Akademi Söyleşileri V: Müşterek bir edebiyat deneyimi

K24 Akademi Söyleşileri dizisi, İstanbul Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Fatih Altuğ ile devam ediyor

19 Nisan 2018 14:15

İstanbul Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Fatih Altuğ ile 19’uncu yüzyıl Osmanlı edebiyatı, Namık Kemal’in eleştirmenliği, akademide edebiyat çalışmaları ve edebiyat dergiciliği üzerine konuştuk. Altuğ, Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans eğitimi aldı. “Bir Edebi Değişimi A Dergisi İle Okumak” başlıklı teziyle yüksek lisansını, “Namık Kemal’in Edebiyat Eleştirisinde Modernlik ve Öznellik” başlıklı teziyle doktorasını Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladı. Tanzimat ve Edebiyat (Mehmet Fatih Uslu ile), Araba Sevdası, Hayal ve Hakikat, Dilharap (Kevser Bayraktar ile) kitaplarını yayına hazırladı. Selim İleri’nin Kapalı İktisat metni üzerine yazdığı Kapalı İktisat, Açık Metin denemesi geçtiğimiz günlerde yayımlandı. 19’uncu yüzyıl Osmanlı edebiyatı, Osmanlı kadın yazarları, Türkçede eleştirel söylemin oluşumu, 1980’lerde edebiyat ve toplumsal değişim, edebiyat ve öznellik üzerine çeşitli araştırmaları bulunuyor.

Türkiye’deki edebiyat eleştirisinin tarihine baktığımızda eleştiride öznellik/nesnellik sorunu üzerine çok çeşitli tartışmalar görüyoruz. Siz de doktora tezinizde modern Osmanlı öznelliği ile Namık Kemal’in edebiyat eleştirisi arasındaki ilişkiyi incelediniz. Namık Kemal’in eleştirel öznelliğinin geliştirmeye çalıştığı/çabaladığı nasıl bir pratik var?

Kapalı İktisat, Açık Metin, Fatih Altuğ, Everest Yayınları Lisans yıllarından beri edebiyat eleştirisinin söylemi üzerine düşünmeyi önemsiyorum. Mezuniyet tezim Hüseyin Cöntürk’ün eleştirel söyleminde özerkliğin nasıl kurulduğuna ve Cöntürk’ün Anglo-Amerikan “Yeni Eleştiri” ekolüyle ilişkisine dairdi. Yüksek lisans tezimde ise 1950 Kuşağı’nın modernist ve varoluşçu yazarlarının ortaklaşa çıkardığı a dergisinin edebiyata dair söylemini tartıştım. O yıllarda amacım 1950’lerden günümüze edebiyat eleştirisinin dönüşümlerini, gerilimlerini ve çeşitlenmelerini araştırmaktı. Sonrasında bunu yapabilmek için 19’uncu yüzyıla dönmem, modern edebiyat ve eleştiri söyleminin kuruluş anlarına bakmam gerektiği fikri belirdi. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Nüket Esen’in danışmanlığında gerçekleştirdiğim doktora tezim “Namık Kemal’in Edebiyat Eleştirisinde Modernlik ve Öznellik” başlığını taşıyor. Tezimdeki tartışmam, eleştirmenin metin karşısındaki konumundan yola çıkan öznellik/nesnellik meselesinden başka bir noktaya odaklanıyor. Osmanlı bağlamında modern öznenin kuruluşu ile edebiyat eleştirisi pratiği arasındaki bağıntıları anlamaya çalışıyorum. Namık Kemal’in edebiyata dair yazılarının söylemini çözümleyerek Osmanlı’da modern edebiyatın kuruluşu esnasında divan edebiyatının zelilleştirilişini, Fars edebiyatının ölüm ve hastalıkla özdeşleştirilişini, Batılı edebiyat modelinin temellükü sırasında kullanılan evrenselleştirme/ yerelleştirme taktiklerini ve Arap edebiyatının bu ilişkiler ağındaki dengeleyici rolünü gösteriyorum. Namık Kemal’in “sadme” olarak adlandırdığı şok deneyiminin modern edebiyatı nasıl mümkün kıldığını tartışırken de akıl, vicdan, ahlak, tabiat gibi kavramların işlevini ele alıyorum. Böyle bir bağlamda, eleştirmen Namık Kemal’i, maruz kalışı ve fail oluşu, tâbileştirilişi ve öznelliği ile birini diğerine kurban etmeyen bir dinamiğin içinde konumlandırmaya çalışıyorum. Böylelikle modern edebiyatın “kurucu babaları”ndan birinin eleştirel söylemini çözümleyerek onun hâlâ süren izlerini anlamayı amaçladım. Derdim, edebiyata dair baskın söylemlerden birini sarsmak olduğu kadar, o söylemin bendeki izleri üzerine düşünmekti.

Namık Kemal eleştirisinde “sadme”, Batı edebiyatıyla karşılaşmayı anlatıyor, travma olarak kavramsallaştırılıyor. Namık Kemal’in eleştirel serüvenine baktığınızda, özneleşmesinde bu sadmeyi nasıl bir imkân olarak görüyorsunuz?

Batı ve edebiyatıyla karşılaşmanın şokunu, karşılaşmanın şiddetini de ifade eden “sadme” kelimesiyle kavramsallaştıran Namık Kemal için bu sadme, yeni edebiyat projesi açısından asli bir öneme sahip. Sadmenin şiddetli ve mucizevi sarsıntısını vurgulayarak eski edebiyatla keskin bir kopuşu gerçekleştirecek bir milat kurmuş oluyor. Batılı edebiyat “güneş”inin her tarafı aydınlatması ile Divan edebiyatı –neredeyse yok mesabesinde- toz zerreleri olarak tahayyül edilebiliyor. Eski edebiyat farklı eleştirel anlarda yoklukla, ölümle, zilletle, çocuklukla yan yana getiriliyor. Özellikle eleştirel serüvenin başlangıcında keskinlikle kullandığı sadme tasavvuru, yeni bir başlangıcı mümkün kılacak kurucu bir olay onun için. Eski edebiyat taraftarları sadmenin varlığını inkâr ederken yeni edebiyatın özneleri sadmenin sarsıntısını yaşayan ama aynı zamanda bu edebiyat olayının imkânlarını gören, bu olaya sadakatle bağlanan özneler olarak beliriyorlar. Ancak bu kurucu kesinti bir kere kabul edildikten sonra eski edebiyat alanıyla başka türlü müzakereler geliştirilebilir.

Şiddetli bir karşılaşmaya maruz kalarak kurulan bir yeni edebiyat söylemi, Namık Kemal’in eleştirel söylemindeki şiddet için de uygun bir zemin oluyor. Namık Kemal’in edebiyatı modernleştirme girişimi, Avrupalı olmayan milletlerin edebiyatlarını ancak klasik dönemleriyle kabul edebiliyor. Yunan ve Arap edebiyatı övgülerini daima zamanının Arap ve Yunanlarının edebiyat fikrinden uzaklıkları vurgusu takip ediyor. Hele Arnavutlar, Lazlar ve Kürtler söz konusu olunca bu milletlerin dillerini unutturmak meşru sayılarak tasfiye ediliyor.

Namık Kemal’in eleştirel söylemine kurban mantığı sirayet etmiş durumda. Heterojen bir edebî ilişkiler ağıyla, türdeş bir edebiyat fikrini kırıştıran, pürüzlendiren, bulandıran her şeyi kurban ederek ilişki kurabiliyor.

Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası adlı romanının eleştirel basımını yayına hazırladınız. Eleştirel basım, hem metnin yorumlanma olanaklarını hem de okurun okuma deneyimini genişletiyor. Araba Sevdası’nda sizi böyle farklı bir eleştirel okumaya yönlendiren katman neydi?

Türkiye’deki akademik edebiyat araştırmacılığının temel gerilimlerinden biri teori ve zanaat arasında. Daha köklü olan yaklaşım, Osmanlıca ile kurulan ilişkide yoğunlaşan ama başka veçheleri de olan filolojik bir dikkati önemserken yeni kuşak, edebiyat teorisiyle metinlerin karşılaşmalarına kulak vermeyi daha kıymetli buluyor. Bu gerilim, maddî ile söylemsel arasında bir karşıtlık olduğu yanılsamasını da besliyor. Böyle olunca ne maddî olanın ne de söylemselin hakkı veriliyor. Araba Sevdası’nın eleştirel basımını hazırlama fikri böyle bir zeminden doğdu. Edebiyat zanaatinin Arap harflerini Latin harflerine çevirmenin ötesinde bir pratik olduğunu göstermek istedim. Harf çevrimindeki sıhhatin önemini hiçbir zaman göz ardı etmeden bir metnin maddî olarak oluşumunu, nüshaları arasındaki farkları, başka metinlerin arasında nasıl vücut bulduğunu önemsediğimizde metnin söylemsel katmanlarının da bereketleneceğini düşünüyordum. Maddî ve söylemsel olanın birbirinin içine/üstüne nasıl kıvrılıp katlandığını görebileceğimiz bir basım hazırlamaya çalıştım. Metnin kendi görselleri ve nüsha farkları ile metinden yola çıkan haritalar, yine metnin gönderme yaptığı diğer metinlerden oluşan ekler ve açıklamalı dipnotlarla eleştirel basım oluştu. Bu aralar Araba Sevdası üzerine bir kitap yazıyorum. Umarım bu kitapla, zanaat ve teorinin Araba Sevdası’ndaki kesişimlerini daha incelikle ele almayı başarabilirim.

Türkiye İş Bankası Yayınları’nda Erol Köroğlu ile birlikte Modern Osmanlı Edebiyatları dizisinin editörlüğünü üstlendiniz. Mehmet Fatih Uslu ile birlikte yayına hazırladığınız Tanzimat ve Edebiyat kitabı dizinin ilk ve yanılmıyorsam, tek yayını. Üzerinde çalışılan, yayımlanmak üzere olan başka bir kitap var mı şu an?

Maalesef söz konusu dizi Tanzimat ve Edebiyat kitabından ibaret kaldı. Halbuki Osmanlı’nın son yüzyılındaki çok dilli ve alfabeli heterojen edebiyat ortamını tanıtacak, tartışmaya açacak hem kurmaca metinleri hem de araştırma kitaplarını hazırlamaya başlamıştık. O dizi kapsamında düşündüğümüz Recaizade Mehmet Celâl’in Hayal-i Celâl’i ve Hovsep Vartanyan’ın Boşboğaz Bir Âdem’i Koç Üniversitesi Yayınları’ndan yayımlandı. Metinleri sırasıyla Engin Kılıç ve Murat Cankara yayına hazırladı. Bu dönemin özgüllüğünü gösterecek ve modern edebiyat fikrimizi çeşitlendirecek bir diziye ihtiyacımız hâlâ devam ediyor.

19’uncu yüzyıl Osmanlı edebiyatını imparatorluk edebiyatı olarak düşünmenin anlamlarından bahsedecek olursak eğer, Batılı emperyal söylemle Osmanlı emperyal geleneğinin karşılaşmalarında meşrulaşan ideolojik bir söylemden bahsedebilir miyiz?

Önce Kritik’in 2. sayısında, sonrasında bu sayıdan yola çıkan Tanzimat ve Edebiyat kitabında, Mehmet Fatih Uslu ile birlikte, genellikle Tanzimat edebiyatı diye adlandırılan dönemi modern bir imparatorluk edebiyatı olarak değerlendirmeyi önerdik. Milli bir edebiyata doğru giden sürecin terimleriyle düşünmektense imparatorlukların modernleşme sürecinin içerisinden bu dönemin edebiyatını düşünürsek önümüze hangi imkânlar açılır, sorusunu sorduk. 19’uncu yüzyılda Arap, Yunan ve Ermeni harfleriyle yazılan Türkçelerde, Ermenicede, Yunancada, Bulgarcada modern edebiyatın kurumsallaştığı bir şehir olarak İstanbul’un dünya edebiyatı açısından benzersizliğini tartışmak için -Johann Strauss’un çalışmalarına çok şey borçlu olan- bir adımdı Tanzimat ve Edebiyat.

İmparatorluk edebiyatı derken söz konusu dil ve alfabelerdeki edebiyatları Osmanlılık çatısı altında eritmeyi kastetmiyorum. Söz konusu edebiyatların çoğul yan yanalığını olumlayarak vurgularken bu yan yanalığın sınırlarına da işaret eden, kozmopolit eğilimler kadar kompartmanlara dayalı edebî pratikleri de dikkate alan bir tavrı önemsiyorum. İmparatorluğun merkezle taşra arasındaki gelgitli dinamiklerine kulak kesilerek bu edebiyatlara bakmak çoğulluğu ve tahakkümü de birlikte düşünmeyi zorunlu kılıyor. Bu noktada daha önce sözünü ettiğim sadmenin içerdiği şiddetin Osmanlı’nın önceki şiddet biçimleriyle nasıl eklemlendiği önem kazanıyor. 19’uncu yüzyıl edebiyatının kurucu figürleri, ırkçı ve sömürgeci tahayyülü pek de yadırgamadan kolaylıkla temellük edebiliyorlar. Şinasi, Münif Paşa, Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Ahmet Mithat gibi yazarların hem Osmanlı dışı sömürgeleştirme pratiklerini medenileştirme olarak görmeye meyilli olduğunu hem de Osmanlı merkezi kimliği dışındaki kimlikleri kolaylıkla bu tahayyülle düşünebildiklerini gördüm. Dahası Cezayir’in Fransızlarca işgali bile Şinasi için medenileştirme misyonuyla tanımlanabiliyordu, üstelik direnişçiler de vahşilerdi.

Bu sürecin maddî ve söylemsel dinamikleri üzerine düşünmek, geçmişi anlamanın salt kendi hatırı için de anlamlı. Ancak şimdiki zamanın çoğullaşma anlarıyla onların bastırılışını, madunlar ve mağduriyet karşısındaki alacalı ilişkilenmelerini ve güç söylemini anlama çabasında da bu dönemin edebî ve düşünsel pratikleri önemli kökenler ve karşılaştırma eksenleri sunuyor.

Fatih AltuğŞu anda bir Türk dili ve edebiyatı bölümünde çalışıyorsunuz. Bu bölümlerin ulus-devlet yapısıyla sıkı bağının Tanzimat dönemi söz konusu olduğunda edebiyat disiplinini körleştirdiğini görüyoruz. 1950 sonrası Türkçe edebiyatın müfredatta ele alınış biçiminde de benzer bir körleşme var mı sizce?

Türk dili ve edebiyatı bölümlerinin akademik söylemlerinin sistemli bir eleştirisine ihtiyacımızın baki olduğuna inansam da bu bölümleri eleştirmenin verdiği rahatlık duygusunun tehlikeli olduğunu da düşünüyorum. Kurumsal yapının apaçık eksiklerinin -çok da emek harcamadan yapılan- eleştirileri, bu bölümlerin kıyısındaki ve dışındaki araştırmacıların kendi eleştirel süreçlerini kesintiye uğratabiliyor ya da yavaşlatabiliyor. İstanbul Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde kuruluşundan itibaren çalışmaya başlamamla birlikte akademik deneyimin başka bir veçhesi de benim için mümkün oldu. Türkiye’nin yaş ortalaması en genç edebiyat bölümlerinden biriyiz ve bu bölümde başka türlü bir müfredatı uygulamaya koyduk. Klasik ve modern edebiyatların Türkçedeki serüvenini anlamak için Arap, Fars, Urdu, Ermeni, Yunan, Avrupa ve Amerika edebiyat tecrübelerini karşılaştırma eksenine yerleştiren, edebiyatı diğer sanatlar ve bilimlerle düşünen bir yaklaşımı inşa etmeye giriştik. Eksiklerimiz olmakla birlikte öğrencilerin edebiyat sevgilerini ve edebiyatın çoğulluğunu sekteye uğratmamaya özen gösteren, edebîliğin sonsuz çeşitliliğine işaret eden bir tavır benimsedik. Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinde lisansüstü eğitimlerini sürdüren mezunumuz öğrencilerle meslektaşlığımız kuvvetlendikçe akademiye etkimizin daha da artacağını umuyorum.

Mevcut hâliyle edebiyat bölümleri Osmanlı’nın çok dilli ve alfabeli edebiyat ortamını araştırmalarına dâhil etmiyorlar. Bunda yapısal zaafların, ideolojik tercihlerin etkisi kadar, edebiyat araştırmacılarının gönülsüzlüğünün de rolü var. Birkaç araştırmacı dışında son dönem Osmanlı edebiyatını başka türlü düşünmeye heves edenler pek yok. Böylece dünya edebiyatı açısından da benzersiz imkânlar ve gerilimler barındıran bir tecrübe yeterince tartışılmadan ve kamusallaşamadan kalıyor.

1950 sonrası edebiyat söz konusu olduğunda da şüphesiz çeşitli dışlama ve içerme politikaları var. Ancak burada asıl mesele, hâlâ 1950 sonrası edebiyatın üniversite müfredatında yeterince yer alamaması. Tanpınar sonrası edebiyat, hocanın kişisel tercihlerine göre şekillenen belirli yazarlarla ancak gündeme gelebiliyor. Hâlbuki dönemleri, dergileri, ilişki ağlarıyla edebiyatı 1950’lerden günümüze kat eden derslere, yani dönemlerin makro ve mikro hareketlerine özen gösteren yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Kapalı İktisat, Açık Metin kitabınızla ilgili Seval Şahin’le yaptığınız söyleşide “Faşizm ve melankoli kavramları etrafında ördüğüm teorik tartışma, biçim ve ideoloji ya da ruh hâli arasındaki bağıntılara da dikkat ediyor”1 diyorsunuz. Kitapta "sözlük" formunu sadece gönderme yapılan metinsel ve görsel bir ağ olarak kullanmıyorsunuz. Her bir metni ve mecrayı anlam kurucu işleviyle birlikte düşünüyorsunuz. Faşizm ve melankoli kavramlarının Kapalı İktisat’ın maddîliğinden çok, söylemselliğini kavramaya işaret ettiği söylenebilir mi?

Faşizm ve melankoli, kitabın tartışmasının yoğunlaştığı anlarda sıklıkla beliren kavramlar. Kapalı İktisat’ın metinler ve mecralar arası niteliklerinin salt bir oyun oynama, gizemli bir bilmece oluşturma güdüsüyle kurulmadığını, metnin biçim ilkesinin toplumsallığın ve öznelliğin oluşumuyla paralel olduğunu düşünüyorum. Bir toplumun farkı kendi bünyesine ne suretlerde dahil ettiğine, ne şekillerde kurban ettiğine dair tartışmayla kayıp deneyimi yaşayan melankolik öznede dışsallığın içe nasıl kıvrıldığına bakmanın kesiştiği "ara"lıkta vücut bulan Kapalı İktisat, başka metinlerle "kendi"si arasında mekik dokuyan içerme ve dönüştürme teknikleriyle bir ara-metin olarak fiile dökülüyor.

12 Eylül darbesinin hemen öncesindeki iç savaş ortamında yayımlanan Kapalı İktisat, faşizmin farkı silen kapanımını değişik tarihsel kesitleri ve Tanpınar’ın Teslim öyküsü gibi metinleri çakıştırarak edebîleştiriyor. Ancak daha da ileri gidip faşizm koşullarında melankolik öznelliğin nasıl kurulduğuna, içselliğin dağılışına, kaybın giderilemezliğine de dikkat çekiyor. Toplumsal/ tarihselle içsel olanın birbirine geçtiği kıvrımda beliren bir ara-metni "sözlük" formunda düşünmek benim için de oyundan ibaret değil; edebiyat, kendim, şimdiki zaman ve başka şeyler üzerine düşünmemin dolayımlarından biri.

Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi’nin toplumsal cinsiyet odaklı araştırmaları desteklemek amacıyla verdiği Şirin Tekeli Araştırma Ödülleri'nde “Osmanlı Kadın Yazarlık Alanı (1895-1908)" adlı çalışmanızla araştırma teşvik ödülünü aldınız. Çalışmanızın içeriğinden bahsedebilir misiniz?

Araba Sevdası’nın dışında Fatma Aliye ve Ahmet Mithat’ın ortak metinleri Hayal ve Hakikat (Everest Yayınları) ile Fatma Fahrünnisa’nın Dilharap (Koç Üniversitesi Yayınları, Kevser Bayraktar ile) metinlerini yayına hazırladım. 2014-2015’te de Bilim ve Sanat Vakfı’nda “Osmanlı Romanı ve Hikâyesi” üzerine atölye çalışması yaptık. Burada bir yandan bilinen Osmanlı romanlarının okuma imkânlarını genişletmeye dair bir niyetimiz vardı. Diğer yandan da pek bilinmeyen, Arap harfleriyle kalmış metinleri Latin harflerine çevirerek üzerinde tartışmak istiyorduk. Bu süreçte konuştuğumuz metinlerin yarısı kadın yazarlara aitti. Hem yayına hazırlama hem de atölye pratikleri Osmanlı’nın son döneminde kadın yazarlığa yönelik ilgimi artırdı.

Şirin Tekeli Araştırma Teşvik Ödülü’nü alanlardan biri olmama çok sevindim. Desteklenen çalışmamın şöyle bir bağlamı var: 1895, Osmanlı’da kadın yazarlık bakımından önemli bir dönüm noktası. Bu yıldan önce kadınlar tarafından yazılmış romanlar -şimdilik bildiğimiz kadarıyla- beşi geçmezken, 1895-1900 arasında bu rakam en az üç katına çıkıyor. Hem yeni yazarlar edebiyat kamusuna katılıyor hem de Hanımlara Mahsus Gazete başta olmak üzere kadın süreli yayınları daha sıklıkla çıkmaya başlıyor. Araştırmamda bu dönüşümü 1908’e kadar takip edeceğim. Temel sorum, bu dönemde kadın yazarlığın özerk bir alan olarak oluşup oluşmadığı üzerine. Kadın yazarlar arası ilişki ağlarını tespit etmeye çalışarak döneme teker teker yazarlar açısından değil de daha bütüncül bir perspektifle bakmaya çalışacağım.

 Belli aralıklarla bazı dergilerin (Mizan, Yeniyazı, Kritik…) mutfağında yer aldınız. Sizin hem akademik hem de edebiyat dergiciliğini önemsediğiniz söylenebilir. Bir sınır çizerek içerik/ tür açısından ayırsam da, emek verdiğiniz dergilerin bir ara form oluşturduğu görülebilir. Bu ara formun olanaklarıyla ilgili ne söylemek istersiniz?

Metinlerle kurduğumuz ilişkilerin, teorik donanımımızın, kendi okuma ve yazma tarzımızı keşfetmemizin, inceltmemizin yalnızlık gerektiren bir yanı olduğunu düşünmekle birlikte emeğimizi, deneyimimizi ve keyfimizi kolektifleştirmenin yollarını aramayı da önemsiyorum. Ne kadar hakkını verdiğim tartışmalı olsa da dersler, ortaklaşa hazırlanan metinler, atölyeler, projeler benim için müşterek bir edebiyat deneyiminin vazgeçilmez unsurları oldu. Bu minvalde dergicilik de hem kolektif emeği hem de muhataplarının potansiyel genişliği ile önemsediğim ve çok şey öğrendiğim bir süreçti. Kendi çapında etkileri olsa da uzun süre devam edemeyen dergiler oldu ekibinde yer aldıklarım. Ancak kendi yazımın akademik kuruluğunu bir nebze azaltabilmişsem, birlikte dergi çıkardığım dostlarımın ve mecranın kendisinin büyük payı var. Daha da önemlisi, akademi ile yayın dünyası arasında, hâlâ yeterince ilerleyemediğimiz ilişkinin bereketlenmesi için dergiler önemli vesileler.