1940’lı yıllarda Yedikule’de deri işçileri: “Mikrop bile yaşayamıyor…”

“Bir deri fabrikasında amele hayatını görmek üzere gönderdiğimiz muharririn gördükleri: Yerde iki üç mezar, etrafında korkunç müteaffin bir koku; leş, ölü hamam otu, lağım, yün, barsak kokusu. Önümüzde sarı, sarı yüzlü bir adam..." Sözü edilen muharrir, Sait Faik'tir.

Koronavirüs salgınının dünyada ve ülkemizde giderek arttığı, can kayıplarının çoğaldığı bugünlerde salgına karşı alınacak tedbirlerin ne denli önemli olduğu ortada. Sendikalaşma oranının da yüzde 13,84 olduğu günümüzde iş ve ücret kaybı, işsizlik, çalışma saatlerinin uzatılması gibi birçok sorunla boğuşan emekçiler bu süreçte salgına yakalanmamak için uğraşmakta. Bunun için toplum olarak uymamız gereken önlemlerin yanı sıra işyerlerinin hijyen şartlarına uygun olması şart. Bütün dünyanın sağlıklı kalmak için uğraş verdiği bugünlerde çalışma hayatımızın saptanan kurallara göre düzenlenmesi, işyerlerinin sağlık şartlarına uygunluğu daha da önem kazanmakta…

Edebiyatımızın iki büyük ismi Aziz Nesin ve Sait Faik’in farklı dergilere yazdıkları yazılarında geçen bir olaydan söz edeceğiz. İkisi de Zeytinburnu, Kazlıçeşme’de deri fabrikalarında çalışan işçilerin günlük hayatlarını görmek üzere gittikleri fabrika ziyaretini unutamaz ve kaleme alırlar…

Sait Faik, Aziz Nesin

Önce Aziz Nesin’in yazısı… Aziz Nesin, 19 Mart 1963 tarihli Sosyal Adalet dergisi için kaleme aldığı “Mutlu Dönemeç” başlıklı yazısında ülkemizde sendikal hareketin henüz başladığı 1945 yılını ve 1960’larda aydınların “toplumsal birikimi” görmezden gelerek karamsarlığa kapıldığını ancak emek hareketin yükseldiğini anlatır. Nesin, gelişen ve büyüyen sendikal mücadelenin kazanımlarına örnek olarak 1945’de Sait Faik ile ziyaret ettikleri Kazlıçeşme’de bir deri fabrikasında yaşadıkları bir olayı verir:

“Yıl 1945… ‘Sendika’ sözü daha yeni yeni duyuluyor. İşçilerin sendika kurmalarını, örgütlenmelerini istiyen, yazan aydınlar kavuşturuluyor, yargılanıyor. İngiltere’de yapılacak uluslararası bir sendikacılık toplantısına Türkiye’den de sendikacı istiyorlar. ‘Bizde sendikacı yok!’ denilse yüz karası. Kendilerince güvenli saydıkları birkaç kişiyi bulup buluşturmuşlar. Onların basın toplantısına gitmiştim. ‘Sendika’ diyemiyor ‘sanduka’ diyorlardı. (Sanduka, tabutun üstüne örtülen taştan ya da tahtadan yapılmış kapaktır) İngiltere’ye gönderilecek olanlar,

– Türk işçisi sandukaya girecektir. Hükümetimiz, işçilerimizin sandukaya girmesini istiyor… diyorlardı.

Bundan ne çıkar, demeyiniz. Demokrasiye ‘demir kır at’ denilmesi de önemliydi.

Aradan geçen on dokuz yıldır, on dokuz yılda sandukadan sendikaya geldik.  

Sait Faik’le 1945 yılında fabrikalarda röportaj yapıyorduk. Yedikule’de bir deri fabrikasına gitmiştik. İşçiler, yarı bellerine dek bir pisliğin içine gömülmüşler, günde on, on iki saat o pislik içinde çalışıyorlar.

Kokudan boğulur gibi kaçtık, kendimizi patronun odasına attık. Sait sordu:

– Beyefendi, bu pislik içinde nasıl çalışıyorlar, hastalanır işçiler.

– Birinci Dünya Harbinde İstanbul tifodan, vebadan kırıldı, bizim fabrikada hiç hastalık çıkmadı. Mikrop yaşamaz ki onların çalıştığı yerde…

Dönüşte Sait ‘Mikrop bile yaşayamıyor…’ diye söylenip durmuştu. Aradan geçen topu toplamı yirmi yıldır; sayıları yüz binleri aşan işçiler yasal yollardan haklarını elde etmek için gösteri yürüyüşüne çıkıyorlar, bu mutlu bir birikimdir.

Ara Güler’in objektifinden Kazlıçeşme deri işçileri, 1970 / İstanbul’da Alınteri, İTO-Kırmızı Yayınları, 2011.

Sait Faik Abasıyanık, ne yazık ki Aziz Nesin’in sözünü ettiği “mutlu birikimi” göremeden, 11 Mayıs 1954’de aramızdan ayrıldı Aziz Nesin ise Sait Faik’in aksine, vefat ettiği 1995 yılına dek emek hareketinin önüne çıkan engellere, hak ihlallerine, grevlere, lokavtlara ve her defasında sendikal hareketin kendi küllerinden doğuşuna tanık oldu. Yedikule, Kazlıçeşme işçilerini anlattığı yazıdan yıllarca sonra bile işçilerin benzer koşullarda çalışmaya mahkûm olduklarını gördü.  

Aziz Nesin’in sözünü ettiği, Sait Faik’in patronun pişkinliği karşısında “Mikrop bile yaşayamıyor…” diyerek şaşkınlığını ifade ettiği ziyareti gelin, Sait Faik’in kendi kaleminden okuyalım. Sait Faik’in, 2 Aralık 1945 tarihli Yeni Dünya gazetesinde “Sur Dışında İnsanoğlu” başlığı ile yayınlanan yazısı “Bir deri fabrikasında amele hayatını görmek üzere gönderdiğimiz muharririn gördükleri” üst notu ile başlar:

Yerde iki üç mezar, etrafında korkunç müteaffin [kokuşmuş] bir koku; leş, ölü hamam otu, lağım, yün, barsak kokusu. Önümüzde sarı, sarı yüzlü bir adam.

– Kaç saat çalışırsın hemşerim?

– Sekiz, dokuz, on, on bir…

– Fazla çalıştığın zaman mesai alır mısın?

– Hayır!                    

– Cumartesi öyleye kadar, tabîi?

– Ne münasebet! Akşama kadar. Burada cumartesi mumartesi, bayram maryam yoktur.

– Ya hasta olursan?..

– Hasta olursam yatar kalırım. Umursayan olmaz bereket odam var. Şuralarda kahve peykelerinde daracık odalarda bit, pire, tahtakurusu içinde yatan binlerce adam var. Şurada Gazlıçeşme’de. Gidip bir görün. 

Okuduğunuz satırların abartılı bir anlatım olduğunu düşünmeyin. Sait Faik, belki ki gazete köşesine sığdırabilmek için yazısını kısa tutmuş. Yoksa Kazlıçeşme’nin “nefes kesen” kokusunu, 500 yılı aşkın tarihi boyunca biriken pisliğini anlatmaya sayfalar yetmez. 1990’lı yılların başına dek deri fabrikalarının, atölyelerinin faaliyette bulunduğu Kazlıçeşme’de İstanbul’un fethinden sonra 360 debbağhane (ham derinin işlendiği yer) açılmış ve bölge yüzyıllar boyunca bu sektörün, İstanbul’daki en önemli adresi olmuştur. İsmini kaz kabartmalı bir çeşmeden alan Kazlıçeşme, Zeytinburnu sahiline kadar taşan dayanılmaz bir pis koku, semtin zeminini kaplayan deri artıkları, yağlar, atölyelerin yanı başından akan insan sağlığına zararlı asitlerin, bin bir çeşit kimyasal maddenin karıştığı dereler ile bilinir. Bu arada semt iri fareleri ile de meşhur olur. 90’larda fabrikalar taşınana dek “gün doğumundan, gün batımına” kadar havasız, temiz suyu olmayan ilkel fabrikalarda, atölyelerde çalışır durur işçiler…

Sait Faik, 1940’lı yılların ortasında kaleme aldığı “Sur Dışında İnsanoğlu” yazısında işte o işçilerin gündelik yaşamlarını, yaşamak zorunda kaldıkları koşulları anlatır. Yazıdan bir bölümü noktasına, virgülüne dokunmadan aktaralım:

Oradan ayrılıp başka bir imalathaneye giriyoruz. Fabrika sahibi fabrikayı gezdiriyor. Sessiz işçiler bize bakıp işlerine dönüyorlar. Kendilerine bir şey sormağa, konuşmağa imkân yok. Bu imkân olsa bile hiç on saat çalışıyorsa sekiz saat demez olur mu insan, fabrika müdürünün yanında? (…)

Patronun amcası oğlu kısa boylu, babayani şekilde şık giyinmiş genç kollarımdan yakaladı. Beni başka taraflara sürükledi.

Soruyorum:

– Bir eczaneniz var mı burada?

– Tabiî!

– Öğle yemeği veriyorsunuz. Akşam bir şey vermeği düşünüyor musunuz?

– Tabiî!

– Hasta olunca işçiye yardım eder misiniz?

– Tabiiiî!

– Ne kadar zaman yardım edersiniz?

– Biz kanunî hadden çok ileriye bile geçeriz. Ben iki sene adamlarımdan verem olmuş birine baktım.

– Sonra iyileşti mi?

Tabiiiî, diyecek sandım demedi.

– Hayır öldü, dedi.

– Çok hastalık var mıdır işçi arasında?

Tabiî demiyeceğini biliyordum. Amma bunu söyliyeceği hiç aklıma gelmezdi:

– Efendim, burada hastalık olmaz. Bu kireç, palamut, çam kabuğu, tanen, heropor, sama, alkol, asit sülfürik mikrobu mikrop tutmaz. Kat’iyen burada hastalık olmaz. Büyük kolerada İstanbul’da kıran olmuş, burada kimsenin burnu kanamamış. (…) 

Mikroba karşı mikropla mücadele eden Pastör gibi bir adam hüviyeti almağa başlayan fabrika sahibi, artık ne sorsam ‘Tabiiî’ diyordu. 

Bu satırların yazılmasının üstünden tam 75 yıl geçti… Artık Kazlıçeşme’de deri fabrikaları, atölyeleri yok. 1993 yılından itibaren yıkılmaya başlayan fabrikalar, Tuzla ve Çorlu’daki sanayi bölgelerine taşındı. Fabrikalar yıkılınca, tarihi yapılar ortaya çıktı. Sonra… İstanbul’un siluetini bozan gökdelenler birer ikişer yükselmeye başladı. Böylece Kazlıçeşme deri fabrikaları sanki 500 yılı aşkın bir süredir burada değilmiş gibi yok oldu. Değişmeyen şey ise işçilerin hasta olmamak, ölmemek ve insanca yaşam için sürekli vermek zorunda olduğu mücadele.

 

GİRİŞ RESMİ:

1940'lı yıllarda Kazlıçeşme'de deri fabrikaları.

 

 

OKUR MEKTUBU (15 EKİM 2020)

 

Merhaba Feza Bey,

Tabakhanelere ilişkin makalenizi ilgiyle okudum. Yazlarımızı geçirdiğimiz Yeşilköy’den şehre gidip gelirken hep Kazlıçeşme’den geçip o korkunç kokudan şikâyet eder dururdum. Sonra babam bir şey anlattı, bir daha şikâyet etmedim.

Dedem Çek’ti, Bata adlı tanınmış ayakkabı fabrikasında deri uzmanı olarak çalışırmış savaştan önce. Çok eğitimli, kültürlü bir insandı, tanıdım küçüklüğümde. Türkiye’den satın alınan derileri tetkik etmek için 1938’de İstanbul’a yollanmış. Türkiye’de işler uzadıkça uzamış, Prag’a mektup yazıp babaanneme “oğlumuzu al, buraya gel, özledim” demiş. Böylece Almanlar Çekoslovakya’yı istila ettiğinde aile tesadüfen İstanbul’daymış. Geçici bir sıkıntı sanmışlar durumu, ama savaş uzamış, ailenin geçinmesi için dedemin İstanbul’da bir iş bulması gerekmiş. Tabii Türkçe bilmiyormuş, ne yapsın, deri konusundaki bilgisine dayanarak Kazlıçeşme’de bir fabrikada ustabaşı olmuş. O halleriyle 1942’de korkunç bir varlık vergisi borcu gelmiş, aile perişan olmuş, falan filân. Söylemek istediğim şu: Dedem Kazlıçeşme’deki tabakhane kokusu için “ekmek kokuyor” dermiş. Aslında “hayat kokuyor” da diyebilirmiş, çünki ailenin geri kalanı Almanlar tarafından imha edilmiş, onlar İstanbul’da olduklarından kurtulmuşlar.

Benim de algım değişti bunları öğrendikten sonra. Ne de güzel kokarmış Kazlıçeşme. Fabrikalar kapatılıp Tuzla’ya taşındığında içim sızladı birazcık.

Selamlar, saygılar,

İrvin Cemil Schick