Ali’nin babası ne zaman, kaç metre koşmuş?

Anlatı düzleminde, serüveni aktarırken, “birim zaman”a son derece önem veren bir yazar Sevgi Soysal...

07 Şubat 2019 08:30

 

Kalemin Ucu-XLVIII

Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı, biraz biraz atletizmdeki bayrak koşularına benzer. Özellikle de Mevhibe Hanım’a ve ailesine, dolayısıyla romanın odağına gelene kadar. Sopayı alan bir sonrakine verir. Anlatıya giren karakter çoğunlukla bir eylemlilik içindeyken, yerini bir başka karaktere bırakır. Aslında odak’tan sonra da bu bayrak değiştirme sürer.[1]

Bir yazar “… Elâ, iki sonbahar arası, sarı kuru, ölü bir yaprağı topuğuyla ezdi…”[2] diyorsa, bu cümlenin lirizminin dışında da, özellikle serüven zamanının aktarımıyla ilgili, onun “düşünüp-tartmış” bir bakış açısının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim “birim zaman”[3] meselesi Soysal’ın daha sonraki romanlarında da serüven zamanının anlatımı açısından biçimsel yenilikler getirecek; özelikle de Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde! 

Ali ile Doğan

Romandaki iki “birim zaman”, belki kimilerine göre, olay örgüsünü bütünleyen küçük bir ayrıntıdır ama bence daha fazlası, üzerinde daha çok konuşmalıyız, diye düşünüyorum. Ali’nin anne-babası, hiç de Olcay-Doğan’ın anne-babasına benzememekte, farklı sınıflardandır. Önce biraz Ali ile Doğan’a değinmek isterim. Bu iki karakter eleştiriliyor romanın yayınlandığı dönemde. Biraz şematik bulunuyor, romanın sarkan yanları falan deniyor. Romanın iç-dış biçimi açısından bu konu bir başka tartışma konusu. Ancak kendi hayatımda hem Ali’yi hem de Doğan’ı gördüm, tanık oldum. O yıllar ki az çok bizim gençliğimize denk düşüyor, bir çevrenin, bir zümrenin tipiklikleriydi ayrı ayrı.

1975 yılı olmalı, Ankara’da iki üniversite öğrencisinin bir fotoğraf sergisi vardı; yanılmıyorsam Lice depremi felâketi sonrasındaki görüntülerdi. O sergide fotoğrafları olanlardan biri, romanda gördüğümüz Doğan’a çok benziyordu. Romandaki “yeni burjuva” ailesinin toplumsal olaylara duyarlı, genel anlamıyla sol görüşlü çocuğu Doğan’ın bir gecekondu mahallesini konu alan belgesel (Gecekondular ve Çocuklar) çektiğini anımsayalım; Ali ile ilk gösterimde tanışıyorlar. Ali de üniversite yıllarımda sıkça gördüğüm devrimci ve işçi çocuğuydu; özveriliydiler, inanmışlardı. Dernekte, üniversitede arkadaşlarımızdı. Gerçekten Ali gibi sudan sebeplerle gözaltına alınıp dayak da yiyorlardı, işkence görüyorlardı; hatta bir süre sonra da öldürüleceklerdi! Özcesi, söylemek istediğim Ali de Doğan da o yılların yaşayan genç insanlarıydı. Romanda geçen tartışmaların (Ali-Doğan) benzerini de çok dinledim. Bir kez daha belirteyim, romandaki iç-dış biçime uygun düşüp düşmediği ayrı bir konu ama birkaç yıl farkla nesnel gerçeğe ilişkin belleğimde kalmış ama bugünden değerlendirdiğim tanıklık böyle. Gelelim Ali’nin ailesine.

Ali’nin babası

Ali’nin babası işçidir, nasıl olduysa bir koşuda Balkan şampiyonu olmuş, Konya’ya döndüğünde krallar gibi karşılanmış, o zamanlar öğretmen okulunda olan Ali’nin annesinin elinden çiçek almış. Romandaki bu bölüm ne hikmetse bana Sabahattin Ali’nin “Köstence Güzellik Kraliçesi” adlı hikâyesini çağrıştırır. Babası, annesinden yirmi yaş büyük. Annesi kaç yaşındaydı o zaman, 14, mü, belki 15. Baba yirmi yaş büyük ise 34-35. Biraz altı biraz üstü. Nesnel gerçeklikle ilgi kurduğumuzda bunun roman için birebir böyle olması gerekmez; söz konusu olan kurmaca dolayısıyla bunu bir tür “fantazya” olarak da ele alabiliriz.

Büyük bir olasılıkla baba o yaşta kısa, orta mesâfe koşmuyordu. Bizde pek enderdir; günümüzde bir-iki ABD’li atlet var ama dünyada da enderdir, o yaşlarda kısa mesâfe koşmak, hatta orta mesâfe. Uzun mesâfe ya da maraton koşusu olmalı bu yarış. Romanın kendi takviminde Ali’nin babasının Balkan Şampiyonu olduğu zaman 1940’ların sonu olmalı. Ancak nesnel gerçeklikte, hayatta böyle bir başarı yok; sanırım Balkan Atletizm Şampiyonası adıyla da bir organizasyon yok, henüz bu adla düzenlenmiyor. Ancak 1968’de büyük başarılar var; maratonda İsmail Akçay altın, Hüseyin Aktaş gümüş alıyor. Yanılmıyorsam sonraki yıl, Şükrü Şaban 5 bin, Hikmet Şen 10 bin metrelerde altın alıyor.

Bence, devrilen bir kavak “esin”[4] oluyorsa, romandaki bu balkan koşusu (şampiyonluk) meselesi de gerçek hayattaki o yılların sözü geçen birincilikleri, dereceleri. Burada, bir hamâset, ideoloji meselesi var. Balkan Şampiyonası öyle atla deve değil. Çok önemli bir yarış, organizasyon değil, kuşkusuz küçümsenecek bir organizasyon da değil ama bir Avrupa Şampiyonu, Dünya Şampiyonu, özellikle bir Olimpiyat değil. Ne var ki zamanında yitirilmiş topraklarda, o zamanlar “egemen” olunan ülkelerle yarışıp birinci gelmek, madalya almak, bir şekilde tarihiyle övünüp duran, Mevhibe Hanım’da da görüyoruz bunu, toplumda, basında, iktidarda ve devlette önemliydi. Tuhaf, milliyetçi resmî bir ideolojiydi âdeta. (Sanırım hâlâ öyle!) Sonlardaki bandonun geçişini de benzer bir yaklaşımla ele alabiliriz. Bu hamâset’in, ideoloji’nin eleştirisini de duyumsarız.

Futbol “tutku”su…

Bir ikincisi de, işte bu bando sesini duyan Sakarya Caddesi’nin delisinin sahne aldığı bölüm. Taksi şoförleri, dünyanın en önemli hayâtî sorunuymuşçasına, hararetle maç dinler; bir ara radyodan spikerin sesi gelir: “Top Basri’de. Koştu… koştu. Amman… Amman… Sayın dinleyiciler… Tam…”[5] Şimdi içinde bulunduğumuz gün bir salı[6] ise bir futbol maçının olması çok güç. O yıllar maçlar çoğunlukla, hafta sonu oynanıyor. Kupa maçları hafta içi oynanıyor; o da çarşamba günleri oluyor. Yağmurdan dolayı erteleme maçı olabilir o da ertesi gündür büyük çoğunlukla, yâni pazartesi. Zâten bir maçı erteleyecek yağmur da olanaksız gibi, betimlenen atmosferden dolayı. Millî maç da olabilir tabiî ki ama o da salı günü değil, o zamanlar çarşambaları oluyor. Öte yandan öğlen civarı radyoda maç anlatımı olabilir, anlatılan zamanda da belki olabilir, çoğunlukla öğleden sonra üçte başlardı maçlar ama iki, iki buçuk da olabilir. O dönem stadyumların ışıkları çok zayıf olduğundan bir kısmında da olmadığından kupa maçları genellikle gündüz oynanıyordu. Benzer şekilde Basri göndermesi, Mehmetçik nâmıyla anılan Basri Dirimlili’ye karşılık geliyor. Onun da Bulgaristan doğumlu olduğunu belirteyim. Basri jübilesini 1965’te yapıyor. Yâni romanda geçen Gima açık değil, Gima 1967’de açılmış, yine Love Stroy filmi de 1970 yapımı. Burada da Ali’nin babasının şampiyonluğu gibi, nesnel gerçeklikteki birim zamanla ilişki kurduğumuzda denk düşmüyor, karşılık gelmiyor.

Ancak bunun, denk düşmemenin hiçbir önemi yok, böyle olmasının “gerçekçilik estetiği” açısından da bir zararı yok; burada toplumun tipikliğini, özellikle zaman zaman kimileri için sakıncalı bir tutku hâline gelen ya da erkekler için bir başka türlü sosyalleşme olan, futbol maçı (ideolojik bir durum!) var ve asıl vurgulamak istediğim şu: o sayfalarda özellikle maç dinleyenlerin (başkalarının da) Sakarya’nın delisine, bir garibana, bir meczuba insanlık dışı davranışı, acımasızlıkları. Ne o, bir ân onları “şaşırtmış”, dikkatlerini dağıtmış! Yine topluma tutulan bir ayna görüyoruz. Yine hiç de parlak bir tablo değil. İncelikli bir eleştiri var burada da! Öteki yapıtlarında olduğu gibi böylesine inceliklerle örülü Sevgi Soysal’ın romanı.

Yeri gelmişken

Böyle diyorum ama belki de yeri değildir! İletişim Yayınları’nın emeğine, katısı olan herkesin emeğine teşekkür etmek gerek;[7] Sevgi Soysal’ın tüm yapıtlarını alıp okuyoruz. Ancak bir yazar –bence 1964’ten sonra özellikle– nispet i’sinde, “telâş” gibi sözcüklerde ince l’ye hassasiyet gösterip sonra gelen a’da düzeltme imi kullanıyorsa, kendisi de yaşamıyorsa, bu işâretleri atmamak gerek. Çok sık rastlanan bir durum. “Günümüz yazım kuralları”nı uygulayarak, yapıtların elden geçmesi. Konu son derece karışık, tabiî ki tutarsızlıklar varsa, düzeltmek gerek. Gerçi tutarsızlık da vardır, çünkü çoğumuz Eski Türkçe (Yeni Osmanlıca) bilmediğimizden, daha çok ses’ten hareket ediyoruz. Kuşkusuz zaman içinde o ses değişiyor, ayrıca bazen bu yöntem yeterli olmuyor. Yazar yaşıyorsa, “günümüz yazım kuralları” konusunda ikna ediliyorsa, o başka!

Bir ikincisi de “çarşambalar”[8]. Yanılmıyorsam dört kez geçiyor “Çarşamba” sözcüğü bir birim zamanın ifâdesi olarak. İletişim Yayınları’nın basımında hepsi küçük harfle başlamış (çarşamba olarak). Bilgi Yayınevi’nin basımında ikisi büyük harfle başlıyor, ikisi küçük harfle. Kuşkusuz yanılıyor olabilirim; ilk basıma, yazarın daktilosuna, el yazısına vb bakmak gerek. Ancak çoğunlukla uygulanan bir kural var –bu kurala uymak zorunda değilsiniz kuşkusuz!–, belirli bir günden söz ediyorsak ona özel sözcük gibi büyük harfle başlıyoruz, ancak genel, belirsiz bir günden söz ediyorsak küçük harfle.

Bilgi Yayınevi’nin basımında, Şükran –aynaya bakarken–iç sesindeki “Yarın Çarşamba, boşum” derken büyük harfle başlıyor. Öte yandan Ali’nin –ayrılmaya ilişkin– “Böylesine güçlü bağlar bir çarşamba günü kopmaz bacı” derken küçük başlıyor. Bu çarşambanın belirsiz olma olasılığı çok yüksek, bir deyiş olarak söylüyor bunu Ali. İki kez daha geçiyor “çarşamba”. Doğan’ın yatılı okulda okuyan kardeşi Olcay’ı görmeye “Çarşambaları” gelmesinde büyük harfle başlıyor. Hemen sonraki paragrafın ilk cümlesinde “Bir çarşamba günü, ağabeysi geldiğinde…” dendiğinde, küçük harfle başlıyor. Üçüncüde bir tutarsızlık olabilir ancak sanki ziyaret gününe, özel bir gün olarak vurgu var. Dördüncüsü ise, Ali’nin çarşambası gibi.[9]

Bir kez daha belirteyim, yanılıyor olabilirim, müsveddelere de bakmak gerek, birinci basıma da; özcesi anlatı düzleminde, serüveni aktarırken, “birim zaman”a son derece önem veren bir yazar Sevgi Soysal...


[1] Bkz. bir önceki yazım: Kavak, Ayna, Cop ve “Birim Zaman”; https://t24.com.tr/k24/yazi/kavak-ayna-cop-ve-birim-zaman,2099 (Bu yazı, biraz onun devamı gibi.)

[2] Yürümek, Sevgi Soysal, İletişim Yayınları, 14. basım, 2017, s.117.

[3] “Nesnel zaman”, “ölçülebilen zaman” tanımları kullanılıyor; bkz. bir önceki yazı.

[4] Mâlûm, Sevgi soysal 12 Mart döneminde Yenişehir’de yıkılan bir kavak görmüş.

[5] İletişim yay. 17. Basım, 2018, s.259.

[6] Bkz. bir öneceki yazı. Kısaca anımsatayım, Şükran’ın aynaya bakmasından o günün salı olduğu anlaşılıyor.

[7] Bilgi Yayınları’na da…

[8] Bkz. bir önceki yazı.

[9] Bu çarşamba alıntıları için sırayla bkz.: s. 19, 223, 123, 124; Bilgi Yayınevi, 8. basım, 1996.