Nasıl bilirdiniz?

Lütfederlerse sayfa vardır, lütfederlerse haberi girersin, lütfederlerse… Kimler onlar? Bir yazar, aktör, müzisyen vs. ölümü dışında kültür sanat haberlerinin ne kadar önemli olup olmadığına karar veren gazete patronları ve yöneticileri...

06 Aralık 2018 14:42

Talihsiz figüran… Talihsiz serüvenin ilk ölecek genç oyuncusu. Ya şişman ya Afrika kökenli ya sarışın ya da gözlüklüsü… Kültür sanat servisleri, medyamızın talihsiz figüranıdır. Gerçekten gözlüklüsü bol olur kültür sanat gazeteciliğinin. Esas oğlanlar, esas kızların yanında, adı bile okunmaz.

Bundan 16 yıl önce Türkiye’nin büyük gazetelerinden birinde göreve başladıktan kısa süre sonra, “büyüklerim” şu cümleyi kuruyorlardı: “Hiçbir yere transfer olmayacağın tek gazetecilik dalına hoş geldin.” İlk duyduğumda gülmüştüm ama anlamamıştım. Transfer olmak meselesine takılmamıştım bile. Kısa süre sonra yaşadım aydınlanmayı. Çok da önemli gelmemişti açıkçası. Onların kastettiği “ne uzarsın ne kısalırsın” imiş, onu da umursamadım. Diğer meslektaşlarım gibi, elimden gelenin en iyisini yapmak dışında bir kararım olmamıştı. Sonra gördüm ki zaten olmuyor öyle transferler falan… Dikkatli bakın, kültür sanat gazetecileri “hep” o müessesededirler… Yıllarca!

Sektörün gözlüklü figüranı, kurum içinde de figüran olarak görülür ve bir ihtiyaç ânında ya onun hikâyesi “bir anlık” önem kazanır (mesela Orhan Pamuk Nobel’i aldığında) ya da ilk öleceklerdendir. Nihayetinde devlet kurumu değil ya (gerçi bugün devlette de kim rahat ki), bir patronun, iki İK (i uzun okunur, k harfi de ka diye…) müdürünün imzasına bakar her şey. Karar verilir, figüran ölür! Talihi varsa, aynı kaderle bir başka filmde çıkar karşımıza. 

“Aman canım, ne yapıyorlar ki?” “Film izleyip, kitap okuyup, sergiye gidip hakkında iki üç tane pırıltılı kelime yazmak da ne ola ki?” “Bunu benim ‘çocuk’ da yazar!” Yazar mı gerçekten? Her hesap yapmayı bilenin ekonomi gazetecisi, her topa vuranın spor gazetecisi olamadığı ülkede, iki kitap okuyanın, bir sergi gören, iki müzik bilenin kültür sanat gazetecisi olacağına inanılır!

Basın tarihimiz açısından da bugünkü “tiraj-kapital” odaklı medya ortamında da en talihsiz aktör kültür sanat servisi olagelmiştir. Lütfederlerse sayfa vardır, lütfederlerse haberi girersin, lütfederlerse… Kimler onlar? Bir yazar, aktör, müzisyen vs. ölümü dışında kültür sanat haberlerinin ne kadar önemli olup olmadığına karar veren gazete patronları ve yöneticileri... Onlar tanımıyor veya önem addetmiyorsa, haberin büyüklüğü de ona göre değişir. Böyledir bu iş. Bir ekonomik kriz patlayıverir ve sayfalardaki azalma, kurumsal açıdan küçülme bahsi geçtiğinde ilk önce, zaten iki, bilemedin üç kişiden mürekkep (ve aslında kurumda birkaç işi bir arada götürmek durumunda olan) kültür sanat servisi için bilenir bıçaklar. Tanrılar kurban istediğinde, sunakta boynu vurulan ilk bakire! İşin tuhafı, birçoklarına kıyasla en yaratıcı, idealist ve bu ideallerini gerçekleştirmek için imkân yaratan ekiptir kültür sanat gazetecileri. Ancak hevesleri öyle bir kırılır ki birkaç yıl içinde (genellikle beşinci yılda olur bu) sayfayı “doldurmak”la idare eder hâle gelirler.

Son 15 yılının tanığı olarak, zaman zaman biraz alay yollu, biraz hakikati içeren bir bakış açısının yansıması olan kimi cümleler duymadım değil: “Aman canım, ne yapıyorlar ki?” “Film izleyip, kitap okuyup, sergiye gidip hakkında iki üç tane pırıltılı kelime yazmak da ne ola ki?” “Bunu benim ‘çocuk’ da yazar!” Yazar mı gerçekten? Her hesap yapmayı bilenin ekonomi gazetecisi, her topa vuranın spor gazetecisi olamadığı ülkede, iki kitap okuyanın, bir sergi gören, iki müzik bilenin kültür sanat gazetecisi olacağına inanılır! Çünkü bir yazar -diyelim Oktay Akbal- öldüğünde, hakkında yazılacak ölüm haberini zaten ajans geçecektir. Kısa bir hayat hikâyesi, kitaplarının adları. Yeter. O yazarın, yönetmenin, sanatçının eserlerinde ne yaptığı hakkında bir bilgi vermek, cümle kurmak gereksizdir. (Canım, sadece cenaze tarihini yaz yeter sen de, deyiverirler. Çünkü 300 vuruş daha fazla yazıya, sayfadaki “ilan” dolayısıyla yer kalmamıştır!) Eh, bu haberi (hele ki bugün) internetten o yazarın biyografisini arayıp bulabilecek, ustaca kopyalayıp yapıştırabilecek herkes geçebilir gerçekten.

Sonra şunu da söylerler rahatlıkla, “zaten ajanslar geçecek.” Gerçekten de yayınevinin, müzik şirketinin, yapım şirketinin, galerinin yolladığı basın bültenleri, gerekli bütün bilgileri içeriyor, onu düzenleyip toparlamak mı iş?

Her şey hayal ettiğimiz gibi, daha doğrusu olması gerektiği gibi olsaydı, “Bu da iş mi” diye sorulmazdı zaten. Yoksa iş; bülteni toparlamak değil… Gerçekten o sergiye gidip hakkında birtakım eleştiri ölçütlerine göre yazmak; bir oyun izleyip derli toplu eleştirisini yazmak; kitap okuyup “tanıtım”ın ötesine geçecek yazıyı yazmak; sinemaya gidip başrol oyuncusunu aslında hangi diziden tanıdığımızı değil oyunculuğunu, yönetmenin yapmak istediğini ve “sinema” filminin diğer detaylarını dile getirmek ve tüm bunları aynı zamanda bir “gazete yazısı” kuralları içinde ele almak bir iş… Yapsın bakalım sizin “çocuk.”

Tarihsel açıdan biraz gerilere gittiğimizde, birçok edebiyatçının, akademisyenin gazetelerde düzenli yazı yazdıklarını görürüz. Haydi, devir değişti diyelim. Aynı “gerilerde” kimi şiirlerin ilk olarak gazetelerde yayımlandığını da görürüz. Aman canım, gazeteler edebiyat dergisi mi? Devir değişti mi tam değişir… Uzun süre birçok gazetenin “kültür sanat” sayfası olmadı bile. Hakikaten de öyle dönemlere tesadüf ettik. Yazar kadrosunda yer alan ve “duayen” olarak adlandırılan (meslekte 40-50 yılı geride bırakmış, sanat olaylarını takip eden mutlaka bir yazar vardır gazetelerde) isimlerin köşelerinde bahsettikleri/edecekleri bir konser, bir albüm, bir kitap yeterli görülüyordu. Vardır yazılar, arşivlerden çıkar; “yazarımız ABC Bey tek başına bizim kültür sanat sayfamızdır” cümlesinin kurulduğu yahut öyle davranıldığı…

Hem artık bazı şeyler daha kolay olur. Bir sanatçı öldüğünde, ilgili haber “400 vuruş”la girilir. Nasıl bilirdiniz? İyi biliriz. Merhumu gömebilirsiniz!

Sonra “ilan” meselesi gelir akıllara.

Birkaç ilan daha almak için gazetelere eklenen sayfalardaki “boşluk,” kültür sanat sayfasıyla doldurulabilir görünür. Zaten ajanslardan geliyordur düzenli, eh her şeyi de arka sayfaya koyacak değiller ya! Sayfanın dörtte üçüne ilan gelir, kalan yere Venedik festivalleri mi istersiniz, İstanbul bienalleri mi, ölen Oscarlı oyuncuları mı istersiniz, ulusal bir edebiyat ödülünü hangi eserin kazandığına ve tören tarihine dair kısa bir haber mi? Hem artık bazı şeyler daha kolay olur. Bir sanatçı öldüğünde, ilgili haber “400 vuruş”la girilir. Nasıl bilirdiniz? İyi biliriz. Merhumu gömebilirsiniz!

“İlan” meselesi bir kere girdi mi akla, çıkmak bilmez.

Reklam ve pazarlama ekipleriyle uzun uzadıya toplantılar yapılır ve “yahu, biz daha fazla ilan almalıyız”, “maliyeti kurtarmalıyız”, “tirajı artırmalıyız” cümleleri kurulup hemen “kültür sanat” odaklı bir hafta sonu ekine karar kılınır. Ve hemen kültür sanat ekibi alınan karardan haberdar edilir. Aynı iki, bilemedin üç kişi, belki bir ilave oyuncuyla bir sahneye daha çıkmak durumundadır. Ne var canım bunda, kitap çıktığı zaman kısa bir haber, yazarıyla bir söyleşi. Albüm olmasa bile bir konser haberi, sanatçıyla mutlaka resimaltı “kutu” içinde bir söyleşi. Mutlaka “ölmüş” bir sanatçının büyük sergisi hakkında bir yazı (ama genel anlamda bir izlenim olmaktan uzak, sergi yer ve tarihinin daha çok altının çizildiği bir yazı). Bitti gitti. Yayınevinden de ilan gelir, çünkü “orada görünmek” isterler. Yapım şirketlerinden de ilan gelir. Galerilerden de gelir. Hatta bir sanat kurumu düzenli ilanlarıyla adeta “sponsor” olur. Gün gelir, düzenli ilan veren sanat kurumunun yerini, AVM’ler alıverir… (“Nasıl bilirdiniz” sorusu tekrar çınlar kulaklarda.)

Aman ilanlar önemli!

Tabii bu “kültür sanat odaklı” hafta sonu ekleri kısa süre sonra kültür sanatın yanından geçen ama işin “magazin” tarafının daha ön planda tutulduğu bir içeriğe evrilmeye, “layfstayl” olarak adlandırılan bir içerikle okura sunulmaya başlar. (Çünkü o layfın içinde kitap çok az yer tutar, bir dizide rol alan güzel suratların daha geniş bir kapsama alanı vardır.) Günlük gazetelerde yer bulamayacak kitap haberleri, konserler, sergi yazıları eklerinin içine sıkıştırılır… Ama önce sağlam bir elekten geçerek! Olası “büyük görmek” eylemi ise “çok” satmayan bir yazarın, popüler olmayan bir oyuncunun, kavramsal dışavurumları kimsenin umurunda olmayan genç sanatçının kaderinde yazılı bile değildir… Zaman zaman araya meşhur “paydaşlar” ve diğer unsurlar girer. Onlarla iyi geçinmek gerekir(!) Çünkü ilan meselesi mühimdir. Bunun yanına tiraj oranından, devamında kâğıt maliyetinin ne kadar külfetli olduğundan söz edilir. Ama kültür sanat çalışanından bahis bile edilmez. (Çünkü ne kültür sanat gazetecileri tanımışlardır, zaten yokturlar…) Bir fikir çıkar ortaya, dâhice bir buluş: “Aman canım, şu kitap mı? O yazarın bir ‘yazar arkadaşı yok mu’ yazı yazdırabileceğiniz, ondan isteyin bir yazı!” Büyük buluş gerçekten. Ancak sormadan edemez insan. Bir yazarın arkadaşı bir başka yazar tarafından yazılmış kitap yazısını, günlük gazetenin sütunları arasında okura sunmak çok mu imkânsız? Ajansların servis ettiği aynı haberleri sunmaktan daha mı az yaratıcı içerik sağlar okura? (Çünkü hâlâ okura özgün içerik sunulması gerektiğine inananlardanım. Meslekteki nice büyüğümden gördüğüm budur.)

Tam burada bir soru daha düşüyor akla. En son, günlük gazetenin kültür sanat sayfasında, konser “izlenim” yazısını ne zaman okuduğunu hatırlayan var mı? Ben biraz hatırlar gibiyim… Kaderin cilvesine bakın ki, o gazete birkaç yıl önce kapandı!

Aslında yıllar önce Osman Ulagay sözleriyle ve istifasıyla altını çizmişti durumun; medya patronlarına yönelik “parasını sen veriyorsun, yazdırma gönder!” cümlesi kurulduğundan beri, fiilî anlamda ülkemizdeki gazetecilik, sözlüklerdeki karşılığına tam olarak denk düşmüyor. Dolayısıyla kültür sanat gazeteciliğini tartıştığımız ortamdaki genel “gazetecilik” hâli, durumun bu hâlde olmasını fazlasıyla açıklıyor ve figüranın her yönden talihsiz olduğunu ortaya koyuyor.

Diyelim bir şekilde övgü yazısı olmayan bu yazınız yayımlandı. Bu roman olmamış yahu, dediniz. Başka zamanlarda “canım hep övgü yazısı var” diye şikâyet edenlerden olsa da, söz konusu kitabın yazarı ve yayıncısının biraz suratı asılır, bu yazı üzerine… (Zaten eleştiri mi var memlekette?) Alın bir fasit daire daha.

Bir fasit daireden söz ediyoruz aslında. Günlük gazetende yer ver(e)mediğin kültür sanat haberini haftalık ekin bir köşesine koyarız diye düşünürsün, ancak o tarihe kadar “eskimiş” olur. Kitap haberi, söyleşisi zaten girmez, çünkü (belki haftalık, mutlaka aylık) kitap eki vardır o gazetenin, ancak oraya da “ilan” veren “paydaş”ın yayımladığı bir yazarsa girer güzel, geniş, ferah… Yoksa hak getire! Zaman zaman bir “ilişki ağı” çıkıverir kültür sanat çalışanının karşısına. İzah edeyim. Mesela yıllar sonra yeni bir kitap yazmıştır bir yazar. Diyelim beş yıl. İki daha koyun, olsun yedi yıl. Bu süre zarfında köprünün altından çok sular akmış, memlekette birçok siyasî, ekonomik hadiseler yaşanmıştır. Elbet onun da söylemesi gereken şeyler vardır. Tam da o ismin kitabının yayımlandığı tarihte “bomba bir röportaj” yapılır. O röportajı yapan kişiyle yazarın dostluğu da vardır elbette. Kitaba dair tek satırın konuşulmadığı, belki memleket meselesinin, belki başka hikâyelerin (aşklar, ayrılıklar hatta sevişmeler) odağa alındığı bir söyleşidir bu. Siz ise, tam da o hafta yayımlanmak üzere kitap hakkında “tarafsız” bir yazı kaleme almışsınızdır. İyiye iyi, kötüye kötü diyen… Ama tembihlemiştir yazar, “kitap hakkında konuşmadık, kötü yazı çıkarsa bozuşuruz” diye. Birdenbire yazınızın ya “tam da ilgili yerlerden” kısaltılmak durumunda kalacağını veya o hafta giremeyeceğini öğrenirsiniz… Çünkü söz verilmiştir! Olumsuz cümle kurulamaz olmuştur. Diyelim bir şekilde övgü yazısı olmayan bu yazınız yayımlandı. Bu roman olmamış yahu, dediniz. Başka zamanlarda “canım hep övgü yazısı var” diye şikâyet edenlerden olsa da, söz konusu kitabın yazarı ve yayıncısının biraz suratı asılır, bu yazı üzerine… (Zaten eleştiri mi var memlekette?) Alın bir fasit daire daha. Günlük gazetede “eleştiri” arayanlar, canım zaten hep tanıtım yazısı yazılıyor diye hayıflanan o meşhur paydaşlar, ucu kendilerine dokunduğunda eleştirileri beğenmeyenler… Onların bu çelişkileri fasit dairemize bir halka daha ekler.

Hazır, meşhur “paydaş”lardan söz etmişken. Sürekli bir salınım hâlindedirler. Aman canım, orada yazı çıksa ne oluuur çıkmasa ne olur, zaten “satış”a bir etkisi yok, cümlesini kolaylıkla kuruverirler. Hatta zaman zaman eki hazırlayan insanların yüzüne söyleyiverirler… Kimileri için (bilhassa son yıllarda) “fenomen” sosyal medya insanlarının “paylaşımları” (hepsinin adı var, instagramır, bukstagramır, blogır, vlogır, yutubır… -kanalıma hoş geldiniz, abone olmak için tıklayınız) derli toplu bir yazıya, söyleşiye tercih edilir.

(Burada bir kamu spotu gireceğim. Bir dönem duyduğumda en çok utandığım cümlelerin başında, söyleşi yaptığım yazarın kurduğu; “Çok teşekkür ederim, kitabı okuyarak gelmişsin…” cümlesi geliyordu. Kitapla ilgili bir söyleşiye kitabı okumadan gitmek, bir sergi için sanatçısıyla söyleşi yapmadan önce sergiyi görmemek, müzisyense albümü dinlememek… çoğalır bu sıralama. Asla akla gelebilecek bir şey değildir oysa. Ancak, sırf eli kalem tutuyor diye, hevesli diye sağdan soldan devşirilen “muhabir”lerin yahut şu “bizim” çocukların sebep olduğu cümlelerdir bunlar. Ama kabahatlisi onlar değil, bana sorarsanız.)

Sosyal medya fenomeninin “kanalından” paylaştığı (bilhassa) kitap tanıtım cümlesinin tercih edilir olması, “paydaş”ların uzmanlığa değil, tıpkı medya kuruluşları gibi kapitale odaklanmasıyla ilgili bir durum. Bu da talihsiz figüranlığın şanından… Hakkıyla yapılan işleri bir kenara bırakıp (var örnekleri, kimileri kapanmış olsa da), bugün hâlâ dişini tırnağına takarak emek harcayanları tenzih ederek belirtmek gerekirse, nice “ek” için, ilan vereni görmek mottosu bu durumu yaratan sebepler arasında. (Varlığı bir dert, yokluğu yara meselesi).

Ama kabul etmek gerekir ki, Ayşe Arman’ın bir yazarla yaptığı, yapacağı röportajla kültür sanat çalışanının yapacağı röportaj aynı değildir. Arman’ınki satışı etkileyecek ama kitaptan biraz söz edilecek bir söyleşidir. Kültür sanat çalışanının söyleşisi kitap odaklı olacak ve satışı çok da etkilemeyecektir. Kaldı ki Ayşe Arman’ın söyleşisi girdiği için gazetenin diğer yayınlarında aynı yazarla doğrudan kitabına dair bir söyleşi zaten giremeyecektir.

Sadece sosyal medyada yok elbette fenomenlik durumu. Geleneksel medyamızda da var onlar. Tecrübeyle sabit olduğu için oradan örnekle ilerleyeceğim. Bu yazıyı okuyan nice kültür sanat muhabirinin, “paydaş” temsilcilerinden duyduğu bir cümledir; “Ayşe Arman’la röportaj…”

Şunu samimiyetle belirtmeliyim ki, 15 yıl aynı müessesede çalıştığım Ayşe Arman’ın şahsıyla veya yaptığı işle ilgili bir durum değil bu. Hatta birçok röportajının çok iyi olduğunu rahatlıkla söylerim… Ama kabul etmek gerekir ki, Ayşe Arman’ın bir yazarla yaptığı, yapacağı röportajla kültür sanat çalışanının yapacağı röportaj aynı değildir. Arman’ınki satışı etkileyecek ama kitaptan biraz söz edilecek bir söyleşidir. Kültür sanat çalışanının söyleşisi kitap odaklı olacak ve satışı çok da etkilemeyecektir. Kaldı ki Ayşe Arman’ın söyleşisi girdiği için gazetenin diğer yayınlarında aynı yazarla doğrudan kitabına dair bir söyleşi zaten giremeyecektir. (Tabii geriye neyin kaldığı kimin umurunda?) Hatta nice oylumlu söyleşi için, “müdür”lerden “canım burası edebiyat dergisi mi” uyarısı gelecektir. Söyleşiyi sayfaya yerleştirdiğinizde, “Bu kadar yazıyı kim okur” isyanı gelecektir. (Bana gelmişliği var.) Az çok yayıncıların, galerilerin, yapım şirketlerinin derdi de anlaşılır tabii. Nihayetinde dünyanın birçok ülkesinde (bilhassa ABD) benzer durumlar söz konusu. Yeni kitabı çıkan bir yazar için Oprah’a çıkmak, Conan O’Brien’a konuk olmak, bir gazetenin kültür sanat sayfasında yer almaktan daha tercih edilebilir olabilir (yine satış odaklı bakıldığını fark etmişsinizdir). Tabii şu da var, gerek medya gerek televizyon yönünden birçok formatını örnek aldığımız (başta ABD) ülkelerdekine benzer bir biçimde, yazarın, ressamın, tiyatrocunun yer aldığı programlar hiç önemsenmedi ülkemizde. Okan Bayülgen’in farklı formattaki bir programına Selim İleri konuk olmuştu, ancak o format birkaç program sonra terk edilmişti… Hâliyle insan soruyor; gazetelerde daracık alana sıkıştırdığımız, hafta sonu ekleriyle “teselli ikramiyesi” verdiğimiz kültür sanata televizyonların kaçı ne kadar önem verdi? Kaç program bir sezon sonra “sponsor yok” bahanesiyle sona erdirildi? Olanlar, gecenin bir yarısına itildi. Cevabını hepimizin bildiği bir soru bu…

Dolayısıyla gazeteciliğin yeniden mümkün olduğu bir dönemde kültür sanat gazeteciliği de mümkün elbette. Ama ne zaman? O figüranın aslında önemli bir hikâyesi olduğu fark edilince…

Bilmem o talihsiz figüran kimin umurunda? Galiba kimsenin umurunda değil. Çünkü, kültür sanat gazetecilerinin okuru/izleyicisi ağırlıklı olarak üç gruptan oluşur; sanatçının kendisi (eseri hakkında ne söylendiğini merak edecektir), sanatçının halkla ilişkiler ajansı ve bağlı olduğu kurum. Bitti… Onlar için de “ilan” esastır ve isimler geçici, kurumlar kalıcıdır! Tek tük takipçi “okur”lar çıkar karşımıza ama onlar da bir elin parmağını geçmeyecektir.

Ne olursa olsun, kültür sanat gazeteciliğini hakkıyla yapanlar oldu, olmaya devam ediyor. Çoğu sahip olduğu yaratıcılığı yedekte tutarak olsa da. Dolayısıyla gazeteciliğin yeniden mümkün olduğu bir dönemde kültür sanat gazeteciliği de mümkün elbette. Ama ne zaman? O figüranın aslında önemli bir hikâyesi olduğu fark edilince…