En iyisi gitmek, fakat nereye?

Hiç kimse ülkesinden kopmak istemez, bilinen bir deyimle "Her horoz kendi çöplüğünde daha iyi öter!"

30 Mayıs 2019 09:30

Yaşamımın büyük bir çoğunluğu doğup büyüdüğüm kent olan Diyarbakır'da geçse de babamın görevi nedeniyle Anadolu'nun değişik yerlerinde de yaşadık. Özellikle Nevşehir, "Kapadokya" diye bilinen bölgede çocukluğumun beş yılı geçti. Yetmiş bir muhtırasında oraya sürülmüştük. Sürgün olmanın ve yabancılığın ne demek olduğunu çocukluğumda da çok iyi anlamıştım. Uzak ve mesafeli bakışlar, dolaylı dışlanmışlık ve görmezden gelinmek... Memleketimize özlem, kaygı, korku ve tedirginlik... Bir çocuğun ruhsal dünyasındaki sürgünlüğün acısı ile bir yetişkinin acısının bıraktığı iz birbirine benzer; belki çocuğunki daha net ve derin ya da daha çok unutuluşa meyillidir.

Sonra, doksanlı yıllarda Avrupa'ya seyahatlerim başladı. Bu seyahatler, okuma akşamları ve konferanslardı. Bir konuk olarak Avrupa'yı gezmek ve gözlemek ile Avrupa'da yaşamak arasında çok fark var elbette, hani denir ya, “yaşayan bilir ancak.”

On yıldır Cenevre'de yaşıyorum, Cenevre'ye politik nedenlerle gelmedim. İster gönüllü gelin ister zorunlu, yeni bir kültüre ve dile alışma kaygısı ve korkusu, yabancılık hissini duyumsatıyorsa, sürgünlüğü tanıyorsunuz, hatta onun bahçesinde geziniyorsunuz demektir. Burada gönüllü yer değiştirmeyi ‘pozitif sürgünlük’, zorunlu olarak yer değiştirmeyi, yani yerinden ve yurdundan zorla göç ettirilmeyi ‘negatif sürgünlük’ diye adlandırabiliriz.

Demokrasisi gelişmemiş ve savaş hâlini yaşayan ülkelerden, diğer ülkelere göç dalgası ve kaçışlar, tarihin hazin gerçekliğidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve Avrupa'da yaşanan savaşlarda da milyonlarca insan öldürülmüş, aydınlar ve yazarlar ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlar. Yaşar Kemal'in ünlü çevirmeni Cornelius Bischoff, Hitler faşizminden kaçıp Türkiye'ye sığınan Yahudilerdendi. O dönemlerde birçok Yahudi ailesi Türkiye'ye sığınmış, bu aileler İç Anadolu'da, Yozgat ve Çorum gibi illere yerleştirilmişler.

Stefan Zweig ise, ülkesi Nazilerce işgal edilip, gestapo tarafından rahatsız edilince, ülkesini terk etmek zorunda kalır ve Brezilya'ya yerleşir; eşiyle orada intihar ederler. Bu acıya tanıklık ve korkuya intiharla karşılık veren Walter Benjamin de gestapodan kaçar ve Fransa sınırında intihar eder. Doğanın en güçlü varlığı olan insan, teknolojiye ulaşıp harikalar yaratırken, kendi arasında doğal ve barışçıl bir ahenk yaratamadı ne yazık ki!

Tarihe dönüp baktığımızda İsviçre, birçok yazara, sanatçıya kucak açmış ve onlara ev sahipliği yapmış. Aklıma gelen İsimler, Kürt diline ve edebiyatına büyük katkıları olan Bedirxan kardeşlerden Abdurrahman Bedirxan, Cenevre'de yaşamış, Kürdistan Gazetesi’nin bazı sayılarını burada yayımlamış.

Kürt Doktor Abdullah Cevdet, İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurucularından olup, sonradan bozguncu olarak suçlanınca Trablusgarp'a sürülmüş, ardından 1897'de Cenevre'ye gelmiş ve çalışmalarını burada sürdürmüş; dergi çıkarmış ve kitap yayımlamış. Cenevre’de görüşleri değişmiş, Osmanlı Milliyetçiliği yerine çok kültürlülüğü savunmuş. Sonra, Stefan Zweig, Rosa Luxemburg, Lenin ve Borges de İsviçre'de yaşamışlar.

Türkiye'nin gerçek anlamda demokratikleşememesi, ötekilere, farklı kültürlere ve dillere saygı gösterme bilincinden yoksunluğu ve son yıllardaki savaş hâli, zorunlu göçü ve kaçışları dayatmıştır.

Baskıcı rejimlerde ilk önce aydınlar hedef alınır. Tarihin sayfaları o kadar çok örneklerle doludur ki, Milan Kundera ve Emil Cioran da ülkelerini terk etmek zorunda kalıp, Paris'e yerleşen ve oldukça verimli olan yazarlardan. Romen asıllı Emil Cioran, ülkesinden uzakta yaşamanın ve acı çekmenin onu üretici kıldığını, hatta anadiliyle yazamayıp acı çekmeyi ritüelleştirerek Fransızca yazmayı tercih edenlerden.

Çok sevdiğim İrlandalı yazar James Joyce da, o savaş yıllarında bir gezgin gibi Paris ve İtalya'da yaşıyor, son durağı ise Zürih oluyor. Türkiye'nin büyük şairlerinden Nâzım Hikmet, yıllarca cezaevinde kaldıktan sonra, Moskova'da sürgün hayatı yaşıyor ve orada vefat ediyor. Aynı kaderi ünlü Kürt yönetmen Yılmaz Güney de yaşadı, bilindiği gibi, o da uzun yıllar cezaevinde kaldıktan sonra, Türkiye'den kaçıp genç yaşta Paris'te vefat etti. Yine aynı kaderi paylaşan Kürt ses sanatçısı Ahmet Kaya da, "Bundan böyle anadilimde söyleyeceğim!" dediği için, linç girişimiyle karşı karşıya kaldı. Paris'e kaçtı ve orada vefat etti.

Sanatçılar, entelektüeller toplumun umutları, korkuları ve simgeleri hâline geliyorlar. Diasporada yaşarken, kaygı özlem ve tetikte olma hâlini derin kavrayışla üretime dönüştürmek gerekiyor. Birçok yazar ve entelektüel için ülkesinden kopmak, farklı bir algıya ve üretime de geçişi sağlıyor.

Örneğin, 70'li yıllarda İsveç'e giden Kürtler, kendi anadillerine sıkıca tutunup ve elbette İsveç devletinin de katkılarıyla Kürt edebiyatının ve dilinin gelişimini sağladılar.

Said, "Sürgün olmak, entelektüel yersizliği ve yurtsuzluğu ifade eder. Bu ifade, kendi içinde trajik bir kopuşu da barındırmaktadır. Entelektüellerin evrensel yalnızlığıyla başlayan bu kopuş durumu, onun kimliğinin de bir parçası hâline gelir." diyor. Said'e göre, kendi halkının acılarını temsil etmek, çektiklerine tanıklık etmek, hâlâ ayakta olduğunu göstermek, belleğini pekiştirmek yolundaki bu olağanüstü önemli göreve bir şey daha eklenmelidir ki, bunu gerçekleştirme yükümlülüğü yalnızca entelektüele aittir.

Hakikat, eşitlik ve adalet ile ilgilenen entelektüeller, başka kültürlerle, başka dillerle karşı karşıya geldiğinde, kendilerini daha iyi anlayabilir ve anlamlandırabilirler. Başkaları değil mi bizleri bize tanıtan ve varoluşumuzu yapılandıran?

Bir aydın çaresizleşirse, sürgünü nostaljide boğup, düşünsel olarak gelişmezse, üretmezse, yok oluş o zaman gerçekleşir. Sürgünü, varoluşsal edime çevirmek, aydının biricik görevi olmalıdır. Varoluşunu gerçekleştirmediği, yani sürekli düşünsel bir dinamizm içinde olmadığı zaman, bunun adı: Huzursuzluk, yetersizlik, kronik acı, umutsuzluk olur, yani yaşarken ölü bir nesneye dönüşmek... Diasporayı bir vampire çevirmek ancak, bizim eylemsizliğimiz ve kendiliğimizi yitirmişliğimizle mümkün olabilir. Buna işaret ederken, acımızı, savrulmuşluğumuzu görmezden gelip bastıralım demiyorum, çünkü acıyı dillendirmemek, bastırmak, Pollyannacılık oynamak da kişiyi silikleştirir, kendi aynasında çoğaltıp miyoplaştırabilir.

Diasporayı "cehennem" olarak görmek, kendinden vazgeçişle başlar. Düşünsel, yenilik ve sürekli üretim diasporayı ironikleştirebilir. Diasporada akıl ve düşünce penceresinden bakamamak, hep duygusal ve nostaljik trans halini yaşamak, travmatik ve kronik depresyona sürükler; bu sürükleyiş, koskoca pişmanlıklar, keşkeler, anlamsız bir boşluğa dönüşür. Diasporayı çekilmez hale getiren duygu: Korku, aldanma, boşunalık yani varolamamışlık duygusudur.

Diaspora sorunu bir kimlik sorununu da barındırır. Diasporadaki hiçlik ve kaotik atmosferi anlamlandırmak, üretmek ve eylem içinde olmaktır. Daryush Shayegan'ın deyişiyle, entelektüel ve sanatçılar, toplumun mutsuz bilincini temsil ederler. Ona göre entelektüeller, iktidara muhalif olup, eylemleri her şeyden önce siyasi olanlardır. Çünkü gerçekliği kavramak, bunu dillendirmek, özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin özünü oluşturur, bu özün gerçekliğini artistik ve estetik olarak kavrayışı da sanattır.

Sanatın büyülü gücüne inanıyorum, insan ancak sanatı kavradığında gerçek anlamda özgürleşebilir. Hiç kimse ülkesinden kopmak istemez, bilinen bir deyimle "Her horoz kendi çöplüğünde daha iyi öter!" Ülkesinden zorunlu olarak kopuş, insanları, yazarları ve sanatçıları zorluklara sürükler. Yeni bir dilin zorluğunun yanı sıra, okurlardan ve aktivitelerden kopuş sanatçıyı hüzünlendirir, çünkü her sanatçı kitleyle karşı karşıya geldiğinde, daha çok üretme ve yazma isteğiyle donanır.

"Diaspora edebiyatı" tanımını doğru bulmuyorum, "Diaspora edebiyatı" demek, edebiyatın sınırlarını daraltmak ve lokalize etmektir. Kendi ülkesinde yaşamayan yazarların eserleri incelendiğinde, hâlâ yaşadıkları ülkeyi yazıyorlar, özlemle ve inatla neden? Herta Müller, Romanyalı ve Berlin'de yaşıyor, inatla savaşın insan üzerindeki etkisini, Çavuşesku'nun ve faşizmin baskıcı rejiminde savrulanların hikâyelerini yazıyor. Çünkü insan, çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının ürünüdür.

Cenevre'ye 2008’de geldikten sonra, 2013 yılına kadar hiçbir şey yazamadım, yeni bir dil, yeni bir kültür ve çevre hiç de kolay değildi! Gereksiz problemlere kafa tuttuktan sonra beş kitap yazdım. Bir Kürtçe roman ve iki öykü kitabım yayımlanmayı bekliyor. Cenevre'de Sonbahar adlı Türkçe romanımda her ne kadar atmosfer Cenevre olsa da, geriye dönüşlerle ülkemi ve yaşanan acıları, yalnızlığı, iki kültür arasında sıkışmışlığı ve hiçbir yere ait olamamayı yazdım. Bilincim beni hep ülkeme sürüklerken, Cenevre'nin atmosferi de romanlarımda usulca yer ediyor. Konuşmamı Herta Müller'in romanından bir alıntıyla bitirmek istiyorum. "Bunu hesaba hiç katmamıştım. Kendime sordum, sen aslında neredesin? En iyisi bavulu tekrar almak ve gitmek, fakat nereye?”

                       

 

"En iyisi gitmek, fakat vereye?" Suzan Samancı'nın 25. Mayıs 2019'da Winterthur/İsviçre'de "Diasporada Yazmak" Edebiyat Buluşması'nda okuduğu metindir.