında içinde yaşayacağımız Dünyayı anlatıyor. Antroposen’le Yüzleşmek, iklim sorununa merak duyan, bireysel ve toplumsal boyutta harekete geçilmesi gerektiğini düşünen herkesin “Okunacaklar” listesine girmesi gereken bir kitap. Angus doğal olarak kitaba kendi politik görüşlerini katıyor ve çevreyle ilgili problemlerin çözümlerini eko-sosyalizmde arıyor. İklim problemiyle ilgili bilimsel verileri objektif olarak paylaşsa da, kitabın sadece eko-sosyalist bir bakış açısıyla yazılması, sosyalizmle ilgili yeterli bilgi sahibi olmayan okurları zorlayabilecek bir durum. Eko-sosyalizm hakkında temel bilgilere sahip olmak, Antroposen’le Yüzleşmek’in okunmasını kolaylaştıracaktır. Kitabın öncesinde, sürdürülebilirlik problemlerine daha geniş bir açıdan yaklaşan bir kitabın okunmasında da fayda var (Gülin Yücel ve Levent Kurnaz’ın Yeni Gerçeğimiz Sürdürülebilirlik’i bu konuda temel bilgilerin edinilmesine yardımcı olabilecek bir kitap). Bu sayede Angus’un argümanlarından hangilerinin eko-sosyalist bir bakış açısıyla ortaya atıldığı daha rahat anlaşılabilir ve kaynaklar arası karşılaştırma yapmak kolaylaşır. Ayrıca, iklim kriziyle ilgili yeterince bilgi edinmek, bu krizin çözümüne yönelik farklı bakış açılarının araştırılması okur açısından da daha kolay olacaktır. Kitabın özellikle politik tarafıyla ilgilenen okurlar için not: Angus’un editörlüğünü yaptığı online dergi climateandcapitalism.com farklı eko-sosyalist yazarların makalelerine yer veriyor.

 

GİRİŞ RESMİ:


Anthropocene: The Human Epoch belgeselinden. (Yazıdaki öteki resimler de aynı belgeselden alınmıştır.)