Bakım Manifestosu'ndan: “Umursamazlık hüküm sürüyor”

Bakım Kolektifi (Andreas Chatzidakis, Jamie Hakim, Jo Littler, Catherine Rottenberg ve Lynne Segal) tarafından, ekonomik sistemin ve günümüz toplumunun dönüşümü için bir nirengi noktası oluşturmak üzere kaleme alınan, Türkçeye Gülnur Acar Savran'ın çevirdiği Bakım Manifestosu: Karşılıklı Bağımlılık Politikası, önümüzdeki günlerde Dipnot Yayınları tarafından basılacak. Manifestonun giriş bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz...

19 Ocak 2021 19:20

İçinde yaşadığımız dünya, umursamazlığın* hüküm sürdüğü bir dünyadır. Koronavirüs salgını ABD, Birleşik Krallık ve Brezilya dahil olmak üzere birçok ülkede süregiden bu umursamazlığın sadece altını çiziyor. Bu ülkeler gelmekte olan salgın tehdidinin son derece gerçek ve yakın olduğuna ilişkin erken uyarıları savdılar; bunun yerine uzak ya da mevcut olmayan tehditlere karşı kullanılacak askerî donanımlara milyarlar harcamayı ve parayı zaten zengin olanlara akıtmayı seçtiler. Bu, Covid-19 karşısında en çok risk taşıyanların –sağlık çalışanları, sosyal bakım hizmetlileri, yaşlılar, altta yatan başka hastalıkları olanlar, yoksullar, cezaevindekiler ve eğreti çalışanlar– kayda değmez bir yardım ya da destek alması anlamına geldi; bu arada onları korumanın en iyi yollarına dair paylaşılabilecek dersler büyük ölçüde göz ardı edildi.

Oysa salgından çok daha önce, bakım hizmetleri kesintiye uğratılmıştı ve ücretleri yaşlılar ile engellilerin birçoğunun erişemeyeceği düzeylere gelmişti, hastaneler hep aşırı dolu ve krizdeydi, evsizlik yıllardır artış gösteriyordu ve giderek artan sayıda okul öğrenci açlığı sorunuyla uğraşmaya başlamıştı. Bu arada, bir yandan çokuluslu şirketler huzurevlerini finansallaştırarak ve borca batırarak devasa kârlar sağlarken diğer yandan da bakım hizmeti sektöründeki işler esnek ekonomi kapsamı altına giriyordu; bu da eğreti çalışan işçilerin sayısını artırmakla kalmayıp onları aşırı iş yükü altına sokuyor, savunmasız ve dolayısıyla daha az bakım sunabilir hale getiriyordu.

Aynı zamanda, geçen birkaç on yıldır toplumsal refah ve toplulukçuluğa dayalı düşünceler bir kenara itilmiş ve yerini bireyselleştirilmiş olan direnç, sağlıklılık ve kendini geliştirme nosyonlarına bırakmıştı; bu kavramlar, bakımı kişisel olarak kendimiz için satın almamız gereken bir şey konumuna yerleştiren şişirilmiş bir ‘kişisel-bakım’ sanayii tarafından ileri sürülüyordu. Bu da söz konusu sorunlar için tümüyle yetersiz bir yara bandıydı. Kısacası, uzun bir süredir birbirimizi, özellikle de savunmasız, yoksul ve zayıf olanlarımızı gözetme açısından tümüyle zaaf içindeydik.

Sağlam bakım hizmetlerinin ne kadar yaşamsal olduğunu hatırlamamız için trajik olarak dünya çapında bir salgın gerekti. Üstelik Covid-19 bizi, karşılıklı yardımlaşmadan sosyal mesafe ve kendini yalıtmaya kadar, birbirimizi ve kendimizi gözetmenin yeni biçimlerini benimsemek zorunda bıraktı. New York’tan Londra’ya, Atina’ya ve Delhi’ye yerkürenin her yanında, insanlar her hafta alkışlarla elzem bakım işlerinde çalışanlara desteklerini gösteriyorlar. Tüm dünyada hükümetler en azından lafta tepki verdiler; 2019’da olduğunun tam tersine her yerde bakımdan söz ediliyor. En son beklenebilecek hükümetler bile ulusu gözetmek adına büyük yardım paketleri açtılar. Bu davranışlar her ne kadar şaşırtıcı olsa da, yardım paketleri yine de bakım altyapılarımızın ve daha genel olarak ekonomilerin on yıllar boyu maruz kalmış olduğu örgütlü ihmalin etkisini ortadan kaldırmaya yetmedi. Üstelik, son zamanlarda yapılan tahliller çok fazla sayıda ülkede bu paketlerin çoğunlukla zenginlerin yararına olacak şekilde tasarlandığını gösterdi; bazı durumlarda, bu görünürdeki ilerici çabalar aktif olarak, onları uygulayanların faşist politikalarının üzerini örtmeye yarıyor. Hindistan’ın Hindu milliyetçisi başbakanı Narendra Modi, bir yandan Keşmir’e yönelik vahşi operasyonu ve Müslüman göçmen işçilerin gayrimeşrulaştırılmasını yönetmeyi sürdürürken bir yandan da ‘Başbakan Umursuyor’ adlı bir refah paketini öne sürerek emsallerine fark attı.

Dolayısıyla, bu sıkıntılı günlerde bakım hakkında çok daha fazla şey duyduğumuz halde umursamazlık hüküm sürmeye devam ediyor. Manifestomuz bu bakım yokluğundan kurtulmak için kaleme alındı.

Bakım krizi, neoliberal kapitalizmin kâr etmeyi neredeyse her yerde hayatın örgütleyici ilkesi olarak konumlandırmasının hükümetler tarafından kabul edildiği son kırk yıldır özellikle akut hale geldi. Bu, bir yandan refah devletlerini ve demokratik süreçlerle kurumları kıyasıya parçalarken, finans sermayesinin çıkarlarına ve akışlarına sistematik olarak öncelik tanımak anlamına geldi. Gördüğümüz gibi, bu tür bir piyasa mantığı, birçok hastaneyi sağlık çalışanlarının ihtiyacı olan en temel kişisel koruyucu teçhizattan yoksun bırakarak mevcut salgını kontrol altına alma yeteneğimizi önemli ölçüde azaltan kemer sıkma politikalarına yol açtı.

Ne var ki, bakımın ve bakım işlerinin hakir görülmesinin daha uzun bir tarihi vardır. Bakım, büyük ölçüde kadınlarla, kadına özgü olanla ve ‘üretken olmayan’ bakım işleri olarak görülen işlerle bağdaştırıldığı için öteden beri değersizleştirilmiştir. Bu yüzden bakım işleri, en azından pahalı bir şekilde yetişmiş seçkin bakıcılar dışında sürekli olarak daha düşük ücretlere ve toplumsal saygınlığa layık görülmüştür. Egemen neoliberal model, yalnızca eşitsizliği eğip bükerek, yeniden şekillendirerek ve derinleştirerek geçmişi daha eski olan bu değersizleştirmeden yararlanmakla yetinmiştir. Sonuç olarak, neoliberal özne arketipi, başka insanlarla tek ilişkisi rekabet içinde kendini güçlendirmek olan girişimci bireydir. Ve ortaya çıkan egemen toplumsal örgütlenme biçimi de işbirliği değil rekabettir. Başka türlü söylendiğinde, neoliberalizmin bakıma ilişkin ne etkili bir pratiği ne de bir sözcük dağarcığı vardır. Bunun yıkıcı sonuçları olmuştur.

Salgın böylelikle, neoliberal piyasaların yol açtığı ve çoğumuzu hem daha az bakım sunabilir hem de daha az bakım alabilir  halde bırakan şiddeti dramatik bir biçimde ifşa etti. Çok uzun bir süredir en yakın çevremizdeki insanlara bile daha az bakabilir hale getirilirken, bir yandan da yabancıları ve uzağımızdaki başkalarını daha az umursamaya gayretle özendirildik. Sağ ve otoriter popülizmin baştan çıkarıcı olduğunu bir kez daha göstermiş olmasına şaşırmamak gerek. Umursamaz bir dünyada yaşamanın büyük güçlükleri ve katlanılmaz kolektif kaygıları göz önünde tutulduğunda, kolayca körüklenmiştir bu popülizm. Savunmacı öz-çıkar bu gibi koşullarda serpilir, zira bizzat güvenlik ve rahatlık duygumuz bu kadar kırılganken, bırakalım başkalarını kendimizi bile gözetmemiz daha güçleşir. Böylece bakım pratiklerimiz, bakım ve gözetme eğilimlerimizi yeniden şekillendiren ve ‘kendimize benzeyen insanlar’a doğru yönlendiren totaliter, milliyetçi ve otoriter mantığın gölgesinde kaldı ve kalmaya devam ediyor. Farklılığı umursamamızı, hatta daha kapsayıcı gözetme biçimleri geliştirebilmemizi mümkün kılan mekânlar hızla azaldı. Hannah Arendt’in kullandığı ünlü bir terimi sahiplenecek olursak, sistemik düzeyde bir sıradanlık gündelik umursamazlığımıza nüfuz etmekte. Çok büyük sayılarda mültecinin boğulması ya da sokaklarımızda sürekli yaygınlaşan evsizlik gibi felaketlerden haberdar olmak rutin hale geldi. ‘Umursamayış’ (not caring) edimlerinin çoğu düşünülmeden ortaya çıkıyor. Söz konusu olan, başkalarının ihtiyaç duydukları bakımdan yoksun kaldıklarını görmekten çoğumuzun aktif olarak zevk alması ya da sadistçe ve yıkıcı dürtülere sahip olması değil. Ne var ki bakım ve gözetme yeteneklerimize, pratiklerimize ve tahayyüllerimize konan sınırlara meydan okumayı beceremiyoruz.

Şimdi, bakımı yaşamın merkezine koymaya başlasak ne olurdu, diye soruyoruz.

Bu manifestoda, bakımı ön plana çıkaran ve merkeze alan bir politikaya acil olarak ihtiyacımız olduğunu ileri sürüyoruz. Bununla birlikte, bakım terimiyle yalnızca ‘pratik anlamda’ bakımı ya da insanların başkalarının fiziksel ve duygusal gereksinimleriyle doğrudan ilgilendiklerinde yaptığı işi kast etmiyoruz –bakımın bu boyutu her ne kadar kritik ve acil olmaya devam etse de... ‘Bakım’ aynı zamanda, yaşamın esenliği ve serpilmesi için gerekli olan her şeyin beslenmesine yönelik bir toplumsal kapasite ve etkinliktir. En önemlisi, bakımı sahnenin ortasına yerleştirmek karşılıklı bağımlılıklarımızı tanımak ve kucaklamaktır. Bu yüzden, bu manifestoda ‘bakım’ terimini, aile bakımını, huzurevleriyle hastanelerde çalışanların ve okullarda öğretmenlerin sürdürdüğü pratik anlamda bakımı ve başka elzem işlerde çalışanların sunduğu gündelik hizmetleri içine alacak biçimde geniş bir anlamda kullanıyoruz. Ama bakım aynı zamanda, ‘eşya kütüphaneleri’ni, işbirliğine dayalı alternatif örgütlenmeler ile dayanışma ekonomilerini inşa eden aktivistlerin başka insanları gözetmesi ve konut fiyatlarını düşük bir düzeyde tutan, fosil yakıt kullanımını kısan ve yeşil alanları genişleten politikalar anlamına da gelir. Bakım -gezegenin kendisinin yanı sırabu gezegendeki insanların ve canlı varlıkların büyük bir çoğunluğunun serpilip gelişmesine izin veren politik, toplumsal, maddi ve duygusal koşulları hem bireysel hem müşterek olarak sağlama becerimizdir.

Bu manifestodaki yaklaşımımız, bakımın, yaşamın her bir farklı ölçeğinde etkin ve gerekli olduğu anlayışına dayalıdır. Manifesto ilkin, halen hüküm süren umursamazlığın karşılıklı bağlantılara dayalı niteliğini teşhis ediyor. Kasıtlı olarak, iklim krizini üretmiş olan küresel boyutlardan ve kârı insanların önüne geçiren ekonomilerden yola çıkıyor, umursamaz devletler ve topluluklardan geçerek, sonunda umursamazlığın sıradanlığının kişiler arası yakınlıkları nasıl etkilediğine geliyor. Bundan sonra yeniden dışarı doğru yöneliyor, günümüzün umursamazlık durumunun yerine konabilecek bakım odaklı alternatiflerin ana hatlarını vermek üzere kişiler arası ölçekten gezegen ölçeğine geçiyoruz. Farklı ölçekler arasında gidip gelen bu yapıyı kullanıyoruz çünkü bakım ve gözetme yeteneklerimizin karşılıklı bağımlılık içinde olduğunu ve umursamaz bir dünyada gerçekleştirilemeyeceklerini göstermek istiyoruz. Başka bir deyişle, hem bakım sunanlar hem bakım alanlar –aslında hepimiz– desteklenmedikçe, ebeveynlik ve hemşirelik gibi geleneksel olarak bakım diye görülen pratikler hakkıyla yerine getirilemez. Bu ancak, bir yetenek ve pratik olarak bakım eşitlikçi bir temelde geliştirilir, paylaşılır ve kaynaklardan yararlanırsa sağlanabilir. Bakım yalnızca ‘kadınların işi’ değildir; sömürülmemeli ve değersizleştirilmemelidir. Böylece, bakım krizinin niteliğini teşhis ederek başlıyor, toplumsal umursamazlığın neden yaşamın bu kadar çok sayıda farklı boyutunu şekillendirmiş ve ele geçirmiş olduğunu ayrıntılarıyla gösteriyoruz. Bunun ardından, karşılıklı bağlantılardan oluşmuş bakım ve gözetme biçimleri için geçmiş örneklerden, bunların şimdiki dışavurum biçimlerinden ve gelecekteki imkânlardan yararlanarak bakım odaklı tahayyüller tasarlıyor, çözümler sunuyoruz. Şayet yarın için bir politika geliştirmeyi umuyorsak, bakım bağımlılıklarını yeniden düşünmek bugünün politikası için merkezî önemdedir.

Umursamaz Dünyalar

En meydan okuyucu olan ölçekle başlıyoruz: küresel ölçekle. Koronavirüs salgınının küresel niteliğinin ve tekrar tekrar yapılan uyarılara rağmen birçok ülkede, özellikle de ABD ve Birleşik Krallık’ta virüse hazırlanma konusundaki ölümcül ihmalkârlığın hepimiz farkındayız. Oysa Covid-19 daha bütün haber başlıklarını ele geçirmeden önce, her gelen gün önlenebilir felaketlerle ilgili yeni bir hikâye getiriyordu: Avrupa kıyılarına ulaşmaya çalışırken Akdeniz’de boğulan mültecilerden New Delhi gibi kentleri sarmalayan zehirli kirli havaya, Birleşik Devletler’de öldürülen silahsız siyah erkek ve kadınlardan geçerek her yıl sadece Latin Amerika’da öldürülen (önemli sayıda trans kadın da dahil olmak üzere) binlerce kadının uğradığı kadın kırımına... İklim krizi artık yalnızca yakınımızda değil, olağan hale gelmiş yükselen sıcaklık değerleri, kontrol edilemeyen ölümcül yangınlar ve sellerle gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Aşırı iklim olayları artık ürkütücü sıklıkta ve topluluklara büyük hasar veriyor: İster Birleşik Devletler’deki yoksul siyah ve renkli topluluklar olsun ister küresel Güney’in en alttaki ülkeleri, en savunmasız olanlar her zaman en büyük darbeyi yiyor. Bütün bu görüngüler birbiriye ilişkilidir, çünkü hepsi de toplumun her düzeyindeki piyasa güdümlü bakım yokluğuyla bağlantılıdır.

Gerçekten de, neoliberal ekonomik büyüme politikaları o kadar çok ülkede egemen hale geldikçe, ‘ekonomiyi büyütmenin’ özü gereği umursamaz pratiği yurttaşların esenliğini güvence altına almanın karşısında öncelik kazandı. Dünyanın geri kalanı pahasına azınlığı zenginleştiren gündemlerini izleme özgürlüğüne sahip olan büyük çokuluslu şirketler bu koşullar altında serpilir. Petrol devleri, büyük ilaç firmaları ile Google ve Amazon gibi ileri teknolojiye dayalı şirketler birçok ulus devletten daha güçlü ve zengin hale gelmişlerdir, en ufak bir hesap verme sorumlulukları da yoktur. Üstelik, bu neoliberal politikalar ve onların yarattıkları dev şirketler, eşzamanlı olarak hem çevresel adaletsizliği hem savaşı körükler ve otoriter rejimler ile aşırı sağ söylemlerin ürkütücü yükselişini kolaylaştırırken, gerek ülkelerin kendi içlerindeki gerekse küresel Kuzey ile küresel Güney arasındaki zaten varolan eşitsizlikleri de derinleştirmiştir.

Öyleyse son yıllarda, mevcut umursamazlığı duvarlar inşa ederek ve sınırları sıkılaştırarak körükleyen daha fazla sayıda sağ hükümetin göreve getirilmesi şaşırtıcı değildir. Metaların görece engellenmeyen akışı devam ederken, geleneksel sınırlar ‘istenmeyen’ insanları dışarıda tutmak üzere güçlendiriliyor. Bir kez koronavirüsün küresel bir salgın olduğunu isteksizce kabul ettikten sonra, Donald Trump’ın bu ölümcül salgının patlamasına anında verdiği tepki buydu. Bu, sınırların niteliğinin zaten dramatik biçimde değişmiş olduğu bir bağlamda oldu. Yakın zamana kadar sınırlar ulus devletleri içlerinde barındıran fiziksel hatlardı; bugün ise ulus devletlerin içlerine nüfuz ettiler ve etkileri günlük yaşamın giderek daha çok yönüne yayılıyor. Örneğin günümüzde Birleşik Krallık’ta yurttaşlar sınır muhafızları gibi davranmaya ve belgeleri olmayan bir göçmen olduğundan kuşkulandıkları herhangi bir kişiyi ihbar etmeye teşvik ediliyorlar; bu kaçınılmaz olarak ırkçı ve yabancı düşmanı bir pratik. Üstelik, devletler arasında ve devletlerin içlerinde ‘gri bölgeler’ gelişti: Bunlar ya kâr amaçlı tutuklu merkezleri ya da Calais’deki şimdi dağıtılmış olan ‘cangıl’ türünden mülteci kampları şeklinde oluyor; buralarda (çoğu yoksul olan ve küresel Güney’den gelen) sayısız ‘istenmeyen’ kişi hiçbir yasal hakkı ya da korunması[1] olmadan bir devletsizlik Arafı’na katlanmak zorunda kalıyor –Giorgio Agamben’in ‘çıplak yaşam’[2] diye betimlediği şey bu.

Dünya ölçeğinde bu kadar büyük çapta umursamazlık, kendisi de krizde olan bir dünya yarattı. Roma Kulübü’nün 1972 tarihli ünlü The Limits of Growth (Büyümenin Sınırları) raporundan Ann Pettifor’un Case for the Green New Deal’ine (Yeşil Yeni Mutabakat Neden Gerekli?) ve Kate Raworth’ün Doughnut Economics’ine (Dış Çeper-İç Çeper Ekonomisi) kadar birçok iktisatçı ve çevreci çoktandır, sürekli ekonomik büyümenin çevresel sınırlarla ve yaşanabilir bir gezegeni korumayla bağdaşmadığını ileri sürüyorlar. Kârı insanların önüne geçiren ve sürekli fosil yakıt çıkarmaya ve yakmaya bağımlı olan küresel neoliberal ekonomi daha önce görülmemiş bir ölçekte çevre yıkımına neden oldu. Naomi Klein’ın son zamanlarda yazdığı gibi, dünya yanıyor.[3]

Bakımla Aklanmış Piyasalar

Öyleyse neoliberal kapitalizm, tek kaygısı kâr, büyüme ve uluslararası rekabet olan bir ekonomik düzendir. Yaygın bakım açıklarını ve her düzeydeki rezil bakım zaaflarını, piyasa odaklı reform ve politikalara giden yoldaki kaçınılmaz yan hasarlar olarak normalleştirir. Neoliberalizm, piyasa dolayımıyla sağlanan ve metalaşmış bazı bakım biçimlerine olanak verirken, azınlık için kâr sağlama gündemine hizmet etmeyen bakım ve gözetme biçimlerinin altını oyar.

Atina agorasından sanayi döneminin küçük tüccarlarına ve üreticilerine, piyasaların ve pazar yerlerinin her zaman belli bakım biçimlerini dolayımlamış olduğu doğrudur. Ancak neoliberal kapitalizm, tüm alanları piyasa ölçülerine indirgeme girişiminde ‘küçük hükümet’in yanı sıra amansız piyasalara dayalı bir ekonomik model öne sürme açısından biriciktir. Böyle sömürgeci bir piyasa rasyonalitesi, yakın tarihteki kimi en kötü umursamazlık biçimlerinin sorumlusudur. Aralarında Thomas Piketty’nin de olduğu bazı iktisatçılar, sürekli artan gelir eşitsizliğinin bir kaza değil, hâlâ katlanarak büyüyen neoliberal kapitalizmin kilit bir yapısal özelliği olduğunu canlı bir şekilde gösterdiler. Neoliberalizm kasıtlı olarak umursamazdır.

Neoliberal piyasa mübadeleleri öncelikle, aralarında kolay anlaşılmayan bağlantılar olan, küreselleşmiş ve daha fazla sayıda ‘serbest’ piyasanın yaratılması için hükümetlere bel bağlamış son derece güçlü aktörler tarafından kontrol edilir. Aslında büyük ulusötesi şirketlerin manevralarının daha önce görülmemiş düzeylere gelmesini mümkün kılanlar hükümetlerdir. Aynı zamanda, bu piyasa mübadelelerinin temelinde yatan tedarik zincirleri, Bangladeş’teki Rana Plaza giyim fabrikasının çöküşünden Kanada’nın katran kumluklarındaki sarsıcı derecede tahripkâr petrol çıkarma süreçlerine kadar aşırı emek ve gezegenin sömürüsü öyküleriyle dolup taşar. Görünmeyen, değersizleştirilen, sömürülen bakım emeği her yerdedir, hatta bugün Covid-19’un gelişiyle birlikte bu emek, eviçi emekçilerinin oluşturduğu küresel bakım zincirlerinden temel mallarımızı titizlikle üreten ve dağıtan gizli emekçi-bakıcılara kadar belki daha da artmıştır.

Bu arada, iş dünyasının kimi güçlü aktörleri, kendi kâr amaçlı mimarileri dışında sunulan herhangi bir bakım biçiminin altını oyarken kendilerini ‘umursayan şirketler’ olarak tanıtıyorlar. Ucuz bir Avrupa Havayolu Şirketi olan Wizz Air’in reklam sloganı ‘Daha çok umursayın. Daha çok yaşayın. Daha çok olun’; şirket böylelikle müşterilerine ‘Wizz’in umursadığı, dolayısıyla da karbonu dengelemeye yönelik yatırımlar yaptığı konusunda güvence veriyor. Yokluğuyla dikkat çeken şey ise, Wizz Havayolları’nın her şeyden önce hissedarlarına daha çok para kazandırmak için bizim, belki daha az suçluluk duyarak ama yine de uçmaya devam etmemizi umursadığının itirafıdır. Aynı şekilde, ‘kitle modası’** ile eşanlamlı hale gelmiş olan İrlanda çokuluslu perakende giyim şirketi Primark geçmişte çocuk emeği sömürüsüyle kötü bir ün kazanmıştı. Ancak son zamanlarda ‘Primark umursuyor’ girişimiyle ortaya çıktı: Burada, bütün şubelerinde pazarlanmakta olan (güzel kokulu mumlar ve yumuşacık havlular türünden) ‘sağlık ürünleri’nin tanıtımının yanı sıra şirketin ‘insanları ve gezegenimizi’ nasıl umursadığı ayrıntılandırılıyor. Birleşik Krallık’ta British Gas son zamanlarda ücretsiz bakım emeğinin tanınması için yapılan bir kampanyaya katıldı, ancak çevreyi yeterince umursamadığı yolundaki artan eleştirilere yanıt vermeyi hâlâ reddediyor. Bakımla aklamak olarak adlandırabileceğimiz şeyin bu saydıklarımız gibi çeşitli biçimlerine, aslında eşitsizlik ve ekolojik yıkıma katkıda bulunurken kendilerini toplumsal sorumluluk sahibi ‘yurttaşlar’ olarak sunarak meşruiyetlerini artırmaya çalışan çok sayıda şirkette rastlayabiliriz. Bu şirketler bizzat yaratılmasına katkıda bulundukları bakım krizinden çıkar sağlamaya çalışarak verdikleri zararı daha da ileri götürüyor.

Care.com’daki evcil hayvan bakımı ve çocuk bakıcılarından gelişmekte olan kişisel bakım ve ‘sağlık’ sanayiine kadar çeşitli platformlardan oluşan piyasa, sağlık ve eğitim de dahil olmak üzere geleneksel olarak piyasa dışında kalan alanlara piyasa mantığını aşılayarak müşterek bakım kaynaklarımızın ve yeteneklerimizin altını oyuyor. Sağlık, eğitim ve konut da dahil olmak üzere kamusal olarak sağlanan birçok temel hizmetin ve insanların bunları ayakta tutmaya yönelik sorumluluk duygularının içinin boşaltılmasına izin vererek küresel piyasaların en kötü pratiklerinin birçoğunu kolaylaştıran da ulus devletlerin kendileridir.

Umursamaz Devletler

1980’lerden beri ulus devletlerin yöneticileri –en kötü üne sahip olanları Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher, Birleşik Devletler’de ise Ronald Reagan olmak üzere– bizi ısrarla, çeşitli tezahür biçimleriyle bakımın, rekabetçi piyasaların ve güçlü devletlerin omurgası olduğu farzedilen bireyin meselesi olduğuna inanmaya sevk ettiler. Bu ısrarlar düzme bir özdisiplin anlayışının ve yanıltıcı bir iyi ve sorumlu yurttaş fikrinin parçasıdır. Neoliberalizmin ideal yurttaşı özerk, girişimci ve sonsuza kadar dirençli bireydir; bu kendine yeterli şahsiyetin aktif olarak öne sürülmesi, refah devletinin dağıtılmasını ve demokratik kurumlar ile katılımcı yurttaşlığın söküme uğratılmasını haklı göstermeye yardım etti. Bakımın bireyin meselesi olduğu anlayışı, hepimizin paylaştığı incinebilirliği ve karşılıklı bağlantıları tanımayı reddetmekten kaynaklanır; bu inkâr herkes için, ama özellikle de sosyal yardıma bağımlı olup sürekli olarak ‘işsizliği ve bağımlılığı’ tercih etmekle suçlananlar için sert ve umursamaz bir iklim yaratır. Son zamanlarda Birleşik Krallık’ta sosyal yardım ödemeleri için dijitalleştirilmiş Genel Kredi planının uygulamaya sokulmasının ardında bu tür görüşler yatıyordu; nitekim bu uygulama yardım talep edenleri işgücüne sürmek üzere tasarlanmıştı. Uuygulamaya sokulduğu her yerde Daha baştan bu planın feci sonuçları oldu ve hiçbir tasarruf sağlamazken yardım talep edenlere büyük acılar yaşattı.

Danny Dorling’in Peak Inequality’de (Zirve Yapmış Eşitsizlik) gösterdiği gibi, bu büyük çaptaki bakım ve temel sosyal destek yoksunluğu Birleşik Krallık’ta feci bir ortam yaratmakta.[4] Günümüzde, artan bebek ölümlerinden ve ergen suçluluğundan, çoğalan fiziksel ve zihinsel sağlık sorunlarına, yardım kesintilerine ve, müşterek kaynakların çökmesine bağlı olarak sürekli gerginlik içinde yaşadıklarını bildiren, ailelerinin (özellikle yaşlı ebeveynlerinin ve eşlerinin) bakıcılığını yapan kişilere kadar her düzeyde büyük ıstıraplar yaşanıyor. Bu ıstırabın son zamanlardaki en dramatik dışavurumu, bazı yaşlı gruplarındaki, özellikle işçi sınıfı kadınları arasındaki, son yüz yıldan beri ilk kez artan ölümlerdir. Halen Birleşik Krallık’ta ihtiyacı olan bakıma erişemeyen 1.5 milyon yaşlı vardır; bu arada intiharlar artmakta ve sınırlı, kısa süreli terapi için daha çok kaynak ayrılmasına rağmen psikolojik terapi için bekleme süreleri uzamaktadır. Koronavirüs salgını sağcı hükümeti eskiden sadece solun tasavvur edebileceği sosyal destekler sağlamak zorunda bırakırken, son derece dengesiz bir tedarik düzeniyle birleşen bu büyük eşitsizlik mirası, salgının en ihmal edilmiş ve haklarından en çok mahrum kalmış kesimleri, özellikle yaşlıları, kadınları, Siyah, Asyalı, azınlık etnik grupları, yoksulları ve engellileri en çok vurmasına yol açtı.[5] Manzara küresel Kuzey’in diğer bölümlerinde de çok farklı değil.

Aynı zamanda, son birkaç on yıldır Birleşik Krallık’ta ve başka Avrupa ülkelerinde, ne iddia ettikleri kadar ‘değer’ ne de bakım sağlayan çok küçük bir küresel şirketler grubu sosyal reform sürecine el koydu ve onu tekeline geçirdi. Alan White’ın Shadow State: Inside the Secret Companies That Run Britain (Gölge Devlet: Britanya’yı Yöneten Gizli Şirketlerin İçinde) adlı kitabında açığa vurduğu gibi, G4S, Serco, Capita ve Atos gibi büyük şirketlerin içinde olduğu bir dizi skandal ve istismar iddiaları ortaya çıktı. Bu şirketler, Ulusal Sağlık Sistemi, Adalet Bakanlığı, akıl hastalıkları hizmetleri, sosyal hizmetler, engelliler ve işsizlik gibi temel bir takım hizmetleri sürdürmeye yönelik ihalelerin büyük bölümünü kazandıklarından, toplumumuzun savunmasız insanlarının çoğunun sorunlarıyla, çoğu kez kınanacak bir şekilde, onlar ilgilenmekteler.[6] Gerçekte, daha çok sayıda insanı aktif olarak savunmasız hale getirdiler: örneğin cezaevlerinin ve hapse atılan insanların sayısını artırmaya yönelik çalışarak. İşlettiği dev şirketler üzerinde hükümetin etkili hiçbir denetimi olmadığı için bu ‘gölge devlet’ mevcut devleti kullanıyor. Hesap sorulamayan bu özel sektörün katlanarak büyümesinin, yalnızca -Covid-19’un yayılması karşısında Birleşik Krallığın ne kadar hazırlıksız olduğunun gösterdiği gibibakım sağlama kapasitemiz açısından değil, demokrasinin olanaklılığı açısından da feci sonuçları var. Üstelik, bu tür pratiklerden en kötü etkilenenler yerel topluluklar oldu, çünkü birçok ulus devlette yerel hizmetlere ayrılan kaynaklar tükenmekte; bu da sosyal tedarik ve kaynakların en elzem olanlarının bazılarının söküme uğratılmasına yol açıyor. Yakın dönemin kamu sektörü pahasına özel sektörü destekleme mirası salgın sırasında bütün müstehcenliğiyle ortaya çıktı: Büyük şirketler, daha sağcı devletlerin finansal darbe yemesini istemediği tek kesim oldu. Ve salgın devam ettikçe bu dönemin, Birleşik Krallık dahil olmak üzere birçok ülkede taşeronlaştırma için nasıl bir fırsat haline getirildiğine tanıklık ediyoruz.

Umursamaz Topluluklar

Kamusal refah tedarikinin ve kaynaklarının bu şekilde kasıtlı olarak geri çekilmesi ve küresel şirketlerin meta zincirleriyle ikame edilmesi, trajik bir biçimde, yerel topluluklarda bakım açısından son derece sağlıksız bağlamlar oluşturdu. Bizzat sosyal bakım sektöründe bu her yerde olduğundan daha belirgin. Şirketlerin kamu sektöründeki huzurevlerini hükümet politikaları tarafından mümkün kılınan ve dayatılan bir süreç içinde ele geçirmesi, önceleri kendi toplulukları içinde ‘bakılan’ insanların sıklıkla ihmal edilmesi anlamına geldi. Süregiden sömürü, personel azlığı, düşük ücret, zaman baskısı, iş güvencesinin yetersiz olması ya da hiç olmaması, yetiştirme ve destek açığı nedeniyle, bakım sunmaları için istihdam edilen insanların bu yetenekleri ciddi bir biçimde azalmış durumda.[7] Ayrıca, çoğunlukla hizmet verdikleri toplulukla bütünleşmiş olan küçük ve yerel tedarikçilerin ortadan kalkması da topluluk bağlarının çözülmesine katkıda bulunmakta.

Ne var ki, ‘pratik anlamda’ bakımın taşeronlaştırılması, neoliberalizmin topluluğa dayalı bakımın sürdürülmesinin imkânlarını ortadan kaldırma yollarından sadece biridir. Aynı zamanda, şirketler ve özel sektör bir zamanlar müştereken olarak sahip olunan ve topluluğun üyeleri tarafından kullanılan mekânları satın alıp özelleştirdikçe kamusal mekânın çok büyük ölçüde daralmasına da tanık olduk. Örneğin, 1986’da Londra Büyükşehir Belediyesi’nin ortadan kaldırılmasından sonra, büyük ve etkileyici belediye binası (County Hall) ve onu çevreleyen Thames nehrinin Güney Kıyısı’ndaki yapılar Japon bir eğlence şirketine satıldı.[8] Kamusal mekânların yok edilmesi topluluk yaşamı duygusunu giderek daha güç hale getiriyor. İnsanların ister dinlenmek ve zevk için, ister ortak ilgi alanlarına giren sorunları tartışmak, isterse de işbirliğine dayalı kimi projelere katılmak için bir araya gelebilecekleri yerler azalıyor. Bu, demokratik karar alma süreçlerine katılma olanağımız üzerinde yıkıcı sonuçları beraberinde getirirken genellikle yalnızlığa ve yalıtılmışlığa yol açan rekabetçi bireyciliği artırıyor.

Topluluk için daha az kaynak, kârı insanların önüne geçiren bir kültür ve bizi kendi bireyselliğimiz üzerinde odaklanmaya kışkırtan bir toplumsal ve politik çevre, demokrasiyi geliştiren topluluk bağlarını beslemenin giderek güçleşmesi anlamına gelir. Bu kadar umursamaz bir dünya, paylaştıkları kimlik duygusunu dışlama ve nefret üzerinde temellendiren kayıtsızlığıyla (uncaring) ünlü toplulukların gelişmesi için elverişli koşulları yaratır; bunların paradigmatik örnekleri kadın düşmanı istem-dışı bekârlar*** ve beyaz milliyetçi gruplardır. Ayrıca, umursamaz topluluklar insanların gelişip serpilmelerini destekleyecek sosyal kaynaklardan ziyade polisiye önlemlere ve gözetlemeye yatırım yapmaya odaklanır. Umursamazlık hayatın bu kadar çok alanını ele geçirdiğinde ve topluluk bağları bu kadar zayıflatıldığında da, çoğunlukla, toplumun tercih edilen bakım altyapısı olarak ailenin devreye girmesi teşvik edilir.

Umursamaz Akrabalık Bağları

Geleneksel çekirdek aile bakım ve çağdaş akrabalık nosyonları için esas modeli sağlar; bu akrabalık nosyonlarının tümü de ilk ‘anne-çocuk bağı’nın efsanevi uzantılarıdır. Queer bireyler –geleneksel çekirdek aile modelini yeniden üretmeleri koşuluyla– anaakıma giderek daha çok dahil edildikleri halde bu gerçek geçerliliğini koruyor. Bakım çevrelerimiz genişlemedi, hatta acı verecek derecede daraldı.

Bu bakım düzenlemeleri güvenilmez ve adaletsizdir. Çekirdek ailenin temel bakım birimi olduğu varsayılamaz; bakımın piyasaya devredilmesi ise mevcut bakım beklentileri ya da pratiklerindeki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin çözümü olamaz. Sonuç olarak her iki durumda da, hem ücretsiz hem ücretli bakım işlerinin aslan payı (küresel çapta ücretli bakım işlerinin üçte ikisi, ücretsiz bakım işlerinin ise dörtte üçü) kadınların omuzlarındadır. Bütün bu bakım işini neden kadınlar yapmak zorunda? Ya sizi destekleyecek bir aileniz yoksa aileniz sizi reddetmişse ya da siz onları reddetmişseniz? Ya özelleşmiş bakım hizmetlerinin ücretini ödeyebilecek paranız yoksa? Bu düzenin sonuçları, en iyi durumda bakıma en çok ihtiyacı olanların ihmal edilmesi ve yalıtılması, en kötü durumdaysa gereksiz hastalıklar ve ölümdür. Neoliberalizmin yalnızca kendinize ve en yakın akrabalarınıza bakmanız konusundaki ısrarı, ayrıca paranoyak bir ‘kendisinden olana bakma’ anlayışına yol açar ki bu da küresel olarak aşırı sağ popülizmin son zamanlardaki yükselişinin sıçrama tahtalarından biri haline gelmiştir. Bu da, burada özetlediğimiz farklı ölçeklerin ne kadar sıkı sıkıya ve ayrılmaz bir biçimde bağlantılı olduğunun altını çizerek bizi başlangıç noktamıza –küresel düzeyde bakım yokluğundan geleneksel aileye bel bağlamaya– geri götürür.

Uç sağ popülizmin yükselişini ve salgın-sonrası bir dünyanın belirsizliğini yaşadığımız bu süreçte, bakım fikri o kadar zayıfladı ki neredeyse sadece ‘kendimize benzeyen insanlar’a bakmak ve onları umursamak anlamına geliyor. Gerçekten ürkütücü olan bu durumda, popülist devlet aslında ‘farklı’ olana karşı ilgisizlik gösterilerini artırdıkça güçleniyor. Göçmen çocuklar ailelerinden koparılıp alındıklarında, ya da eko-sistemler iklim değişimi sonucunda baştan aşağı yanıp kül olduğunda veya Jair Bonsonaro’nun Brezilyası’nda olduğu gibi neoliberal kapitalist girişimlere yol açmak için kasıtlı olarak imha edildiğinde üzülenler belli ki küçük bir azınlık. Trump’ın Amerikası’nı betimleyen imgelerden birisi, First Lady Melania Trump’ın, üzerinde büyük beyaz harflerle yazılmış ‘Gerçekten umursamıyorum. Ya siz?’ sözcüklerinin olduğu bir ceketle ailelerinden alınmış mülteci çocukların kaldığı bir sığınağı ziyaret edişi. ‘Gerçekten umursamamak’, sağ tarafından bir gerçekçilik biçimi olarak sunuluyor; bu da, bizim umursamazlığın sıradanlığı dediğimiz şeyin güçlü bir kanıtı. Bu ayrıca, bağımlılığın ve karşılıklı bağımlılığın toplumlarımız ve yaşamlarımız için her düzeyde ne kadar önemli olduğunu, bu karşılıklı bağımlılıklar inkâr edildiğinde ise meydana gelen çeşitli yıkımları gösteriyor.

Çözüm

Umursamazlığın bu her yana yayılmışlığını irdelemeye nereden başlayabiliriz? Bizim önerimiz, geçmişteki radikal deneyimlerden başlayarak koronavirüsün aciliyeti bağlamında bakımın yaşamsal bir güç olarak öne çıktığı yakın geçmişe kadar uzanan, ‘pratikte bakım’ dediğimiz örneklerden yararlanmak. Bundan sonraki bölümlerde, bakım fikrini kendi örgütleyici ilkesi olarak ciddiye alan bir dünyaya dair ilerici bir tasavvur sunuyoruz; bu fikir fazlaca uzun bir süredir kabul edilmiyor ve inkâr ediliyordu. Bizim tasavvurumuz bir ‘evrensel bakım’ modeli ileri sürüyor: bakımın yaşamın her düzeyinde ön plana ve merkeze yerleştirildiği bir toplum ideali... Evrensel bakım –bütün dışavurum biçimleriyle–, bakımın yalnızca eviçi alanda değil akraba gruplarımızdan ve topluluklarımızdan devletlerimize ve gezegenimize kadar bütün alanlarda önceliğimiz olduğu anlamına gelir. Evrensel bakıma öncelik tanımak ve evrensel bakım duygusunu geliştirmek –ve bunu sağduyu haline getirmeye çalışmak– bakım odaklı bir politika, doyurucu hayatlar ve sürdürülebilir bir dünya geliştirmek için zorunludur.

Hiç kuşku yok ki, bu evrensel bakım tasavvuruna ulaşmak ivedi olduğu kadar da meydan okuyucu bir çaba: Karşılıklı bağımlılıklarımızı kabul etmek ve bakım ile bakıcılığın tam göbeğinde yer alan ve her yanına yayılan ikirciklilikleri kucaklamak anlamına gelecek. Bu aynı zamanda, bakımın eşitlikçi bir biçimde bölüşülmesini, bir yandan doğası gereği üretken-olmayan emek ve öncelikli olarak kadın işi olarak görülmemesini, diğer yandan da ücretli olduğunda çoğunlukla yoksul, göçmen ya da renkli kadınların işi olarak kabul edilmemesini güvence altına almayı getirecek. Amaç, bütün toplumun bakımın çeşitli keyiflerini ve yüklerini paylaşmasını sağlamak. Bu tasavvur, hayatın farklı ölçeklerinde, aile bakımının sınırlarını yeniden hayal etmek ve daha geniş ve ‘çoklu’ akrabalık modellerini kapsamak; sahiden kolektif ve müşterek bir yaşamı talep etmek; kapitalist piyasalar karşısında alternatif biçimleri benimsemek ve bakım ile bakım altyapılarının piyasalaştırılmasına direnmek; refah devletlerimizi yeniden kurmak, canlandırmak ve köklü bir biçimde güçlendirmek; ve nihayet, köklü bir kozmopolit sosyalliği harekete geçirmek, geçirgen sınırlar ve ulusötesi düzeyde Yeşil Yeni Mutabakatlar biçiminde ortaya çıkar.

 

NOTLAR 

 

* İngilizce “care” sözcüğünün Türkçede çok çeşitli anlamları var: Bakım dışında, özen, ilgi, şefkat, umursama, gözetme bunların başlıcaları. Böyle olunca “caring” bakım odaklı anlamına geldiği gibi özenli, gözeten, umursayan anlamına da geliyor, “uncaring” ise bakım sunmayan, bakım yokluğu ve umursamaz anlamlarında kullanılabiliyor. Yine “carelessness” ‘bakım’sızlık anlamında kullanıldığı gibi, dikkatsizlik, umursamazlık, kayıtsızlık anlamlarına da geliyor. Dolayısıyla İngilizcede “care” teriminin içerik zenginliğini Türkçede tek bir sözcükle karşılamak mümkün değil. Yazarlar “care” sözcüğünün sunduğu bu olanaktan yararlanarak terimi, aile içi bakımdan başlayarak bakım kurumlarını, eğitim kurumlarını ve hastanelerden geçerek kooperatiflerde, dayanışma amacıyla bedava ihtiyaç malzemeleri dağıtımı yapılan yerlerde, toplu mutfaklarda harcanan emeği ve nihayet bütün insanlık, hayvanlar ve çevre için gösterilen duyarlılığı ve yapılan her tür faaliyeti kapsayacak biçimde kullanıyorlar. Dolayısıyla çeviride bakım/bakmak/bakım vermek/bakım odaklı sözcüklerinin yanı sıra, umursamak/gözetmek (örneğin to care for distant others/for the world), umursayan/gözeten (caring), umursamaz/umursamayan (careless, uncaring) ve daha az olmak üzere özen/özen göstermek sözcüklerini kullandım. Ayrıca nadiren de olsa “care”in kapsadığı tüm anlam yelpazesini karşılayacak şekilde “bakım ve gözetme” formülüne başvurdum (ç.n.).

** “Fast fashion”: Mango, Zara gibi kitlesel üretim yapan markalara verilen ad (ç.n.).

*** Incel: involuntarily celibate (ç.n.).

 


[1] Nira Yuval-Davis, Georgi Wemyss ve Kathryn Cassidy, Bordering (Sınır Çekme), Polity Press (2019).

[2] Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life (Kutsal İnsan: Egemen Güç ve Çıplak Hayat), Stanford Üniversitesi Yayınları (1998).

[3] Roma Kulübü, The Limits of Growth, Universe Books (1972); Ann Pettifor, The Case for the Green New Deal, Verso (2019), Kate Raworth, Doughnut Economics, Chelsea Green Yayınları (2018); Naomi Klein, On Fire, (Yanıyor) Penguin (2019).

[4] Danny Dorling, Peak Inequality, Policy Press (2018).

[5] Women’s Budget Group (Bütçe Kadın Grubu), Krizler Çarpışıyor: Kadınlar ve Covid-19 (2020).

[6] Alan White, Shadow State: Inside the Secret Companies That Run Britain, One World (2016).

[7] Bev Skeggs, “What everyone with parents is likely to face in the future” (Ebeveynleri olan herkesin gelecekte karşı karşıya kalacakları durum), Sociological Review, 29 Mart 2019, thesociologicalreview.com. Ayrıca bkz. Bob Hudson, The Failure of Privatised Adult Care in England: What Is to Be Done? (İngiltere’de Özelleşmiş Yetişkin Bakımının Başarısızlığı: Ne Yapmalı?), Center for Health and the Public Interest (Sağlık ve Kamusal Yarar Merkezi) (Kasım 2016).

[8] Saskia Sassen, Losing Control? Sovereignty in the Age of Globalization (Kontrolu Kaybediyor muyuz? Küreselleşme Çağında Egemenlik), Columbia Üniversitesi Yayınları (2015); David Harvey, Rebel Cities (Asi Şehirler), Verso (2013).

 

GİRİŞ RESMİ:

Bakım Kolektifi: Soldan sağa, Jamie Hakim, Jo Littler,  Andreas Chatzidakis, Catherine Rottenberg ve Lynne Segal.