Ağavni

Tomris Alpay'ın 2019 Yunus Nadi Öykü Ödülü'ne değer görülen kitabı "Gülsün, Ağavni, Zilha" Aras Yayıncılık'tan raflarda yerini buldu. Kitaptan tadımlık bir öykü K24'te...

28 Kasım 2019 11:30

Bu sabah alışveriş filemi iyice yıkadım. Sıkı sıkı örülmüş ipleri, özellikle sapının üzerindeki ter ve el izlerinin iyice temizlenmesi, beyazlaşması için geceden arapsabunlu suya bastırmıştım. Kar beyaz oldu. Kuruması için bahçedeki çamaşır ipine astım. Paket ipine benzer kalın bir malzemeden yapıldığı için, sıkmak yetmiyor. Damlayan suları bir an kendi gözyaşlarıma benzettim.

Komşularımın da kullandığı bu pazar filesini alışverişe giderken bir yumak haline getirir, cebime sokarım. Bir tezgâhtan diğerine geçtikçe genişler, içine tahmin edemeyeceğiniz kadar çok kesekâğıdı, adeta bir yaşam sığar.

Ben pazar filesinin günlük serüvenini, yeni doğan, el kadar çocuğun benliğinin, yaşı ilerledikçe iyi kötü olaylarla dolmasına benzetirim. Fileye giren, içi görünmeyen kesekâğıtlarında dışa vurmadığımız neler neler  vardır.

Bizim çarşı esnafı çoğunlukla okunmuş gazeteleri un ve suyla yapıştırıp kesekâğıdı olarak kullanır. Kese kâğıtları o gün bütçenizin el verdiği alışverişi dışarı vurmaz, saygılıdır, içindekileri meraklı gözlerden gizler. Her birinin gizli bir öyküsü de vardır. Ev kadınları, yaşlılar, yaz tatilinde çocuklar, ev bütçesine katkıda bulunmak için kesekâğıdı yaparlar, filelerine koyup kimse görmeden alıcılarıyla buluştururlar. Fileyi taşıyan kişiyle kesekâğıdı yapanların öyküleri birbirine sarılır. Diğer insanlar o kişiyi sadece filenin deliklerinden gördükleri kadar tanırlar. Oysa kese kâğıtları gizli tutulmak istenen olaylarla doludur, yaşamın sırlarını gözlerden saklar ve ancak yakınlaşır, dertleşirseniz açığa çıkarır. Benim filem de herkesinki gibi, gösterdiğinden fazlasını saklar.

***

Bugün Ağavni pazardan dönerken filesinde sebze, meyve, yağ, kıvırcık salata, soğan ve iki yüz elli gram orta yağlı kıyma vardı. Üç oğluna, kocasına ve kayınvalidesine etli sebze yemeği pişirecek, yanına da ayran ve bulgur pilavı yapacaktı. Dönüşünü Bulgar sütçü Boris’in sokaktan geçiş saatine göre ayarladı. Kaymağı yarım parmak kalınlığında leziz yoğurdu, Boris beslediği koyun ve keçilerinin sütünden kendi elleriyle mayalardı. Bir kilo yoğurt aldı. Sonra bir sokak ilerideki meşhur turşucunun konağının bodrumunda imal ettiği karışık turşudan bir tas. Turşucunun konağına  girer girmez, tat ve koku duyularını uyaran, mide ve ağız suyunu artıran turşu sanki “beni ye’’ diyordu. Eve dönene kadar bir iki yaprak lahana turşusunu dayanamayıp ağzına attı.

Mutfaktaki işinin başına geçmeden önce yatak odasında üstünü başını değiştirdi. Gözü her zaman olduğu gibi o resme takıldı. Tuvalet masasının üstünde her gün defalarca baktığı bu solmuş sararmış fotoğraf, çok küçük olduğu yıllara ait. İstanbul’a macera dolu bir yolculuk yapmadan önce, Kırşehir’de çektirdikleri bir fotoğraf bu. Annesi ve babası aralarına Ağavni’yi de almış, koltukta oturuyorlar. Anne Nimet sarı saçlı, açık renk gözlü, narin yapılı bir göçmen kadını. Baba Haçik iri kıyım, pala bıyıklı, siyah gür saçlı, iri burunlu yakışıklı bir Ermeni delikanlısı. Aralarına aldıkları Ağavni ise ikisinin harmanlanmış kopyası, bir melez güzeli.

Ağavni geçmişine ait hatıralarını iki ayrı bölümde saklar. Birkaç soluk, sararmış resim, anne ve babasının anlatıları. Bir de, halıların ve naftalin kokularının arasında uzun bir araba yolculuğuyla başlayan kendi yaşanmışlığı.

Nimet ile Haçik Kayseri’de aynı mahallede yaşarken birbirlerine âşık oluyorlar. Ama ne çılgın aşk! Kimse durduramıyor ve Kırşehir’e kaçıyorlar. Evlerinin bulunduğu sokakta komşuları Selanik’ten yeni göçmüş bir mübadil aile. Yıllar önce onları yerlerinden, yurtlarından koparan benzer olayların haberleri peş peşe gelmeye başlıyor. Baskıları, korkuları arkalarında bırakan bu aile, komşularının başına gelebilecek tatsız gelişmeleri tahmin etmekte zorluk çekmiyor. Sevgiyle bağlı bu minik aileyi, evlerinin bodrumundaki gizli bir bölmeyle geçilen odada bir süre misafir ediyorlar. İstanbul’a halı götüren tanıdıkları bir tüccar Kırşehir’e uğrayana kadar saklıyorlar. Sonra üçünü tüccarın yanına katıp Kırşehir’den kaçırıyorlar.

Ağavni’nin filesindeki kesekâğıdının içinde sakladıklarından biri bu işte. O uzun yolculuk.

Babasının kuyumcuda çalıştığı, altın, gümüş işlediği ve sık sık hastalandığı yılları daha net hatırlıyor. Ciğerleri parçalanırcasına öksürdüğü geceler Ağavni’nin de gözüne uyku girmezdi. Babasının altın ve gümüşleri daha saf hale getirmek için küçük bir odada siyanürle çalıştığını bilecek yaşta değildi. Sadece öksürük sesi beynine kazınmıştı. Siyanür dumanları Haçik’in ciğerlerini genç yaşta eritmişti. Babası öldüğünde, Nimet’le Ağavni yapayalnız kaldılar.

İstanbul’da tanıdık kimseleri yoktu. Nimet çalışmaya mecburdu. İş buldu ama Ağavni bütün gün nerede kalacaktı? Onu yetimhaneye verdiler. Annesi hastalanana kadar, sadece hafta sonları ve bayramlarda eve geldi. Yetimhanede genç kız oldu ve ortaokulu bitirdi. Nimet artık çalışamaz hale gelince, patronu bu kez Ağavni’yi tezgâhtar olarak aldı.

Ağavni, Behruz’u bu dükkânda tanıdı. Behruz, Mahmutpaşa’da Ağavni’nin çalıştığı dükkâna gelip havlu, peştemal, banyo takımları, terlik alır, onları otomobiliyle sokak sokak dolaşarak pazarlardı. Yakışıklı bir delikanlıydı. Ağavni’ye babasının fotoğraflarından gördüğü gençliğini hatırlatıyordu. Behruz’la Ağavni’nin kaderleri böyle kesişti. Behruz her gelişinde dükkânda oyalandıkça oyalanır, alışveriş  ırasında Ağavni’nin beyaz teninin üzerinde iki yeşil göze takılıp kalırdı. Aradan zaman geçtikçe Behruz Mahmutpaşa’daki dükkâna akşam saatlerinde uğramaya başladı. Tüm gün ayakta çalışan yorgun Ağavni’ye acıyor, evine giden yokuşlarda daha da yorulmasına gönlü razı gelmiyordu. Alışverişine yardım ediyor, pazar filesini taşıyor, onunla biraz daha zaman geçirmek için elinden geleni yapıyordu.

Bir akşam gazete kâğıdından yapılmış kese kâğıtlarındaki saklı anılarını paylaştılar. Benzerliğe şaşırıp kaldılar. Bu kadar tesadüf olabilir miydi?

Behruz da çok küçük yaşta anne babasıyla Tahran’dan başlayan ve aylar süren bir yolculuktan sonra İstanbul’a gelmişti. İkisinin de babaları genç yaşta ölmüştü, ikisi de anneleriyle yaşıyordu… Ağavni’nin yeşil gözleri Behruz’un siyah uzun kirpiklerin çevrelediği gözlerine takıldı. Sanki onları bir araya getiren bir kader vardı...

Otomobille yaptıkları pazar gezmeleri onları daha da yakınlaştırdı. Ağavni’nin gri bulutlarla kaplı, sıkıntılı yaşamı hareketlenmiş, renklenmişti. Hayatında ümitlerin yer aldığı bir sayfa açılıyordu. Kalbi hızlı atıyor, etekleri zil çalıyordu. Annesine de açılmıştı.

Nimet, kızının Behruz ile yakınlığını duyduğunda ilk söylediği söz şu olmuştu. “Annenin kaderi, kızının kaderidir.” Nimet’in kalp yetmezliği hızla ilerledi. Bacakları şişmişti, nefes almakta güçlük çekiyordu. Tıpkı babasının hastalığının ilerlediği zamanlardaki gibi geceleri annesinin çıkardığı hırıltılar Ağavni’nin kalbine bıçak gibi saplanıyor, acıtıyordu. Uyuyamıyor, dualar ediyordu, sabah olmak bilmiyordu. Doktor Zaven’in ilaçları rahatlatamayınca, Behruz Nimet’i otomobiliyle hastaneye götürdü, merdivenlerde sırtında taşıdı. Hastalık Nimet, Behruz ve Ağavni’yi birbirine bağladı. Minnet, saygı, sevgi, aşk, müşterek bir geçmiş… Söze dökmeseler bile aynı duyguları paylaştıklarını keşfettiler. Nimet bir gün Behruz’u yanına çağırdı. “Ağavni’ye göz kulak ol, bizim kimsemiz yok,” dedi. Bundan kısa süre sonra, Nimet uykusunda dünyayı ve biricik kızını bırakıp göçüp gitti.

***

Annemin zayıflıktan bir deri bir kemik kalmış eline yanağımı dayadım, eskiden omzuna başımı koyduğum gibi varlığını duymak istedim. Vedalaşıyordum. Bu diğer ayrılışlara benzemiyordu. Gözyaşlarım sel olup aktı. “Öksüz ve yetimim. Hayatta yapayalnızım’’ diyebildim.

Annemi almaya geldiler. Bu son yolculuk için gereken her şeyi Behruz halletti. “Acını ancak böyle paylaşabilirim,” dedi.

Evimiz boşaltılırken bir kenarda oturup izledim sadece. Sanki evimizin sevgi dolu havası da eşyalarla birlikte boşalıyordu. Duvarlardan buz gibi bir esinti üstüme geliyordu. Annemin sözleri aklıma geldi; annenin kaderinin kızının kaderi olduğunu söylemişti. Acaba yaşamının hangi dönemiydi kastettiği? Tümü mü? Yoksa sadece aşkı mı? Keşke sorsaydım diye geçirdim içimden. Behruz’un “Hadi, gidiyoruz, annem bekliyor,” diyen sesiyle kendime geldim. Geceden hazırladığım bohçamı aldım, mutfakta bir çiviye asılı file gözüme ilişti. Uzandım, aldım, bohçayı filenin içine koydum. Genişledi, genişledi, bohçayı ve benim bu günden sonraki hayatımı da acılarıyla, neşeleriyle içine aldı.

Behruz’ların evinin yerini biliyordum ama hiç gitmemiştim. Annesi beni kollarını açarak karşıladı ve sıkı sıkı sarıldı. “Hoş geldin kızım,” dedi. O an yeni evimin burası olacağına inandım. O günü hiç unutmayacağım. Annemin, anne ve kızın ortak kaderiyle ilişkili ne demek istediğini anladım. Aşk ve sevgiyi işaret etmişti.

Annemin duası okundu, helvası Behruz’ların evinde yapıldı ve dağıtıldı.

İki ay sonra Behruz ile evlendik, hemen hamile kaldım. İlk çocuğumuz doğmadan hep beraber Sarmaşık Sokak’a taşındık.