“Yatakta yüzen iki ada”

Ertuğ Uçar'ın kısa süre içinde basılacak olan romanı Ayrılığın Haritası'ndan kısa bir bölüm sunuyoruz...

04 Temmuz 2020 16:16

“Bandım bitmiş.”

“Yarın sökmeyecek misin zaten?”

“Bu duvarlar da amma kalabalık.”

“O kadar güzel şeyler var ki aralarında.”

“Bir boşluk lazım bana.”

Sırt çantasını yatağa devirip ceplerini karıştırıyor Uraz. Ege haritası çıkıyor ortaya. Büfenin yanına yaklaşıyor. Bir aralık kestiriyor gözüne. Banyoya giriyorum. Odadan tıkırtılar geliyor.

Dışarı başımı uzatıyorum. Kasnağa gerili ahtapot yerinde yok. Ondan kalan boşluğa haritayı bantlamaya uğraşan Uraz kendi kendine konuşuyor.

“Symi’de iki gün kalmak gerekir... Buraya bir gün yeter... Sabah yanardağa çıkarız. Akşamüstü tekne kalkıyor zaten... Sonra Tilos var. Oraya da bir gün yetecektir... Bakkala sordum, Pantelis’in yerini önerdi.”

Tanıştığımız gece görmüştüm ilk bu haritayı. Ayvalık’taydık. Zeytin Pansiyon’da. Birkaç kez de İstanbul’da, yazı odasında asılı haline rastlamıştım. En son geçtiğimiz ay Uraz’ı bu haritayla uğraşırken görmüştüm. Ben pek ilgilenemiyordum gezi programıyla, zaten çok yoğundum ofiste. Onun da bana bir şey anlatacağı yoktu, yine de, “Sen yap programı, bana da sürpriz olsun,” demiştim.

Banyodan tekrar başımı çıkarıyorum, arada Uraz’ın söylediklerini daha iyi duymak için. Mavi ahtapot yerde. Birkaç tabakla beraber duvara yaslanmış.

“Kos’un güney sahilinden çıktık yola... Kardamena’dan... Gyali ve Strogili kayalıklarının arasından geçtik... Şöyle hafif bir yay çizdik... Mandraki’ye doğudan yaklaştık. Kuzeye bakıyor burası... İki ada arası 20 deniz mili. Bir buçuk saatlik katamaran yolculuğu... Symi daha uzun sürecek. Kuzeyden sert esecek, en az iki saat.”

Uraz dayandığı konsolun yumruk kadar porselen kulplarının, sağı solu sarmış kuru çiçeklerin, ayna ile çerçeve arasına sıkıştırılmış vesikalıkların ve büfenin iki omzuna dizili ikonaların arasında gazlı kalemine hohlayıp hızlı hızlı sallıyor, bitmiş olmalı.

Saç kurutma makinesi ısıdan çok ses üretiyor. Havlu elimde kendime bakıyorum aynada. Fulardan kalma enine bir güneş çizgisi alnımda. Yanaklarımın üstü kızarmış. Başımı aynaya yaklaştırıyorum. Birkaç çil. Burnumun üzerinde. Ağzımı yayarak gülüyorum, kısacık kesilmiş saçlarım ve çillerimle sevimli bir ifade takınıyorum. Zor olmuyor benim için. Güzel demezdim ben kendime. Çekici veya şuh da bulmazdım. Mesela Vedat’ın karısı gibi değildim. Sonra kaşlarımı çatıp alnımdaki çizgileri sayıyorum. Bu geziye çıkmadan önce kestirmiştim saçlarımı. Bilmiyorum neden. Uraz’ın yorumu kısa ve teknikti. Deniz gezisinde kullanışlı olur. Saçlarım kısalınca yüzüm açıldı. Küçük, biçimli kulaklarım ortaya çıktı. Gözlerime bakıyorum. İki iri göz, uçları hafif çekik. Yayvan burnumun iki yanına, aralarına biraz mesafe alarak yerleşmiş. Bu bana sakin bir hava veriyor. Acaba bunu biri mi söylemişti, yoksa ben mi düşündüm? Kararlarını aceleyle almayan bir insanın duyu organları. Yüz yuvarlağına kararlı, oturaklı bir yerleşim. Hiçbir parça diğerine gereğinden yakın değil. Yoksa kararlar bu mesafede yok olup gidiyor mu? Yoksa bu ifade kararsız bir insana mı ait? Suratımı asıyorum yine. Ağız çizgim inceliyor, iki yandan aşağı sarkıyor. Sevimliliği de kayboluyor yüzümün. Çenemde bir oyuk beliriyor. Sonra tekrar gülüyorum. Hafif pembeleşen tenim, bal rengi gözlerim ve kahve saçlarımla renkli bir yüz karşımdaki.

Bu yüzü makyajla biraz daha renklendirmeye başlıyorum.

Ekru renkte bir keten elbise. Kol uçlarında işlemeli bitişleri var. Dizin hemen üzerinde. Uraz’la beraber olduktan sonra giydiklerime daha dikkat eder olmuştum. O hep şıktı. Üzerinde gösterişli, markalı kıyafetler görmemiştim ama hep tiril tirildi. Ayakkabısında tek leke, gömleğinde bir kırışık olmazdı. Hazırlanıp saate bakıyorum. Daha erken. Biraz uzanabilirim. Bu arada haritayla işini bitirmiş çantasından eşyalarını çıkaran Uraz, bütün adalarda diyor, bir Yiannis Pansiyon, bir Pantelis Taverna vardır.

Yataktayım, gözlerim kapalı. Neden otellerdeki saç kurutma makineleri saçları kurutmaz? Neden bu haritayı duvara bantlıyorsun? Şu mavi ahtapot... Kim yaptı acaba? Adanın bir yerlisi olabilir mi? Pansiyonun girişinde oturan kadının nesi vardı? Çin’de de hediyelik eşyalar bu sokaklardakiler kadar çirkin mi? Neden senin o tarafa yatacağını düşünerek ben bu tarafa yattım? Ağzımı açacak gibi oluyorum. Gözlerim kapanıyor.

Arada açıyorum yine onları. Uraz’ın karaltısını fark ediyorum yanımda. Balkon kapısı gıcırdıyor, denizden gelen bir esinti perdeyi kıpırdatıyor, her şey sallanıyor hafif hafif. Çıtırtılar kuru çiçeklerden geliyor sanırım.

Bir kâğıt sesi... Diğer tarafa dönüyorum. Haritanın ucu yalpalıyor, yerinden kurtulmuş. Akşamın laciverdi balkondan içeri giriyor. Odadaki eşyalar, ceviz çerçeveler, kumaş ve danteller bir koku yayıyor etrafa. Baş ağrısıyla koyulaşmış bir günün ardından uykuyla uyanıklık arasında, sisli bir alandayım. Bir hayal görüyorum. Elimde bir kafesle yürürken bir ayağım düşüveriyor kaldırımdan. Kuş hareket etmiyor, ses çıkarmıyor içeride. Küçük bir titreme geçiyor göğsümden, sol elimin iki parmağı sırayla kıpırdıyor.

Banyo kapısının yanındaki aynada kendi bedenimi görüyorum, yatağa uzanmış bir siluet. Birkaç tepe, bir koy, omzumun sivri zirvesi. Uzun bir ada. Hemen arkada Uraz’ın benimkinden daha büyük ve koyu çizgilerini seçiyorum. Yatakta yüzen iki adayız. Aramızda gerili pikenin kıvrımlı coğrafyasında gölgeli sırtlar, vadiler ve gözün gözü görmediği mağaralar var. Koyu, daha koyu ve en kıvamlı gölgeler. Köydeki akşam canlılığı kulağıma uzak bir sürünün çan sesleri gibi ulaşırken, bu odayı saran eşyanın yarattığı serinlikte uyuyakalıyorum.

(s. 32-35)