12 Eylül neo-liberal politikaların uygulanması için mi yapıldı?

"11 Eylül’de Türkiye’de sadece siyaset değil, ekonomi de tıkanmış durumdaydı. Aslında siyasette olduğu gibi ekonomideki tıkanıklık da çok daha eskiye gidiyordu. Ekonomik düzenden ne sermaye kesimi ne de çalışan kesimler memnun değildi. Sistem arzulanan refah artışını sağlayamıyordu."

12 Eylül 2020 21:37

12 Eylül neo-liberal politikaların uygulanması için mi yapıldı? Tabii ki hayır… Çünkü sosyal bilimlerde iki değişken arasında hiçbir zaman tam açıklayıcı bir ilişki yok. Ama 12 Eylül olmasa neo-liberal politikaların uygulanma alanı çok zayıf olurdu. Bu yazı 12 Eylül’ün getirdiği siyasi model ve 24 Ocak kararları ile başlayan ekonomik modelin niye ve nasıl aynı tarihsel sürecin parçası olduğu üzerine…

Darbenin Türkiye’nin küresel sermayenin emrine geçmesi için yapılmış olduğunu ileri süren militan değerlendirmeler var. Ama bunlar toplumsal gelişimi anlama çabasına katkıda bulunmuyor.

Bugün de aynen 1970’lerde olduğu gibi hem ekonomide hem siyasette yoğun tartışmalar yaşanıyor. Bugünü tartışırken ve gelecek üzerine kafa yorarken Türkiye’nin iktisat tarihini bilmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu konuda yazılmış ve birbirlerini farklı yönlerden tamamlayan birçok önemli çalışma var. Bunlar arasında tek bir kitap okumakla yetinilecekse, bence tercih Şevket Pamuk’un Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi olmalı. Şevket Pamuk bu çalışmasında Türkiye ekonomisine hem tarihsel süreç içinde hem de dünya ekonomisindeki yeri itibariyle bakıyor. Ancak birikim sürecinin en detaylı analizi sanırım Çağlar Keyder’in Türkiye’de Devlet ve Sınıflar adlı kitabında. Oktay Yenal’ın Cumhuriyet’in İktisat Tarihi çalışması ise nispeten kısa bir hacimde ekonomik gelişmeleri siyasi arka planıyla ele alıyor. Mustafa Sönmez’in kitabı Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları ise işçi ve işveren kesimlerinin konumlanışına odaklanıyor. Korkut Boratav’ın Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2009 isimli kitabı ise özellikle bölüşüm ilişkilerine verdiği önem ile siyasi gelişmelerin ekonomik sonuçlarını gözler önüne seriyor.

Burada seçtiğim kitapların ortak özelliği ekonominin seyrini sadece ekonomik verilere bakarak çözümlemeye çalışmamaları. Ekonomik ve siyasi gelişmeler hep birlikte hareket eder. Bu nedenle hem ekonomi hem de siyaset ancak birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileşim dikkate alındığı zaman anlaşılabilir ve yorumlanabilir. 1980 darbesine de bence böyle yaklaşmak gerekir.

11 Eylül’de Türkiye’de sadece siyaset değil, ekonomi de tıkanmış durumdaydı. Aslında siyasette olduğu gibi ekonomideki tıkanıklık da çok daha eskiye gidiyordu. Ekonomik düzenden ne sermaye kesimi ne de çalışan kesimler memnun değildi. Sistem arzulanan refah artışını sağlayamıyordu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye Batı ittifakı içinde yer almış, bu ittifakın örgütlerine üye olmuş ve ABD’nin yardımlarından yararlanmıştı. Benimsenen kapitalist kalkınma modelinde amaç yurtiçinde üretim kapasitesinin geliştirilmesi idi. Planlı kalkınma, karma ekonomi veya ithal ikameci sanayileşme modeli olarak bilinen bu kalkınma modelinde devletin ekonomide ayrıcalıklı bir rolü vardı. Modelin mantığı devlet bütçesinin açık vermesini gerektiriyordu. Devlet, kaynak dağılımını yönlendirmenin yanı sıra üretici olarak da ekonominin temel aktörüydü. Bu fonksiyon devleti hem üretim hem de bölüşüm ilişkilerinde belirleyici bir aktör haline getirmişti. Devlet hammaddeleri pahalıya alarak yerli sanayiciye ve çiftçiye destek oluyor, işlediği bu hammaddeleri girdi olarak sanayiciye, tüketim malı olarak da halka ucuza satıyor, böylece yine hem sanayiciye hem de işçiye, köylüye, esnafa destek oluyordu. Devlet bankaları özel sektöre ucuz kredi kullandırıyor, sanayiciye yatırım yeri tahsisleri, vergi avantajları, ithal girdi ve yatırım malı için düşük kur gibi çeşitli avantajlar sağlıyordu.

1960 darbesinden hemen sonra kurulan ve başına da bir emekli albayın atandığı Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) devletin kaynak tahsisinde kilit kurumdu. Ekonomik, toplumsal ve kültürel kalkınmanın planlanması amacıyla görevlendirilmiş olan DPT, kısa sürede belli sermaye gruplarına kaynak aktarılmasının sofistike bir aracı haline dönüştü.

İzlenen politikalar yurtiçinde üretim kapasitesini gerçekten artırdı. Çok sayıda sanayi yatırımı yapıldı. Devletin öncülüğündeki altyapı ve ağır sanayi yatırımlarının yanında özel sektör de dayanıklı tüketim malları ve otomotiv gibi bir dizi yeni alanda yatırım yaptı. Ama bu yatırımların esas hedefi ihracat değil, yüksek gümrük duvarlarıyla korunan yurtiçi piyasalar olduğu için ölçek ekonomilerinden yararlanmayan, verimsiz, dolayısıyla üretimin pahalı yapılabildiği ama kâr oranının yüksek olduğu fabrikalar çıktı ortaya. Bu fabrikalar kuruluş mantığının bir sonucu olarak hiçbir zaman ihracatta rekabet avantajı sağlayamadı. İthal ikamesi tüketim mallarından öteye gidemedi. Montaj sanayi olarak adlandırılan fabrikalar üretim için gereken yatırım mallarını ve aramalları ithal etmeye devam ettiler. Böylece ihracat yapılamadığı gibi, ithalat faturası da bir türlü düşmedi ve sürekli dış ticaret açığı verildi.

1980 öncesi ekonomisinin kaderinde hem dış ticaret açığı hem de kamu açığı vermek vardı. Değişen iktidarlara rağmen bu iki açık hep devam etti. Yani sorunun nedeni siyasetçilerin niteliği, becerisi değildi. Benimsenen modelin mantığı açık verilmesini gerektiriyordu.

Başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de ithal ikameci bu model 1970’lerden itibaren doğal sınırına ulaştı. İçerideki sorunların üzerine tüm dünyayı etkileyen petrol krizleri ve finansman sıkıntıları eklendi.

Kamu açıkları para basarak finanse ediliyordu. Bu da enflasyona yol açıyordu. Enflasyon ve devlet tarafından belirlenen sabit döviz kuru, TL’nin ülke içinde değer kaybederken döviz karşısında değer kazanması anlamına gelir. Bu durum ithalatı artırdıkça artırıyor, ihracatı ise köstekliyordu. İhracat yapılamazken devlet denetimindeki döviz kaynaklarına erişebilen seçilmiş sermaye grupları tarafından yapılan ithalat hızlanıyor, dış açık genişliyordu.

Dış açığın finansmanı ise önceleri Amerikan yardımı, sonradan işçi dövizleri ile sağlanıyorken, ‘70’li yılların ikinci yarısında kısa vadeli, yüksek maliyetli dış borçlanmaya gitmek zorunda kalınmıştı. 1973’te 3,3 milyar dolar olan dış borçlar 1977’de 11,3 milyar dolara ulaşmıştı (Yenal, 2010: 124). Üretim yapısı tamamen ithalata bağımlı olduğu için döviz darboğazı üretimin durmasına yol açıyordu. Yoklukların sonucu uzun kuyruklar ve karaborsa idi. Herkesi en çok etkileyen ise benzin yokluğuydu. Sonunda IMF’nin kapısına gitmekten başka çıkış kalmıyordu.

Şevket Pamuk Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi  başlıklı kitabında bu dönemde ekonomide günü kurtarmaya dönük hamleler ve borçlanma ile sorunların ötelenmesinin ağırlık kazandığını anlatır.

IMF anlaşmalarının içeriği belliydi: kamu harcamalarının kısılması, memur ve emekli ücret artışlarına kısıtlama, kamu ürünlerine zam, faiz oranlarında artış, TL’nin değerinin devalüe edilmesi… Böylece biraz zaman kazanılmış oluyor, ama model aynen yürürlükte olduğu için aynı oyun tekrar sahneye konuyor, oyun aynı olunca sonu da değişmiyor, bir süre sonra yeni bir tıkanmanın yaşanması kaçınılmaz oluyordu.

Ekonomik model artık kimseyi tatmin etmez hale gelmişti.

İşçi ve memur ücretlerine yapılan yüksek zamlar bir süre sonra enflasyon karşısında eriyordu. Hayat pahalılığı her sene biraz daha artıyordu. Enflasyon daha yüksek zam taleplerine yol açıyor, güçlü sendikalaşma sayesinde grevler yaygınlaşıyor, üretim kesintiye uğruyordu.

Patronlar da durumdan memnun değildi. Güçlü sendikal hareket kârlarını olumsuz etkiliyordu. Grevler üretim kesintisine yol açıyordu. Patronlar üretim için gerekenleri ithal edemiyor, yüksek enflasyon ile kur ve faiz riskleri karşısında üretim planlaması yapamıyordu. İhracat şansları ise hiç yoktu. Kârlılıkları azalıyor, kârlılıkları azaldıkça işçi sınıfının örgütlü kesimine eskisi gibi yüksek ücret ödeyemez hale geliyorlardı. Sanayiye dayalı sermaye birikimi tıkanmıştı. Durumdan tek hoşnut olanlar karaborsa vurguncuları idi.

‘70’li yılların sonlarına doğru ekonomideki sıkışma ile siyasetteki sıkışma üst üste gelmişti. Ekonomideki sıkışmaya siyaset cevap üretebilirse sorun hallolur ve çarklar yeniden dönmeye başlar. Ama siyaset de sıkışmışsa, o zaman ekonomideki soruna çözüm üretemez ve ekonomik kriz ile siyasi krizin birbirini besleyip derinleştirdiği bir ortama girilir. ‘70’lerde de Türkiye’de durum buydu.

Model hiç kimse için cazip değildi ama siyaset alternatif üretemiyordu. Üretilecek çözüm için üç alternatif vardı: Özel sektörün ortadan kaldırıldığı sosyalist model, kamunun ekonomi içindeki rolünün daha da güçlendiği içe kapanmacı, korporatist model, kamunun iyice daraltılıp sınırlandırılmış bir düzenleyicilik işlevi dışında tamamen sahneden çıktığı, özel sektörün baş aktör olduğu liberal model. Ancak meclisteki partilerde ağır basan eğilim bunların hiçbiri değildi.

Bu üç alternatiften birincisine sadece küçük sol partiler ve sokaktaki sol hareketler sahip çıkıyordu. Ancak dönemin iki kutuplu dünyasında Sovyet modelinin yerleşik düzenin temsilcilerinin içine saldığı korku öyle güçlüydü ki, sosyalist alternatife orantısız bir şiddetle karşı çıkılıyor, düzenin muhafazası her şeyden önemli görülüyordu. Bu o kadar kuvvetli bir korkuydu ki, diğer alternatiflerin de ortaya çıkmasını boğmuştu.

Bu üç alternatiften ikincisinin herhangi bir siyasi karşılığı yoktu. Milliyetçi MHP’nin bile söyleminde ekonomik milliyetçiliğe yer yoktu. Belki ekonomik milliyetçiliğe en çok yaklaşan Millî Görüş geleneği idi.

Üçüncü alternatifin sahibi ise esas olarak patronlar kesimi idi.

Meclisin iki büyük partisi AP ve CHP bu üç alternatife de mesafeliydi. Esas olarak mevcut düzenin devamından yanaydılar. Partilerin üretebildiği tek çözüm daha fazla kamu harcaması ve bunların para basarak finansmanı idi. Kısa süre içinde halk bunun bir çözüm olmadığını anlamıştı. Mevcut tıkanıklığı aşmaya yarayacak bir çözümü gündeme getiren güçlü bir siyasi partinin yokluğunda oylar her seçimde kayıyordu. Sorunu çözme kapasitesine sahip olmayan, zayıf koalisyonlar, durumu bir sonraki seçimlere kadar idare etmeye uğraşmakla yetiniyordu.

Siyasetin çözüm üretme kapasitesinin olmadığı bu koşullarda ekonomik durum gittikçe kötüleşiyordu. Büyüme giderek düşüyor, enflasyon giderek tırmanıyor, dış ticaret açığı giderek bozuluyor, bütçe açığı giderek artıyordu. 1970’ten sonra 1978 ve 1979’da IMF ile iki ayrı stand-by anlaşması daha yapılmıştı. Eski modelde ısrar edildikçe çıkış yolu bulunamıyordu.

Aynı dönemde dünyada da benzeri bir tıkanma yaşanıyordu. Dünyada bu tıkanmaya cevap liberalizm ile bulundu. Türkiye de kısa süre içinde aynı yola girdi.

Liberal modelin adı şimdi neo-liberalizm olmuştu. Aslında bildiğimiz liberalizmdi. Ama liberalizm Batıda zaman içinde kapitalist sınıf eliyle piyasa için üretimin gelişmesiyle olgunlaşmıştı. 1970’lerden sonra ikinci kez gündeme geldiğinde birçok piyasa kamunun elindeydi. Dolayısıyla liberalizmin hayata geçebilmesi için kamu kontrolündeki bu piyasalarda devlet yerini özel şirketlere bırakmalıydı. Bu nedenle her şeyden önce bütün piyasaların serbestleştirmesi ve kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gerekiyordu. Piyasaların serbestleştirilmesi sadece yurtiçi piyasaları değil, dış ticareti ve finans piyasalarını da kapsıyordu. Kamunun denetimi her alanda asgari düzeye inmeliydi.

Türkiye de 24 Ocak 1980 kararlarıyla bu yeni anlayışa angaje olmuştu. Demirel’in başbakanlığı sırasında alınan bu kararlar daha önceki istikrar tedbirlerinden farklı olarak ithalatı serbestleştiren ve ihracatı teşvik eden önlemleri de içeriyordu. Dönemin başbakanlık müsteşarı Turgut Özal’ın mimarı olduğu bu paket ithal ikameci sanayileşme modelinin terk edilip neo-liberalizmin benimsenmesi anlamına geliyordu.

Ancak neo-liberal modelin hayata geçirilebilmesi için bölüşüm mekanizmaları emeğiyle geçinenlerin aleyhine dönüşmeliydi. İhracat yapılabilmesi için üretim maliyetinin düşürülmesi, bunun için de her şeyden önce emeğin fiyatının ucuzlatılması ve sendikal hakların sınırlandırılması gerekiyordu. Devletin dar gelirli kesimlere kaynak aktarımı sınırlanacak, sermaye kesimine kaynak aktarımı ise hızlanacaktı. Türkiye’deki siyasi yapı, kaynak aktarımında bu değişimin hızla ve kolayca yapılmasına olanak vermedi. 12 Eylül darbesi partileri, sendikaları, meslek örgütlerini kapatarak, siyaseti ve tüm toplumsal eylem biçimlerini yasaklayarak işçilerin, kır ve kent yoksullarının ekonomik taleplerini gündeme getirmelerinin yollarını tıkadı. Böylece neo-liberal politikaların siyaseten izlenmesinin önü açılmış oldu. Ancak yine de geçiş uzun sürdü. 1987’de siyasi yasakların kalkmasından sonra neo-liberal politikaların yerleşmesi için yapılması gereken reformlar halkın satın alma gücünü zayıflatacağı için siyaseten riskli bulunarak rafa kaldırıldı.

Temelleri 1980’de atılmış olan piyasa ekonomisi modeli hâlâ yürürlükte. Ancak bu kez de neo-liberal model tekliyor. 2008 krizinde bu teklemenin ekonomik boyutu açığa çıktı. 2008’den bu yana ekonominin performansı 2002-2007 dönemini aratıyor. Korona salgını durumu daha da zorlaştırdı. Ekonomideki sıkışmışlık piyasa ekonomisi mantığı içinde çözülemiyor. Bu nedenle saf neo-liberal modelden giderek uzaklaşılıyor. Kriz kehanetleri bir süredir haber değerini yitirdi. Artık ilginç olan kriz kehaneti yapmak değil, yapmamak. Burada 1970’lerin tecrübesini hatırlamakta fayda var: eğer siyaseten çözüm üretilebiliyorsa, ekonomik sorunlar aşılabilir. Esas krizler siyasetin de tıkandığı durumlarda ortaya çıkar. Türkiye’nin iktisadi tarihi bunun zengin örneklerini sunar.

Ne tarih bilgisi ne de teorik bilgi krizleri öngörmek için yeterli olmaz. Krizleri tahmin etmek neredeyse imkânsız gibidir. Ekonomik krizi var eden koşullar yıllar içinde yavaş yavaş mayalanır ve çoğu kez ekonomi dışında bir olayla tetiklenir. Türkiye’de 2001 krizinde olduğu gibi.

1995 Meksika krizi için ünlü iktisatçı Dornbush’un krizin gelişmesinin neredeyse sonsuz denebilecek kadar uzun sürdüğü ve sonra ansızın bir gecede olup bittiği tespitini hiç akıldan çıkartmamak gerektiğini düşünüyorum.

1980’deki tıkanmanın tohumları en az 30 yıl önce atılmıştı. Ama son darbe bir eylül günü, sabaha karşı geldi.