Acı gerçek: Felakete ihtiyacımız yok!

"Felaketin 'yeniden başlamak için bir şans' doğurması kaçınılmaz mıdır? Zorlukların üstesinden gelmeyi başaran, insanlığı kurtaran ve yeni bir dünya kurmaya hazırlanan kahramanların daha eşit ve daha adil bir düzen kuracaklarından nasıl emin olabiliriz?"

26 Mart 2020 18:30

Korkunç, akla hayale gelmez felaket senaryolarına rağbet göstermek ve en büyük yıkımların taptaze, dipdiri başlangıçlara gebe olduğunu farz etmek, esaslı bir modern davranıştır. Felaket denen şeyin, ne denli ıstıraplara yol açabileceğini çoğu zaman tahayyül bile edemeyiz. Oysa felaket ihtimali, ne kadar dehşetengiz olursa o kadar baştan çıkarıcı, karşı konulmaz ve büyüleyici bir şölen vadeder. Felaketlere ihtiyacımız olduğuna inanırız içten içe… Hele bir fırtına kopsun, perişan etsin hepimizi, altüst olsun dünyamız, nasıl da hevesle döneriz o zaman en başa… Birbirimizin elinden tutar, hep birlikte çalışır, yeni bir düzen kurarız… Her biri modern hayatın bir köşesini tutmuş envaiçeşit felaket ihtimali, ütopik düşlerle el ele yolumuzu gözler.

Küresel bir tehdit olarak hızla yayılan COVID-19 salgınını, kapitalist sisteme sağlam bir tekme savuracak, enternasyonal bir dayanışmaya vesile olacak ve bildiğimiz dünyanın sonunu getirecek bir işaret olarak görenler az değil. Acı gerçek, felakete ihtiyacımız var,” [1] diyen Žižek’e göre, salgın, radikal bir değişimin gerekli olduğunu göstermesi açısından büyük bir şans. Dahası, salgın komünizme yeniden yükselme şansı verebilir ve yeni bir uygarlığın müjdecisi olabilir. Žižek, Fredric Jameson’dan yola çıkarak, kozmik felaket filmlerinin “ütopyacı potansiyeline” dikkat çekiyor ve şimdi gerçek hayatta da işte bu noktadayız” diye vurguluyor. Doğrusu Žižek’in heyecanını paylaşmayı isterdim ancak ekolojik hareketin davasında olduğu gibi, salgın hastalıkla mücadelede de kıyametçi bir dile savrulmanın, hepimizi tuzaklarla dolu çıkmaz bir sokağa sürükleyeceğini düşünüyorum.

Felaket ve sonrası

Felaketin “yeniden başlamak için bir şans” doğurduğu yönündeki iddiayı sorgulamaya kurmaca ile başlayabiliriz. Malum, post-apokaliptik film ya da romanlar hepimizin ilgisini çeker. Burada söz konusu olan, çetin bir hayatta kalma mücadelesidir. Tüm insanlığı tehdit eden virüsler, meteorlar, uzaylı saldırıları, nükleer savaşlar ya da dehşetli doğal felaketlere karşı tüm gücüyle ayakta durmaya çalışan ve bin bir badireyi atlatan kahramanımız, eğer yeterince mücadele edersek en zorlu koşullardan bile sağ salim çıkacağımıza dair bize umut verir. Oysa esas mesele, hayatta kaldıktan sonra ne olacağıdır. Zorlukların üstesinden gelmeyi başaran, insanlığı kurtaran ve yeni bir dünya kurmaya hazırlanan kahramanların daha eşit ve daha adil bir düzen kuracaklarından nasıl emin olabiliriz? Bir daha benzer felaketler yaşamamak gerekçesiyle, olağanüstü hal koşullarını yeni bir yaşam biçimine dönüştürmeyeceklerini nereden bilebiliriz? Hayatta kalanların, ne pahasına hayatta kaldıklarını, yaşamakla insanlıklarını yitirmek arasında bir tercih yapmak zorunda kalıp kalmadıklarını nasıl göz ardı edebiliriz? Kıyamet sonrasına dair filmleri düşündüğüm zaman, sonunda bu açıdan bir umut ışığı beliren pek fazla örnek gelmiyor aklıma. Belki İskoçyalı genç yönetmen Colm McCarthy’nin 2016 yapımı The Girl with All the Gifts (Tüm Sırların Sahibi Kız) filminde, insan dışı bir tür söz konusu olduğu için, yeni bir dünyanın kurulacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Ancak o yeni dünyanın kurucularının da insan deneyiminden öğrendiği/öğreneceği çok şey olacaktır.

Tam bu noktada, her ikisi de karanlık dünyaları tasvir ettiği için genellikle aynı şeymiş gibi anlaşılan distopik kurguyla post-apokaliptik kurgu arasındaki farka dikkat çekmek gerekir. Elbette, Oscar ödüllü Güney Koreli yönetmen Bong Joon Ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer (Kar Küreyici) filminde olduğu gibi, ikisinin iç içe geçtiği kurgular da söz konusu olabilir. Ancak, aralarında ince bir ayrım bulunmaktadır. Hayatta kalma mücadelesinin belirleyici olduğu kıyamet senaryolarının aksine, distopik hikâyelerin kahramanları canlarını kurtarma gayreti içerisinde değildir. Distopik iktidarlar, insanın canına kastetmez, bilakis, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında olduğu gibi herkesin mutlu ve huzurlu bir şekilde bir arada yaşayabileceği “eşsiz” bir seçenek sunarlar. Elbette, sunulan mutluluk ve istikrarın bir bedeli olacaktır. Sizi siz yapan özünüzden, ruhunuzdan, aklınızdan, iradenizden ve özgürlüğünüzden feragat etmeniz beklenir. İktidar, sizin yerinize her şeyi düşünmüştür, daha ne istersiniz ki? Distopyanın ahalisi de genellikle, yaşadıkları dünyayı olduğu gibi kabul etmiş, birbirinden farksız, ruhsuz varlıklardan oluşur. Kahramanımızın mücadelesi ise başka bir dünyanın mümkün olabileceğini fark ettiği anda başlar. Göze aldığı şey, ölüm değildir.

George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünde gözü her zaman her şeyin üzerinde olan Büyük Birader’in Parti’si, Wilson ve Julia gibi “pürüzleri” ortadan kaldırmak yerine “törpülemeyi” tercih eder. “Özgürlük iki kere iki dört eder diyebilmektir,” diyen Wilson’ın[2], en büyük korkusuyla burun buruna getirildikten sonra, farkında olmadan masanın üstündeki toz tabakasına “2x2=5” diye yazmasından daha büyük bir yenilgi olabilir mi? Wilson’ın dediği gibi “İnsanın içinde bir şeylerin ölmesi, yanıp kül olması”[3], insandan geriye bir şey bırakmayan, ölümden beter bir karanlığa yol açar. Distopyalar, işte bu yüzden, bizi can derdine düşürmek yerine, ruhumuza sahip çıkmaya yöneltir. Puslu bir geleceğe değil, tam da bugüne işaret ederler. Kazuo Ishiguro’nun Beni Asla Bırakma romanında anlatılan klonların bizden bir farkı var mıdır, ya da bizim onlardan bir farkımız? İnsanı ölümcül bir karanlığa hapseden kıyametçi retoriğin aksine, distopik kurgular özgürleşmeden yaşamanın ne anlamı olacağını düşünmemizi sağlar.

Kıyameti beklerken…

Kıyametçi retoriğin tuzaklarına, Susan Sontag, 1989’da yayınlanan “Aids ve Metaforları” adlı çalışmasında dikkat çekmişti. Sontag’a göre, sürekli yaklaşmakta olan, bir türlü kopmak bilmeyen fakat sonuçlarını her an iliklerimizde hissedebileceğimiz bir kıyametin eşiğinde yaşamak, aklımızı karıştırmaktan ve önümüzü berrak bir şekilde görmemizi engellemekten başka hiçbir işe yaramaz.[4] “Ağır bir çekimdeymişiz hissi yaratan” bu karanlıkta bırakın yeni bir başlangıcı, kaldığımız yerden bile devam edemeyiz. Sontag’ın tespitleri, bütün canlılığıyla güncelliğini korumaktadır:  

“Kıyametin sıradan insanların ufkunda bile gerçekleşmesi muhtemel bir ihtimal haline gelmesi, gerçeklik duygumuzu, insanlığımızı hedef alan ve şimdiye dek eşine benzerine rastlanmamış bir şiddettir.”[5]

Salgın hastalıklar, Sontag’a göre, önlenemez derecede artan ölü sayısıyla çok büyük bir felaket gerçeği barındırır.[6] Sontag, herhangi bir şekilde başımıza musallat olacağından emin olduğumuz yaygın hastalıkla salgın hastalık arasındaki farkı, bildiğimiz savaşlarla hayal dahi edemeyeceğimiz kadar korkunç, bilimkurgu filmleri ya da elektronik oyunlar gibi eğlence olsun diye tasarlanmış hissi veren savaşlar arasındaki farka benzetir. Bununla birlikte, en çok korkulan, en ölümcül hastalıklar bile zamanla sıradanlaşabilir. Vebanın yerini kolera, HIV’in yerini SARS virüsü alabilir. Ancak lanetle, cezayla ya da felaketle özdeşleşen bir metafor olarak hastalığa tarihin her döneminde ihtiyaç duyulacaktır. Buna karşın, Sontag, hastalığı, sadece hastalık olarak, bütün metaforlarından arındırılmış şekliyle ele almamız gerektiğini ileri sürer: “Hastalık, hayatın gece karanlığıdır, fakat bir metafor değil, doğal bir fenomendir”.

Karşımızdaki salgın hastalığı, dünyanın sonu ya da kıyamet alameti değil de sadece bir salgın hastalık olarak ele almak, gözümüzü korkutmaktan başka bir işe yaramayan ve önümüzü görmemizi engelleyen sis bulutlarını dağıtacaktır. İşte bu yüzden, dayanışma ağları kurmak için ihtiyacımız olan son şeyin SARS-CoV-2 virüsüyle birlikte ayyuka çıkan “felaket hissi” olduğunu görmek zorundayız.

Görmemiz gereken bir diğer şey ise, felaketten medet ummanın, daha eşit ve daha adil bir dünya kurmaya çalışanların değil, dünyayı bütün nimetleriyle sadece kendileri için isteyenlerin başvuracağı türden bir yol olduğudur. Hak ettiğinden daha azına sahip olduğunu düşünen, kin gütmekten başka bir şey bilmeyen, doymak bilmez bir iştahla hep daha fazlasını almaya çalışan ve başkalarını düşünmeyen biri için arzularına ulaşmanın en kestirme yolu, dünyanın bu haliyle yerin dibine batmasıdır. Ancak bir felaket olursa onun için de bir şans doğabilir. Kılını bile kıpırdatmadan, mevcut düzenin kurucularının hazin sonunu izleyecek, yerine kurulacak düzenden nemalanmak için doğru yer ve zamanda hazır bulunacaktır. Kıyameti beklemek, tevekkül ve sabır gerektirir. Beklemeyi bilenler hiç şüphe yoktur ki sağ çıkacakları –ki buna da şüphe yoktur– felaketin ardından muratlarına ereceklerdir.

Gökçer Tahincioğlu’nun, ilk romanı Mühür’de büyük ölçüde gerçeğe dayanarak kurguladığı tarikat da böyle bir felaket ümidine dayanır. Romanda, şeyh, müritlerine, sürekli olarak yaklaşan büyük bir tufandan bahseder, ancak “tufanın nasılını, zamanını, hangi karanlıkları yeryüzüne taşıyacağını söylemez”[7]. Ne zaman ve nasıl geleceği belirsiz olan tufanı idrak etmek mühimdir ve bunu çok az sayıda tarikat ehli bilebilir. Şeyhin etrafını düşmanları sarmıştır, “devletin damarlarına sızmış, kentlerin bağrına oturmuş, kafanı nereye dönsen görebileceğin bir yapıdır” bu düşman[8]. Aslına bakılırsa, düşman, şeyhin tarikatının olması gereken yerdedir. “Neyse ki helak olacakları gün uzak değildir… Bilmezler ki o büyük tufanın en büyük dalgası onları yutacaktır.”[9]

Yaklaşmakta olan tufan, tam da Sontag’ın vurguladığı gibi, bekleyen müritleri insanlıktan çıkaracak kadar şiddetlidir. “Dünyayı yerinden kopartacak tufanı” bekleyenler, bir avuç yağmur suyunda boğarlar sadece nefes almaya çalışanları… Felaket ihtimaline tutunanların elinden gelen tek şey, felakete sürüklemektir.

Ne felakete ihtiyacımız var ne de ihtimaline… Başka bir dünyaya giden yol, şimdikinin yıkıntıları arasından değil, bugünden yarına sebatla uzanacak sağlam köprülerden geçecektir.  


[1] "Zizek: Koronavirüsü, Kapitalizme ‘Kill Bill-vari’ Bir Darbedir, Komünizmin Yeniden İcat Edilmesine Yol Açabilir”, Terrabayt, 28 Şubat 2020

[2] George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, çev. Celal Üster, Can Yayınları, 2013, s. 106.

[3] Orwell, a.g.e., s. 327.

[4] Susan Sontag, Metafor Olarak Hastalık-AIDS ve Metaforları, çev. Osman Akınhay, Can Yayınları, 2015, s. 184.

[5] Sontag, a.g.e., s. 189.

[6] Sontag, a.g.e., s. 186.

[7] Gökçer Tahincioğlu, Mühür, İletişim Yayınları, 2018, s. 13.

[8] Tahincioğlu, a.g.e., s. 82.

[9] Tahincioğlu, a.g.e., s. 82-83.

 

GİRİŞ RESMİ:


Çin Halk Cumhuriyeti, Bozhou. Şubat 2020. Koronavirüs salgınına spreyle dezenfektan sıkarak karşı durmaya çalışan işçiler.