Zamanının önünde ve zamansız

"Proust’la ilk defa bir iç ses herhangi bir edebi eseri radikal bir mutlaklıkla sarıp sarmalıyor. Anlatıcının iç sesinin bu derece yoğunlaştığını 19. yüzyılda Baudelaire ve Rimbaud gibi şairlerin bazı dizelerinde görebiliyoruz ancak. Proust’ta iç ses öylesine baskın ki, anlatıcının yaşını bile asla kesin olarak öğrenemiyoruz."

19 Kasım 2022 01:31

Yalnızca kitap kurtlarının kendi aralarında geliştirdikleri lügatten duyduğum bir deyim midir bilemiyorum, ancak bir kitapla “doğru zamanda” tanışmaktan bahsedilir sık sık. Hani bir kitabı ilk okuyuşunuzda beğenmediyseniz, belki bu kitaba onu takdir edecek bir dönemde denk gelmemişsinizdir denir. Kayıp Zamanın İzinde de benim için öyle bir deneyimdi. İlk kitabı Swann’ın Yolu’nu keyifle okuduğumu anımsamıyorum. Hem zorlanmıştım hem de anlatılan o küçük burjuva hayatı ve soyluluk aşkları tasvirine dikkatimi verememiştim. Ancak daha sonraki kitaplarını okudukça ve zamanın geçmesinin insanlarda bıraktığı izlere dair anlayışım geliştikçe Marcel Proust’un eserini ve gayesini daha iyi kavramaya başladım. Ve de daha çok sevmeye…

Kayıp Zamanın İzinde’nin edebiyat tarihinde apayrı bir konumu olduğunu düşünüyorum. Bu romanı nev-i şahsına münhasır kılan yalnızca iç içe girmiş ve yazarın net geçişlerle birbirlerinden ayırmaktan imtina ettiği yedi ayrı kitaptan oluşması değil. Kayıp Zamanın İzinde bir ömrün romanı. Otobiyografik öğeler içermesinden öte, –ki serinin son kitabı Yeniden Bulunan Zaman’ın Fransızca baskısının önsözünde Pierre-Louis Rey ve Brian G. Rogers, Proust’un daha önce üçüncü şahıs kullanarak kaleme aldığı ve tamamlayamadığı (ve Fransa’da ölümünden onlarca yıl sonra yayınlanan) Jean Senteuil romanının çok daha fazla otobiyografik özelliklere sahip olduğunu vurgularlar– hayatının son 15 senesini Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmaya adamasından ve adeta ölümle yarışarak tamamlamasından dolayı. Edebiyat tarihinde yazılması daha da uzun süren romanlar da var; başyapıtı Geniş, Geniş Bir Deniz’in üzerinde Jean Rhys’in 20 yıl çalıştığı söylenir mesela. Ancak Proust, ilk romanını tasarlamaya başladığı 1906-1907 yıllarından 1923’e kadar hayatını tek bir romanı yazmaya vakfeder. Hatta romanın sonunu 1908’de belirlemiş ve ilk taslaklarını yazmıştır bile. 1909-1922 yıllarını ise sonsuz eklemeler, çıkarmalar, değişiklikler ve düzeltmeler yaparak geçirir. Bu yüzden, Kayıp Zamanın İzinde’yi bir bütün olarak okumak ve görmek çok daha anlamlı. Diğer yandan roman, Proust’un zamanla değişen ruh halinden, bakış açılarından, deneyimlerinden de etkilenerek şekilden şekle girer. Yani zaman üzerine zamanla düşünen ve zamanın yoğurduğu, ayrıca Proust’un kırılgan olan sağlığı iyice kötüleştiğinde ölmeden bitirmek için zamanla yarıştığı bir eser bu.


Swann'ların Tarafı'nın ilk baskısı için Proust'un elle yaptığı düzelti ve revizyonlar.

Çoğunlukla geçen ya da akan zamanın romanı olarak sunulur Kayıp Zamanın İzinde. Ancak aynı zamanda duran, donan zamanın romanı olduğu kanaatindeyim. Bazı yıllar tek bir âna sığar, bazı anlar yüzlerce sayfaya yayılır. Proust, kendiyle özdeşleşmiş uzun cümleleri vasıtasıyla duygular ve düşünceler üzerine öylesine titiz tasvirler yapar ki, yaşanan bir anda hissedileni geçmişte ve gelecekte hissedilenden ayrı kılan nüansları yakalamaya çalışır adeta. Sayfalar geçtikçe, anlatıcının kendisi her yeni deneyiminden sonra değiştikçe kazıya kazıya su yüzüne çıkardığı bütün bu ince nüanslar birbirlerini besleyerek daha fazla anlam kazanır. Swann’ların Tarafı’nda çocukluğunun Normandiya’sında masalsı bir Fransız kasabası olarak gördüğü, duyularıyla deneyimlediği Combray altıncı kitaba geldiğimizde artık anlatıcı için hiçbir şey ifade etmez. Çocukluk aşkı Gilberte’in yeniden görüşme teklifini reddeder. Çocukken hayal gücünü besleyen ve hayranlık duyduğu insanlar hakkındaki görüşleri de farklılaşır, yeni anlamlara bürünür – mesela platonik bir aşk beslediği Mme de Guermantes, asalet rol modeli olarak gördüğü Charlus ve en yakın dostu Robert de Saint-Loup. Aynı şey sanat eserleri için de geçerlidir. Hangi birimiz anlattıklarına benzer şeyler hissetmemişizdir ve yaşamamışızdır ki? Proust bu sahicilik duygusunu ustaca yerleştirdiği basit ipuçlarıyla örer eseri boyunca. Zamanın izini sürmenin başlıca yolu ise hatıralardır.

Mutlak bir iç ses

Kayıp Zamanın İzinde bazen, ilk sayfalarındaki hafıza tasvirinden kaynaklı olacak, bir “hafıza” romanına indirgenir. Proust romanında hafızayı daha çok, hatıraları besleyen bir ana temadan ziyade, çağına göre hayli yenilikçi bir edebi üslup olarak kullanır. Kayıp Zamanın İzinde hayaller ve nostalji, duygular ve kanaatler üzerinedir. Hayaller ve nostalji, duygular ve kanaatler anlatıcının anımsaması sonucu iç içe geçtiklerinde, anlatının ânı, geçmişi ve geleceği bir olur. Aynı şekilde, Proust’un sanat eserlerinin insanlarda uyandırdığı duyuların gelip geçiciliği (özellikle modalar ve zevkler bağlamında) ve sanatın bellekte bıraktığı izin sonsuzluğu arasında mekik dokuyan görüşleri de aynı hissi verir. Bütün zamanların anlatısıdır bu. Farklı zamanların birbirleriyle kesiştiği, birbirlerine karıştığı ve yan yana birlikte yaşadığı bir tablo yaratır Proust.

Bunu sağlayan ise anlatıcının öz farkındalığından başka bir şey değil. Hatıralar da bu öz farkındalığın –ve bazı yerlerde, farkında olamayıp bazı şeyleri sonradan fark edişinin– bir parçasıdır. Hatıralar Proust’u büyüler. Bir anda insanı nasıl çarptıkları, nasıl usulca yittikleri, nasıl değişime uğradıkları, çarpıtıldıkları, acı verdikleri, avuttukları… Bazen hiç beklenmedik yerde belirivermeleri, bazen de çağırıldıklarında dönüşerek gelmeleri. Bütün bunlar kişinin kendisinin de zamanla nasıl değiştiğini gösteren, belirgin kılan, hatta ispatlayan izlerdir. Geçmiş sizinle hatıralarla konuşur, gelecek ise henüz yaşanacakların hatıralarıdır. Her ikisi de anla biçimlenir.

Proust'un Jacques-Émile Blanche tarafından yapılmış portresi. 1891 

Filistinli şair Mahmut Derviş, Unutuşun Hafızası adlı anlatısında hatırlanma ihtiyacını hayatın başlıca işlevlerinden biri olarak tarif eder. Lübnan işgalini odağına alan anlatıda hafızanın rolü politiktir de. Çünkü en nihayetinde hafızayı olaylara tanık olanlar değil, işgalcilerin de dahil olduğu tarih inşası belirler. “Bu kozmik tecridin üstesinden gelebilmek için içimizde var olan güce benden tanıklık etmemi isteyecek, benim de ondan isteyeceğim, bunun için sırtımı ona dayayabileceğim ve onun da sırtını bana dayayabileceği bir dil istiyorum” diye serzenişte bulunur Derviş. Proust’un gayesini açıkladığı satırlarda da benzer bir eda yok mudur:

“Ayrıca, zamanda giderek daha fazla bir yer işgal ediyor oluşumuzu herkes hisseder; bu evrensellik beni yalnızca tatmin edebilir, çünkü aydınlatmaya çalışmam gereken şey hakikattir, her birimizin sezinlediği hakikat.”

Hayatı duyularla hissetmek ve daha sonra bu hislerin hafızasında yaşanan dalgalanmalar, değişkenlikler, kayboluşlar, arzunun, yasın geçirdiği evrim bu hakikate, hayatın özüne ulaşmanın olmazsa olmaz yolu Proust’un yapıtında.

Ayrıca Proust’la ilk defa bir iç ses herhangi bir edebi eseri radikal bir mutlaklıkla sarıp sarmalıyor. Anlatıcının iç sesinin bu derece yoğunlaştığını 19. yüzyılda Baudelaire ve Rimbaud gibi şairlerin bazı dizelerinde görebiliyoruz ancak. Proust’ta iç ses öylesine baskın ki, anlatıcının yaşını bile asla kesin olarak öğrenemiyoruz. Eserden esere yaşlandıkça anlatıcının duyguları ve üslubu değişiyor, ancak buna rağmen Proust yılların sayısını söylemekten sadece küçük ipuçları vererek kaçınabiliyor. Küçük bir çocuğun büyülenmeleri ve hayalleri ile açılıyor perde. Ardından hayatı yeni keşfeden ergenlik çağındaki genç bir erkeğin gözünden hayranlık duyduğu soyluların hayatını aktarıyor, kimlere ne tür arzular duyduğunu kavramaya çalışıyor. Ansızın anlatıcı hep imrendiği çevrelere alışıyor ve bu sefer insanların olumsuz yönlerini de görmeye başlıyor. Yeniden Bulunan Zaman’ın sonunda ise artık ölümü dert eden bir yetişkin olan anlatıcı –tıpkı Proust gibi– eserini yazmaya koyulurken bir anda Combray’de halasının evinin zil sesini hatırladığında tekrar başa dönüyoruz.

Kayıp Zamanın İzinde’de “Sodom ve Gomorre” anlatısına da bir parantez açmak gerekiyor, yani eşcinselliğe. Kuir edebiyatının tanımlanmasından neredeyse bir asır önce ilk defa Proust yan karakterlerinin büyük bölümünü eşcinsellerden oluşturur (ki birçok tanıklığa dayalı olarak bugünkü baskın görüş Proust’un da eşcinsel yahut biseksüel olduğuna dairdir). Ve bu karakterleri cinsel kimliklerine indirgemeden, derinlikli bir biçimde işler – en azından çağındaki diğer örneklerle karşılaştırdığımızda. Bu anlamda, Virginia Woolf’un Orlando’su yayınlanana kadar en kalıp kırıcı birkaç eserden biri.

Öte yandan, Kayıp Zamanın İzinde eğer zamanla ilgiliyse, edebiyatın zamanından da bahsetmek gerekiyor. Otobiyografik öğeleri, denemeye meyleden bölümleri ve romanı bir araya getiren eser, günümüzde giderek yaygınlaşan hibrid anlatıların ilk örneklerinden. Günümüz edebiyatı, kurmaca, kurmaca dışı ve hatırat arasındaki sınırları kaldırarak yeni diller arayışında aslında Proust’un izinden gidiyor. Şöyle de denebilir, edebiyat Proust’un diyarlarına bir asırda gelebildi. Zaman geçti, ama aslında Proust zamanının hep önündeydi ve hâlâ eskimeyen, zamansız bir eser sundu bizlere. Bir okur olarak da ben hakkını ancak zamanla teslim edebildim.

 

GİRİŞ RESMİ:

René-Xavier Prinet, Le Balcon, 1905 (ayrıntı-kolaj)