“Bir yüzleşme arzusunun çocuğudur Armağan Gündoğdu”

Yekta Kopan: Bu roman okuruna; “Ey okur! Bu, senin de her gün yaşadığın, algıladığın, tepki verdiğin, vermediğin, düşündüğün, düşünmediğin ya da kendini bu şekilde pozisyonlandırdığın sıradan bir gün!” diyor

06 Aralık 2018 14:00

Öykücü ve romancı, deneyimli kültür sanat habercisi, sanat dünyasının önemli seslendirme sanatçılarından Yekta Kopan, yeni romanı Sıradan Bir Gün’le sevenlerinin karşısında. Kopan, bu yeni romanının merkezine çok satan kişisel gelişim kitaplarının gölge yazarı Armağan Gündoğdu’yu yerleştiriyor; onun sıradan bir günde başına gelenler ve zihninden geçenler üzerinden bir “yüzleşme” hikâyesi anlatıyor. Bu romanla birlikte okuru da, artık hayatında “sıradan” hâle gelen birçok şeyle yüzleşmeye davet ediyor. Sadece bu kadar değil, uzun yıllardır edebiyatın yanı sıra, kültür sanat haberciliğinin mutfağında yer alan Kopan’la, kültür sanat haberciliğinin bugünkü manzarasını ve kişisel gelişim kitaplarının iç yüzünü de masaya yatırdık.

 “Yeter!” diye başlayan bir romanla yeniden okurla buluştun. Sıradan Bir Gün, nasıl bir hikâye anlatıyor?

Benim de yakından tanıdığım ve bir üyesi olduğum şehir hayatının içinde olan insanlardan hiçbir farkı olmayan, biraz sen, biraz ben, biraz bizim çok yakın çevremizden oluşan sıradan insanlar topluluğunun, 2018 yılının sıradan bir Haziran gününde yaşadıklarını anlatıyor bu roman. Bu sıradan günde bütün dünyanın ve özellikle bu coğrafyanın artık sıradan kabul ettiği birtakım olaylar oluyor. Ve bu roman okuruna; “Ey okur! Bu, senin de her gün yaşadığın, algıladığın, tepki verdiğin, vermediğin, düşündüğün, düşünmediğin ya da kendini bu şekilde pozisyonlandırdığın sıradan bir gün!” diyor.

Sıradan Bir Gün, Yekta Kopan, Can YayınlarıAna karakterin ismi Armağan Gündoğdu. Roman boyunca, onun vicdanıyla hesaplaşmasını, birtakım toplumsal olaylarla yüzleşmesini izliyoruz. Çıkış noktan neler oldu?

2016 yılının bir bölümünde, yani bu romanı ilk düşünmeye başladığımda, karakterler ve olay örgüsü üzerine yoğunlaştığımda, bir noktada durdum ve öncelikle yapmam gerekenin, bütün bu evrenle, yani günümüzün merkez şehir yaşamındaki insanlar, onların görünürlük arzuları, sahte kimliklerin arkasına saklanıp o sahte kimliklerin arkasından birtakım muratlarını elde etme arzularıyla hesaplaşmak olduğunu, bunu yapmak için de önce kendimle hesaplaşmam gerektiğini gördüm. Fark ettim ki, bugün dünyanın birtakım önermelerine ya da çağın birtakım fetişlerine yenik düşüp, birtakım konuları hızlıca rasyonalize edebilme yeteneği geliştiriyoruz. Bir şey yapıyoruz ve bunu hemen açıklanabilir hâle getiriyoruz. Bir süre sonra aslında bunun “böyle” olmadığını bilen bizler, yüzleşme yeteneğimizi de kaybediyoruz. Herhangi bir toplumsal olay olduğunda, sosyal medyada en çok paylaşılan kelimelerden biri, vicdan oluyor. Oysa vicdanımızı da kaybetmeye başlıyoruz. 2016-2017 yılları arasında, tüm bu konularda kendimle yüzleşmeye çalıştım. Kendimle yüzleştikçe hem kendimin hem dünyanın ne kadar iki yüzlü olduğunu gördüm.

Armağan karakterini kurarken, bir gün içinde, Armağan’ın yolculuğunda karşımıza çıkan birtakım farklı karakterlerle yüzleşerek bunu başarmaya çalıştım. Özetle, bir yüzleşme arzusunun çocuğudur Armağan Gündoğdu.

Armağan’ın sıradan bir gününde, aslında her birimizin başına gelebilecek “sıradan” (!) olaylar yaşanıyor. Misal, kadın cinayetleri…

Hemen şunu söyleyeyim Özlem, kitabın olay örgüsünü kurarken; “Acaba olaylar çok mu üst üste geliyor” diye sordum kendime. Sonra gördüm ki, yazarken bana çok abartı gibi gelen olaylar, sıradan bir günde hepimizin başına sahiden de geliyor.

Güne birtakım büyük firmaların satış haberiyle başlayabiliyorsunuz, kendi özel hayatınızda kavgalar edebiliyorsunuz, orada bir şeyler satılıyor, özelleştirmeler oluyor, burada protestolar var, siz o sırada cüzdanınızdakini düşünüyorsunuz, trafiğe takılıyorsunuz, trafikte biriyle kavga ediyorsunuz vs…

Bütün bunların içinde, bir yandan da büyük toplumsal damarlar var Özlem. Mesela biz şu anda seninle bu sohbeti yaptığımız sırada, belki de bir kadının öldürüldüğünü biliyoruz. Ya da biz şu sohbeti ederken, dünya dillerinden biri yok oluyor. Biz bu sohbeti ederken, Afrika’da bir çocuk açlıktan öldü; aynı anda dünya, ürettiği yiyeceğin yüzde 45'ini çöpe attı. Biz bu sohbeti ederken, küresel ısınma dereceleri ve karbon ayak izlerindeki yoğunluk bir kademe daha arttı. Listeyi uzatabiliriz.

Kadın cinayetlerine dönecek olursak, bu cinayetler bizim için hep kendi evrenimizden, korunaklı şehir hayatımızdan, kendi güzel dünyamızdan uzakta bir yerde yaşanıyor. Biz çok üzülüyoruz buna, gözyaşları döküyoruz, hashtag’ler üstüne hastag’ler patlatıyoruz. Peki, soru şu: Bir gün o kadınlardan biri gözünün önünde öldürülürse ne yaparsın? Soru şu: Bir gün o kadınlardan biri, senin kendini iki yüzlü bulduğunda sığındığın tek yer olan bir parkta, romanlarını hayal ettiğin, kitaplarını okuduğun, yani neredeyse senin yetişkin yaşında annenin kucağına döndüğün parkta, korunaklı alanında öldürülürse, ne yaparsın? Sıradan Bir Gün’de Armağan’ın yaşadığı şey, işte böyle bir yüzleşme.

Romanda, Armağan Gündoğdu, “Savulun, Kadınlar Geliyor Zirvesi”nde konuşuyor. Bu zirve üzerinden, kadına şiddete karşı yapılan etkinliklerin tümü amacına ulaşıyor mu sence?

Kadına şiddet konusunda “mış” gibi yapılan etkinlikler dahi çok değerli. Türkiye’de bugünden yarına bir cümle kuracaksak, bütün bunlarda kadınların ne yaptığına bakalım. Bunların içinde en hatalı olanlar bile kendi etkileşimleriyle doğru bir çizgiye oturacaktır çünkü kadınların böyle bir yeteneği, zekâsı ve dünya algısı var. Ve Türkiye tam da o algıdan yola çıkarak daha aydınlık, huzurlu, müreffeh ve güçlü bir yer hâline gelebilir. Bugün ben, kadının dilinin dünyaya hâkim olacağı günün umuduyla yaşıyorum.

Okur, romanlardaki karakterlerden umut alır, acı alır, umutsuzluk alır… Okuduğu hikâyede hayatına katabilecek bir şey arar. Bu romanda da bunca yalanın içinde Armağan’ın vicdanının rahat olmayışı, umut veriyor. Romanındaki vicdan rahatsızlığı çok doğru hesaplanmış. Ne dersin?

Elbette ki bu vicdan muhasebesi, bu yüzleşme eğer gerçekten söylediğin hissi veriyorsa okuruna, çok mutlu olurum. Çünkü istediğim tam da buydu. Zaten bir edebiyat eserinden dünyayı değiştirmesini, dönüştürmesini, her şeyi tatlandırmasını bekleyemeyiz; ama ulaşabildiği okurda eğer gerçekten bir tanecik olsun soru, bir tanecik olsun duygu bırakabiliyorsa, ki sende böyle bir duygu bırakmış, isteğime ulaşmışım demektir.

Sadece bu değil. Armağan’ın yaşadıkları kadar çarpıcı olan bir karakter var: Orhan Mercan. Yalan haberler yaptıkça şişen bir gazeteci.

Armağan’ın yazmayı düşündüğü kitabının hayalî karakteri. Ben Sıradan Bir Gün’e çalıştığım dönemde Orhan Mercan hikâyesine de çalışıyordum. Orhan Mercan, yaptığı yalan haberler yüzünden, giderek kilo almaya değil, tam da senin deyiminle şişmeye başlayan bir üstat gazeteci. Hatta yaptığı yalan haberler sadece kendisinin değil, ekibinin de dönüşümlere yol açmasına neden oluyor. Bu Orhan Mercan hikâyesini çok düşünüyordum; fakat baktım ki Orhan Mercan hikâyesini ben ne kadar hızlı yazarsam yazayım, bir şeylerin gerisinde kalacağım. Çünkü Türkiye, Orhan Mercan şişmesi konusunda o kadar hızlı bir ülke ki, gerçekten sabahtan akşama bir haber konusunda kimi zaman gazetecinin, kimi zaman siyasetçinin, kimi zaman bir başka ismin hızlıca şiştiğini görüyoruz. Sen de ben de bu dinamiklerin içinde çalıştık üstelik; yakinen tanık olduk Orhan Mercanlara. Dolayısıyla baktım ki ben Orhan Mercan’ı yazsam gerçekliğin gerisinde kalmaktan kurtulamayacağım, ben bu karakteri Armağan’a hediye edeyim, dedim.

Armağan, kişisel gelişim kitapları yazan bir gölge yazar. Tam da bu tartışmaların sosyal medyada çokça yer aldığı bir dönemde bu hikâye geldi. Çok satan listelerinin zirvelerinden inmeyen kişisel gelişim kitaplarıyla ilgili senin fikirlerini merak ediyorum.

1960’ların ortası, 1970’lerin başına bakacak olursak, kişisel gelişim başlığının altında psikoloji, antropoloji, sosyoloji türlerinde çok değerli kitaplar bir arada raflanırdı kitapçılarda. Ama zaman içinde yayıncının ve yazarın bu noktadaki arzuyu görüp, daha kolay tüketilir birtakım ürünleri ortaya çıkarma arzusunun sonucunda doğdu kişisel gelişim kitapları. Bir yandan gülüyorum bu konulara. Sıradan Bir Gün’ün karakterlerinden Hediye’nin deyimiyle alan memnun, satan memnun bir durum var orada.

Bugün bütün dünya bizden daha hızlı, daha büyük, daha çok beğeni alan, daha çok “like” toplayan, “daha daha daha…” olmamızı bekliyor. Bizim bunlara bir an önce ulaşabilmek için, suyun içine attığımızda eriyecek ve içtiğimizde bize güç vereceğine inandığımız drajelere ihtiyacımız var. Bir toplumsal olay olduğunda, o cümleyi tweet olarak atacağız ve bir anda 84 like alacağız, en çok alkışı alacağız. Çevremizdekiler bize “olağanüstü, çok zeki” diyecek. Bizim bunlara çok hızlı ihtiyacımız var. Yaşadığımız çağ bizden hızlı, büyük, inanılmaz olmamızı bekliyor. Kişisel gelişim kitapları da, bu çağda kolaylıkla edinebileceğimiz o “drajeler” gibi aslında. Özetle kolay bir dünyada yaşamıyoruz ama çok kolaycı bir dünyada yaşıyoruz.

Romanda yarattığın ilk karakter hangisi oldu?

Benim için kitabın ilk karakteri, tuhaftır ama kitapta bile olmayan biri. Yani romanda onu fiziken hiç görmüyoruz: Defne. Gerçekten Defne’nin gözlerine bakabilme cesaretiydi benim için bu kitap. Öldürülen binlerce kadın, öldürülen binlerce masum insan, öldürülen binlerce fikir, öldürülen binlerce ahlak, öldürülen binlerce hayal… Ne dersen de, onlardan herhangi biri benim için Defne’de vücut buldu. Defne’yi yarattıktan sonra çok rahatladım. Armağan zaten zihnimde dolaşıyordu; ama Armağan’ın ilk yüzleşmesi gereken kişinin Defne olduğuna karar verdim.

İyi bir okursun. Bu kitapta da bir yazar ve okuma haritası çiziyor, birçok yazara selam gönderiyorsun.

Bugüne kadar yazdığım neredeyse bütün kitaplarda, öykülerimin birçoğunda, bir yazara göndermede bulundum; ya doğrudan adını andım ya doğrudan o yazarın kendi metnini kullanarak bir metin yaratmaya çalıştım. Okurluk yol haritamı benim yazdıklarımı okuyanlarla paylaşmayı seviyorum. İyi okurluğa önem veriyorum ve okurlarımla da kendi okurluk deneyimlerimi bu şekilde paylaşıyorum. Bu kitapta da aslında yine aynı yol haritasını okurla paylaşmaya çalışırken, bir yandan da işte başta bahsettiğim “suya atılan drajeleri” yaratma pahasına heder edilen birtakım isimlere şapka çıkarıp; “Hocam merak etmeyin, ben buradayım, sizi okumaya devam ediyorum; sizin sağınızdan solunuzdan budanıp anlamından ve bağlamından koparılmış cümlelerinizi değil!” demek istedim herhalde.

Peki, iyi okuru nasıl tanımlıyorsun?

Ben bütün şeyleri, eylemleri süreklilikle tanımlıyorum. Yani siz bir şeye karar verirsiniz ve burada ya çalışmanız ya eyleminiz ya kararlılığınız ya duygunuz bir süreklilik gösterir. Okurluk için de bunu söyleyebilirim. İyi okur bence çok kitap okuyan değildir; çok az sayıda kitap okuyabilir ama okurluğunda bir süreklilik vardır. İyi okur hızlı okuyan değildir; çok ağır okuyabilir. İyi okur her gün beş saat okuyan değildir; okumaya günde 15 dakika ayırabilir. İyi okur yılda sadece iki kitap okumuştur ama gerçekten iyi okumuştur. Ömrü boyunca da her yıl sadece iki kitap okur, yani ömrü elverdiğince toplam 100 kitap okumuştur ama çok mutludur. İyi okur kararları kendi verir. Elbette ki çevresindeki başka iyi okurların ya da iyi okur olduğuna inananların fikrine güvenir ama günün sonunda o kitapla kuracağı kısa süreli ilişkide kararı kendisi verir. İyi okur kitabı zorla da olsa bitirmek zorunda olan değil, iyi gitmediğine inandığı anda bırakmaya da karar verebilecek kadar kendi kararına hâkim olan kişidir. İyi okur, iyi insandır bir kere.

Sosyal medyanın biraz daha hayatımızın merkezine girdiği günümüzde, kitap tanıtımları da sanki boyut değiştirdi. Sosyal medya fenomenlerinin yeni çıkan kitapları önermeleriyle yeni bir reklam trendinin başlaması gibi. Nasıl gözlemliyor, bu yeni akımlarla ilgili ne düşünüyorsun?

Yirmi yıl önce gazetelerin kitap ekleri vardı ama az sayıdaydı; sonra sayıları da arttı. Kitap eklerinde kitabınla ilgili yapılan bir söyleşi, o ekte bir fotoğrafının yer alması çok değerliydi. Televizyonlardaki az sayıdaki kültür sanat programları edebiyata çok yer vermezlerdi; ama eğer yer verirlerse onlarda yer alabilmek oldukça değerliydi. Bunların birçoğu kalmadı şimdi. Gazetelerin çoğunda kültür sanat sayfası kalmadı, televizyonlarda böyle bir alan kalmadı, kitap eklerinin sayısı azalıyor, var olanlar sayfaları ve güçleri azalarak varlıklarını devam ettirmeye çalışıyor ve biz çok ahlanıp vahlanıyoruz, değil mi? Aslını istersen, ben o kadar ahlanıp vahlanmıyorum. Bugün harika internet yayınlarıyla, internet üstü dergileriyle, bloglarla, YouTube programlarıyla bambaşka bir alanda sadece ve sadece uzun yıllardır kitabını yayınlatmış bizler değil, bugün kitabını çıkarmış bir insan bile belki kendi kitabı hakkındaki fikirlerini paylaşabiliyor ya da bugün kendi arkadaşıyla bir YouTube programı çekip; “Bu da benim kitap tanıtım programımdır” diye koyabiliyor. 

“İyi de kardeşim, bu ne kadar kişiye ulaşıyor” diye soracaksın, ben de derim ki; “Ben ilk kitabım çıktığında kaç kişiye ulaşabiliyordum, kaç kişi benim herhangi bir gazetenin en alt köşesinde minik bir ‘yeni çıktı’ haberimi görüyordu?”

Sorunun bir ikinci kısmı var, hemen yanıtlayayım. Bugün sizin kitabınızı 500 bin takipçili bir influencer, bir blogger elinde gösterdiğinde, “satış rakamı“ artıyor olabilir. Eğer gerçekten de kitap o kişinin elinde göründüğü zaman satışları artıyorsa, sağ olsun o kişiler. O blogger’ın gösterdiği kitap iyi kitap olmayabilir elbette, bu konuda da ben okura güveniyorum. İyi okur akıllıdır. İyi okur bir iki kere yanılır, ama sonra toparlar. İnan ki, iyi okur bütün yayıncılardan da bütün yazarlardan da akıllıdır.

Sen okuruna her zaman çok güveniyorsun.

Evet, birine de güvenmemiz lazım. Sen beni tuş edecek çok şey söyleyebilirsin bu görüşümü alt edecek. Ama ben her zaman birileri iyiyi takip edecektir diye güvenmek istiyorum. Bir de hayatta güvendiğim bir iyi okurlar kaldı, onları da alma elimden lütfen. Şu kadarcık bir mutluluğu da bana çok görme. Bu kendimi kandırmaksa da, kendimi kandırmaktan mutluyum.

Çok uzun yıllar kültür sanatın haber kısmında, mutfağında da yer aldın. Kültür sanat haberciliğini, günümüzde geldiği noktada nasıl değerlendiriyorsun?

Kültür sanat haberciliğinden bahsedebilmek için önce kültür sanat dünyasında neler oluyor, oraya da bakmak lazım. Kültür sanat alanında tabii ki dalgalanmalar oluyor; bu dalgalanmalar ülkenin genel siyasetinden, genel ruh hâlinden ve dünyanın ekonomisinden etkileniyor elbette. Ama finalde üretken bir kültür sanat dönemindeyiz. Çünkü siz neyi susturmak isterseniz, o susturmak istediğiniz şeyin sanatsal karşılığı, susturmak istediğiniz şeyden de önce konuşmaya başlayacaktır. O yüzden de ülkede sanat alanı oldukça hareketli ve üretken.

Peki, kültür sanat haberciliği nasıl bir etkileşim gösteriyor tüm bunlarla? Kültür sanat haberciliğinin üstü artık iyice küf bağlamaya başlamış olan bir yanı var. O yanının hangi yan olduğunu söylememe gerek bile yok, çünkü onlar da farkında. Öte yandan bugün sadece 500-600 takipçisi olan kültür portalları var. 500-600 kişi oraya bakıyor Özlem, çok değerli bu. 100 takipçisiyle her gün deli gibi kitap paylaşan Instagram kişileri var.

Kültür sanat haberciliği artık tabii ki daha yayılmıştır, herkes kültür sanat haberciliğine vâkıf olmaya çalışmaktadır, bunda tuhaf bir şey yok. Bu yeni sosyal medya mecrasında bunu çok iyi yapanlar var.

Bir kültür sanat muhabirinin sahip olması gereken nitelikler nelerdir?

Çok basit: İyi bir okur olsunlar. Gerçekten herhangi bir kültür sanat eylemini, herhangi bir kültür sanat etkinliğini ve hayatın ta kendisini okuyamıyor, bunların kendi arasında ve bunlarla dünyanın arasındaki ilişkiyi kuramıyorsa, zaten kültür sanat denen şeyden ne anladığını sorarım ben o muhabire. Yani bugün izlediği bir baleyle, okuduğu bir edebiyat eseri arasındaki bağlantıyı ve bunların felsefedeki temelini ve bunların müziğe etkisini, aynı zamanda tüm bunları seyrettiği binanın mimarî yapısının dönemini ve bu dönemin neden öyle bir mimarî yapıya neden olduğunu zihninden geçirmiyorsa, haberini yazmaya oturduğunda kendisi bir süre sonra sürekli aynı şeyleri söyler hâle gelecektir. İzlediği bütün konserlerde “Bu yaz Açıkhava’da bilmem ne fırtınası esti” diyecektir. Ya da “Gecenin bombası bilmem kimin de konuk sanatçı olarak sahneye çıkması” olacaktır. Fırtına estirmek ya da gecenin bombası olmak benzetmelerinin yerine bir şey koyamıyorsun o zaman. Sadece kültür sanat muhabiri değil, eminim ki gazetecilik ustalarımıza sorsak, o ustalar da böyle söyleyecektir. Bunun başka bir oluru yok. Hatta daha ileri giderek şöyle noktalayayım: Sadece iyi bir kültür sanat muhabiri olmak için değil, iyi bir insan olmak için iyi bir okur olmaktan başka şansınız yok!

Fotoğraf: Emre Yunusoğlu