Bir hak olarak antoloji yapmak ve bazı gerçekler

Günümüz Türkiye’sinde antoloji, derleme ya da seçki yapabilme koşulları öylesine zorlu bir hal almıştır ki, bu noktadan sonra yazılması gereken daha çok bir hak ve onun şartlarının tesisinin talebidir...

03 Aralık 2015 15:00

Kuşkusuz bu yazıya dilimizde “güldeste” olarak da karşılanan “antoloji” sözcüğünün dilsel, tarihsel kökeninden söz ederek başlanıp, ardından kapsam, içerik farlılıklarıyla antolojiler, derlemeler ve seçkiler arasındaki ayrımlara geçilebilir ve eminim bu dosyaya katkıda bulunan hiç olmazsa bir yazı, bu yararlı işlevleri yerine getirecektir.

Bense, bu kısa yazıda, antolojisever bir okur ve hazırlayıcı olarak, bir antolojiyi doğuran basit, temel gerekçeler ve alanla ilgili kimi gerçekler üzerinde duracağım.

Nerde çokluk, orda seçim!

Bir antolojiyi doğuran en temel gerçeklik; sözkonusu alanda yüklüce, hatta zaman zaman kavranması imkânsız bir sayısallık, yani çokluktur. Yılıp vazgeçmek ya da başlangıçları bütünüyle rastlantıya bırakmak yerine bu “çok”luğa verilebilecek tepkilerin biri de, bu çokluk arasından “kendi kadromuzu kurmak için,” ölçütlerine, seçimlerine, beğenilerine güvendiğimiz kişilerin tavsiye listelerine başvurmaktır.

Dolayısıyla, bu açıdan bir “antoloğu,” pekala bir milli takım ya da kıta/dünya karması kurma hazırlıklarındaki antrenöre, seçim sonucunu iyi tahmin etmek için anket yapacağı örnek kitleyi titizlikle saptamaya çalışan araştırmacıya, 14 haftalık dersinde —katılımcıların da taleplerine kulak vererek— “gönlündeki aslanlar” arasından en anlamlıca bütünü oluşturmaya çalışan hocaya, düzenleyeceği sergi için bir müze ya da galeride seçimlerini yapan kuratöre ya da kendisi ve isteyenleri için en olabilir şarkıları listeleyip seçen, çalan dj’e benzetebiliriz.

Siz de, tıpkı yukardaki meslek erbabının yaptığı gibi —en azından birer okur olarak— olası büyük çokluklar içinden kendi listenizi oluşturmaya başladığınız andan itibaren bu “seçme sanatının” sahasına girmişsiniz demektir.

Evet, her seçim bazılarını da seçmemeyi, dışta bırakmayı gerektirir ve bu açıdan belli bir iktidar da içerir. Neyse ki, bunlar muhatapları için de, “keşke her iktidar için aynısı geçerli olsa” denecek kadar, hem seçenekleri olan ya da oldurulabilir hem de muhatapla münasebetle ve zamanla kendisi de değişebilir iktidarlardır (Az sayıda örnek ya da parçanın bütünü temsilinin eksiklikleri, sakıncaları ile ilgili olarak söylenenlere diyebileceğimizse, hayatın da zaten böyle işlemediği mi, sorusudur: Hayatta bugün en güvendiğimiz arkadaşlardan en sevdiğimiz sanatçı ve yemeklere, hepsiyle, kısa örnek ânlarda, tadımlıklarla [nasıl başlarsa] başlayıp parça parça bütünlenmemiş midir ilişkimiz?).

Kuşkusuz, bu noktada, özellikle ortaöğretim kurumlarında, Milli Eğitim Bakanlığı/okul/öğretmen seçimiyle mecburcu kılınan ya da kimi okul ve eğiticilerin kendi işlerini bir toplamla hazırlayıcısına yıktıkları “100 Temel Eser” gibi listeler ya da antoloji yaklaşımları da mevcuttur. Yine de, buradaki zaman ve muhatap faktörleri, antolojileri en fazla, o alanda daha çok zaman geçirmiş, emek vermiş, düşünmüş, kısaca “tecrübeli” kişilerden, o alana henüz yeni giren, niyetli, hevesli ve daha az vakit geçirmiş kişilerin kendi seçimlerini oluşturmasına doğru bir açık büfe, bir güzergâh, bir öneriler manzumesi yapar.

Ancak, günümüz Türkiye’sinde, başta konu ve zaman eksenli çeşitli yaklaşımlarla birden çok eserden seçilenleri aynı çatı altında buluşturma işi olarak tanımlayabileceğimiz bu antoloji, derleme ya da seçki yapabilme koşulları öylesine zorlu bir hal almıştır ki, bu noktadan sonra yazılması gereken (belki pek çok alanda olduğu gibi) daha çok bir hak ve onun şartlarının tesisinin talebidir ve yazının bundan sonrası ister istemez biraz daha kekre bir ton taşıyacaktır.

Kısaca şöyle tanımlanabilir sanırım, hem kişisel hem de yayıncılık alanına giren bu hak:

1. Antoloji, derleme, seçki hazırlamak bir haktır ve yürürlükteki telif kurallarına ve bildirime uyulduğu sürece bu haktan vazgeçilemez.

2. Bu hazırlık, tıpkı sinema (üretim) sektörünün en basitinden yapımcı, yönetmen, oyuncular ve senaryo yazarlarını aynı anda gerektirmesi gibi, sırasıyla yayınevi, derleyen ve derlemede yer alacak yazarlarla ürünleri olmadan gerçekleştirilemez.

Avrupa Birliği hayaliyle Gümrük Birliği golü ya da “1. Dünya ülkesi olmak kolay mı?”

Peki ama ne olmuştur da, son yıllarda bu hakkı yerine getirebilmenin şartları çok zorlaşmıştır derseniz, zamanda şöyle bir yirmi yıl kadar önceye “ışınlanmamız” gerekecektir:

Ülkemiz o günlerde, tıpkı bugün de olduğu gibi, Gümrük Birliği ile ilgili çeşitli yeni yasal düzenlemelerin eşiğindedir ve yayıncılığa oranla çok daha büyük cirosu olan sinema sektörü temsilcilerinin gayretiyle, telif hakları konusunda, Avrupa’nın kendine tanıdığı bir ya da iki yıllık geçiş dönemini aklına bile getirmeden, kendisini “Mutlu bir 3. Dünya ülkesi olmaktan” (yani, “çeviri eserler, orijinalinin yayımlanmasının üzerinden 10 yıl geçince serbestçe yayımlanır”) çıkaracak şartlara imza atar:

Böylelikle, sözgelimi Fransa, telif hakları için “yazarın ya da çevirmenin eserleri, ölümünün üzerinden 50 yıl geçince herkese mâl olur” şartını, “70 yıl geçince” haline getirdiğinde kendi yayıncılık sektörünü geçiş süresinden yararlandırırken, Türkiye yayıncılık sektörü, yasanın yürürlüğe girdiği yılbaşı itibariyle “korsan” duruma düşmemek için, birkaç ay boyunca kitaplarını önceki yılın Aralık tarihiyle yayımlamak zorunda kalmıştır.

Öyle ki, bu tarihten sonra, eğer yurtdışında hazırlanmış bir antoloji ya da seçkinin kitap halinde telifini satın almıyorsanız (YKY’nin Kedi Öyküleri ya da Timaş’ın Paris Review Söyleşileri gibi), bütünüyle ya da azımsanmayacak sayıda çeviri eser barındıran, fikri size ait ya da uyarladığınız bir seçki hazırlamak, yurtdışı telif haklarının sayısı ve maddi şartları itibarıyla ciddi biçimde zorlaşmıştır (Bu yüzden de, sözgelimi Enis Batur’un, son ikisinde o günlerde yetkili mevkilerde bulunduğu yayıncıların şartlarını da iyi değerlendirdiği ve alanda önemli bir işlev yerine getirmiş Kara Mizah Antolojisi [1985], Modern Dünya Edebiyatı Antolojisi [1988] ya da Modernizmin Serüveni [1992-1993] gibi antolojiler bugün yapılamamakta, yapılmış olanlar da, söz ettiğimiz şartlar yüzünden ya yeniden yayımlanamamakta ya da telif durumlarına göz yumularak yayımlanabilmektedir).

Ya telif antolojiler?

Telif antolojilerin en öz örneklilerinden kapsamlılarına da, başta söylediğimiz “çokluk içinden seçim” yine temel durumdur. Bu gereklilik, ister Ömer Lekesiz’le Hüseyin Su’nun Hece Öykü’de (1-26. sayılar) yaptıkları döküme göre, edebiyatımızda 1890-2008 arasında ürün vermiş 1.202 öykü yazarından yapılan en çok yazarlı öykü antolojisi Sesli Öyküler-Öyküler Sesleniyor (Deniz Kültür, 2007 + 2009, 200 öykücü/öykü, toplam 40 CD) sözkonusu olsun (ancak 6’da 1), isterse bu dosyayı gerekçelendiren sevgili Orhan Kahyaoğlu’nun Modern Türkçe Şiir Antolojisi—1920-2000’inde (Ayrıntı, 2 cilt, 200 şair/hedefi) değişmemektedir. Çünkü, sözgelimi YKY’nin Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nin 2010 tarihli genişletilmiş basımında yer alan 2.261 addan 1.137’sinin yanında “şair” nitelemesi (de) yer almaktadır.

Dolayısıyla, kuşkusuz amacı ve kimin içinliğine bağlı olarak değişse de, burada antolojilerden bir okur olarak beklentimiz azlık-çokluk değil, tıpkı Kahyaoğlu’nun yaptığı gibi yeni/farklı bir tarihsel bölümleme ya da Nâzım Hikmet’in adının bile anılması sakıncalıyken, ona, hazırladığı Kurtuluştan Sonrakiler (1946) antolojisinde azımsanmayacak bir yer vererek şiirimiz içindeki yerini sansüre uğratmayan, edebiyatımızın, çevirimizin ve akademimizin en erken ve önemli kayıplarından Orhan Burian (1914-1953) gibi özgürlükçü hazırlayıcıların “katma değeri”dir.

Bu konuda açılması gereken diğer noktaysa; çeşitli sebeplerle antolojide yer almak istemeyerek o antoloji bütünlüğünde eksikliğe yol açanlardır. Kuşkusuz, şair/yazar ya da telif sahibi varis, ilkesel ya da tercihe bağlı olarak antolojilerde yer alıp almamayı seçebilir ve bu da en doğal haklarıdır. Telif haklarına uygun hareket eden hazırlayıcıları en (absürd maddi beklentilerden bile) çok zorlayan şey ise, bu konudaki tutarsızlıklardır:

Aynı hazırlayıcının bir türde-bir yayınevinde hazırladığı antolojide, varisi olduğu yazarın yer almasına izin verip, daha genç bir yayınevinde yayımlanan bir başka türdeki antolojiye izin vermemek[1]; ya da ilk basıma katılıp, bu basımda bir başka şair kendisinden fazla şiirle temsil edildiği için antolojinin sonraki basımlarında ve sonra düzenlenen, düzenlenecek şiir antolojilerinde yer almayan (ama daha erken tarihli antolojilerdeki yeri için bir şey yapamayan) şair/varisi[2] gibi örnekleri çoğaltmak, alanı deneyimleyen biri için hiç de zor olmayacaktır.

Buna, antolojiyi basmaya niyet eden yayınevlerine (yani “yapımcı firma”lara), dolayısıyla (“yönetmen”) hazırlayıcılara, diğer hak sahibi “yapımcı” ve “oyuncuların” kimilerinin bilinçli-bilinçsiz çıkardığı zorlukları da eklersek, antoloji meselesinde de yayıncılık sektörümüzün kurallarının kurumsallaşması açısından daha epey yolu olduğu anlaşılır.

Ve şüphesiz bu tip yolların yürünmesinde meslek örgütleri kadar, “azimli” yönetmen ve yapımcılar da kendilerince rol oynayacaklardır.


[1] Sözkonusu yazar Orhan Kemal, ilk yayınevi İletişim, 2. yayınevi Kelime, hazırlayan benim.
[2] Sözkonusu antoloji Memet Fuat’ın Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi (Adam, 1. edisyon 1985, 2 ciltlik 2. edisyon 1999). İlk basımda Orhan Veli’nin kendisinden fazla şiir/sayfa ile temsil edilmesine kızıp sonraki basım ve antolojilere izin vermeyen Fazıl Hüsnü Dağlarca (ve sonra varisleri). Ancak bu tavır, Dağlarca’dan şiir örneklerinin sözgelimi TDK’nın ilk baskısı 1997, son baskısı 2011’de yapılan Güzel Yazılar-Şiirler’de ve İş Bankası’nın 2015 karne hediyesi olarak İş Kültür’e hazırlattığı Şiir Dünyasına Yolculuk’ta yer almasını engellememiştir.