Süreyyya Evren: “Hiçlik bir ses de olabilir mi?”

"Kitapla ilgili tok bir duyguya sahibim. Her şey olması gerektiği gibi oldu, gibi bir duygu; ve her şey söylediğim gibi. Bu iyi bir şey midir kötü bir şey midir bilemem ama her şey söylediğim gibi, her şey vaat ettiğim gibi. 'Kitap çıkmış, nasıl hissediyorsun?' diye soran birkaç kişi oldu, hep aynı yanıt çıktı içimden: 'Tok bir his.' Kitabı yazmaya başlarken hissim tam tersiydi: Açlık!"

07 Ekim 2021 09:53

Süreyyya Evren’in Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara! romanını elime alıp üzerinde üçgen prizma olan kapağını araladığımda ilk şu sözle karşılaştım: “Bir kitapta tek bir kişi yazar olamaz, eskidendi o.” Bu tespit farklı bir evrene girmemi sağlayıp bambaşka karakterlerle tanıştırır mıydı beni? Yeni bir kitaba başlayan her okuyucunun en iyimser temennisidir bu. Ve evet, temennim tutuyordu sanırım. Ki bir de, bir yokuş vardı. İnilmesi gereken ve sonra çıkılması gereken… Yokuş hem yokuş olarak vardı; –hurra diyerek inişe geçeceğimiz– hem de bir karakter gibi vardı, sonunun ne olacağı belirsiz ağır adımlarla çıkabileceğimiz. Gelecek, tırmanılacak olan yokuşun başlangıç noktasından asla göremeyeceğimiz şekilde, yokuşun tepe noktasında bekliyordu bizleri.

Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!  bambaşka bir evren yaratarak koyuyor hikâyesini önümüze. Distopik öğelerin varoluşu nitelediği bir dünya mı bu? Hipermanisi bu derece yüksek ve yokuşlarının bol olduğu bir şehirde neden olmasın! Yeni yaratılan, yokuştan mütevellit üçgenlerden oluşan böyle bir evren içinde, özellikle K karakterinin kendi evrenini yeniden inşa ettiğini görüyoruz. Diğer karakterlerin de hikâyenin ana yapısına uymak/uyum sağlamak gibi bir dertleri yok. Ne hikâyeyi ne de okuyucuyu düz bir yere konumlamayan Süreyya Evren ile yokuş aşağı ve yokuş yukarı, derinlemesine yaptığımız sohbetimiz için buyurun lütfen.

Edebiyatın farklı türlerinde kitaplarınız var, birçok kurgu dışı kitaba da imza atmışsınız, çevirmensiniz, farklı türde kitap çevirileriniz de var. Bu farklı türde kitaplar, bu kitaplar üzerine çalışmak, üretmek yaratım süreçlerinizi nasıl etkiledi? Edebiyatın yaratma çeşitliliği, insanın yaratma kapasitesine katkısı hiçbir sanat dalında yok desem, ek olarak siz ne dersiniz, nasıl yorumlarsınız bu durumu? 

Farklı türde kitaplar, dergiler, yayınlar, farklı türde metinler üzerinde üstelik yazarlık, editörlük, çevirmenlik gibi farklı şapkalarla çalışmak ve üretmek hayatımın temel aksı. Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’'da da bu duruma bir gönderme yapılıyor hatta. Her zaman kitapların çokluğu içinde yaşamak istedim ve yaşadım da şans o ki. Yaratım süreçlerini mutlaka etkiliyordur bu. Nasıl etkilediğini tam kestiremiyorum, ama her zaman yanımda çok ve çeşitli metin var yürürken.

Edebiyatı diğer sanatlardan üstün tutan bir konuşma, tabii belirli bir coşkuya kapılıp yapabiliriz. Belki ben de yapabilirim fakat ciddi ciddi yapamam bunu. Öncelikle pratiğimin edebiyat ve sanat arasında gelgitlerle şekillendiğini söylemek lazım belki. Sanat dünyasındaki gelişmeleri yaşayarak, okuyarak, düşünerek, deneyimleyerek, tartarak çok ve vazgeçmek istemeyeceğim bir zaman geçiriyorum hayatta. Dahası, edebiyat içinde de sadece şiir, sadece kısa öykü veya sadece roman veya sadece edebiyat eleştirisi yazanlar çok. Bense hep ilişkilerin içinde ve üzerinde nefes alıyorum.

Öte yandan insanın yaratma kapasitesine illa ki iyi gözle bakılmıyor bugün. Dertlerin de yaratıcısı muamelesi görüyor bu kapasite yer yer sanki.

İsminden kapağına, içeriğine, fiziki biçiminden konuları ele alış biçimine, anlatımına varana kadar okuyucunun farklı bir kitapla karşı karşıya olduğunu anlamasını sağlayan bir deneyim vaadi var romanda. Burada kullanmayı tercih ettiğim “vaat” kelimesi Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara! kitabı için ne kadar doğru bir kelime sizce? Şunu sormak istiyorum aslında: Alışıldık kalıpların dışında bir seyri olan böyle bir roman ilk olarak kafanızda nasıl şekillenmeye başladı? Mesela boş bir kâğıda üçgenler çizerken mi oluştu böyle bir hikâye?

Kitabın okuyucuya farklı bir deneyim vaadi taşıdığını ben onaylarım onaylamasına da bu ne kadar anlamlı olur bilemem; sonuçta okur kendi deneyimini kendi değerlendirmek isteyecektir. Benim içim sadece şu anlamda rahat, kitapla ilgili tok bir duyguya sahibim. Her şey olması gerektiği gibi oldu, gibi bir duygu; ve her şey söylediğim gibi. Bu iyi bir şey midir kötü bir şey midir bilemem ama her şey söylediğim gibi, her şey vaat ettiğim gibi. “Kitap çıkmış, nasıl hissediyorsun?” diye soran birkaç kişi oldu, hep aynı yanıt çıktı içimden: “Tok bir his.”

Kitabı yazmaya başlarken hissim tam tersiydi: Açlık!

Okurun hiçbir şekilde boş kareye basmasına vesile olmadığımı düşünmek hoşuma gidiyor. Hiç metinsel poz yok. Mahallede kapısının önden geçtiğim, geç saatlere kadar tek başına, tuhaf ve yarı loş bir mekânda çalışan bir yorgancı var. Onun çalışmasının görünümünün içinden yazmaya da meylettim.

İşin kendisine duyulan açlık; anlatılara duyulan açlık; üçgenlere, hikâyelere, durumlara, mizansenlere, yokuşlara duyulan açlık… Hiçbir yaranın bozmadığı, dışarıda bırakılmadığı, hiçbir numaraya karnı tok olmayan bir yazma başlangıcı.

“Bir kitapta tek bir kişi yazar olamaz, eskidendi o.”

Giriş cümlesinin hemen sonrasında K ile tanışıyoruz  ve ailesiyle. Bir üçgenin dibinde yer alan dikdörtgen prizmanın içinde yaşayan K’nın bu dikdörtgen prizmanın dışına çıkma ideali, sahneye bir başkasının çıkmasıyla açılışını yapıyor aslında. Gecenin “iyi insanlarına” hitap eden bu kişiyle romanda sadece K olmayacağını, bu üçgenin iç açıları içinde yaşayan insanlara hitap eden bir anlatıcının da olacağını, K’nın ailesinin, K’nın serüvenlerine katılacak diğer karakterlerin de olacağını, bu romanın bir hikâye anlatısı değil, “panlatı”sı olacağını her yokuş başlangıcında ve bitişinde anlıyoruz. İyi insanlara bir şeyler anlatan anlatıcı yokuşlarda düştüğünde daha iyi anlıyoruz hatta. “Yazarın yazar, okurun okur konumunda olması kitap başlayana kadardır.” Yokuşlar üzerine kurduğunuz, K’nın evini yokuşun bittiği yere konumladığınız, metaforik veya çağrışımlı değil, yokuş’un bir karakter gibi var olduğu bu panlatı’da ilk olarak “yokuş”u konuşalım mı?

Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara! benim için hep bir yokuşlar kitabı oldu. Veya yokuşa bir kavram olarak bakarsak, bir yokuş kitabı. Yokuştaki dengeyle anlatıdaki dengeyi uyumlandırmaya yöneldiğim bir hikâye. Birbirine bağlanan yokuşlarıyla İstanbul’u yaşadığım bir anlatılar serisi. Yokuş, yürüyen kişiyi bedenini fark etmeye çağırır. Düzayak bir yürüyüşün aklı bir karış havadalığına izin vermez. Adımlarınızı, bedeninizi, bastığınız yerin eğimini, özelliğini düşünmek durumunda bırakır. Bedenin bu fark edilmesiyle kitaplar içinde geçmesi planlanmış bir ömrün kitapların dışını fark etmesi de önemli.

Okur, yazar ve K karakteri arasında da bir üçgen var belki. K, Serrob ve Nih de bir üçgen kuruyor. Kitap çok sayıda üçgen anlatı mekânı içeriyor. Benim için mesele okuma deneyimini bu üçgenlerin içine çekmek, üçgenin içinden yazmaktı. Okuma ve yazma edimlerini oyunun tam içine almak…

Her şey gündelik hayatta, İstanbul’un yokuşlarında başladı hoş: Tepeleriyle meşhur İstanbul’da evden işe, işten eve gidip gelirken hayli dik bir İstanbul yokuşunu inip çıkmam gerekiyor. Bu yokuş inip çıkmalar yokuş hakkında düşünmeye, giderek bir yokuşlar kitabı yazma arzusu duymaya itti beni. Bir gün yokuşu inerken paldır küldür düştüm ve bunda bir başlangıç ânı buldum. Derken her yokuşun bir üçgen olarak görülebileceğini fark ettim ve her şeyi üçgenler üzerinden kurmaya ve anlamaya başladım. Yokuşlarıyla İstanbul hikâyenin tam ortasına gelebildi. Yokuş ile uçurum arasında bir açı farkı olması temaları ve olayları etkiledi. Yokuşlar giderek tüm eğimleri merak ettirdi, tüm olasılıkları.

Kitabın bölümlerini oluşturan Fiskos’lar boyunca K’yı tanımaya, isminin tam olarak ne olduğunu anlamaya, Hemşirelik Yüksekokulu’ndan mezun olan K’nın Redim 89 hastanesine girme isteğine şahitlik etmeye başlıyoruz. K size tam da bu haliyle mi geldi? Anlattığınız yokuşta K’yı tam da anlattığınız bu haliyle mi tanıdınız?

K kitap boyunca değişiyor, yenileniyor, anlatıyla birlikte doğuyor ama anlatının gerçek dünyanın içinden kendi evrenini koparıp çıkarması ve yuvarlanıp gitmesi gibi K da hikâyeden yuvarlanıp kopup gidiyor. Özerkleşen bir kahraman K.

İş başvurusu için evden çıkmak epik bir yolculuğa dönüşüyorsa, K yolda değiştiyse, yokuş da, yol da değişmiştir, okur ve yazar da sanıyorum.

K’nın başlıca çıkış noktası sıkı, direngen genç kız imgesi oldu. Pes etmeyen, mücadele eden, var olan… Demir leblebi. Bu sözcükleri özellikle tekrar edip durmak kitabı düşünmeme yardımcı oluyordu. Demir leblebi, demir leblebi… İki filmle, Robert Bresson’un Mouchette’i (1967) ve Reha Erdem’in Hayat Var’ıyla (2008) zihnime kazılan bir imge. K’dan K/k/araca’ya varan direnç kuvvetini hayal edebilmemi bu iki filme borçluyum.

Başkalarını kurtarmaya dayanan bir işe girerek kendi kendini kurtarmak isteyen bir başlangıçtı onunki belki. Kendi kendini kurtarmak ile başkası tarafından kurtarılmak arasında büyük bir gerilim olduğu gibi, başkasını kurtarmakla kendi kendini kurtarmak arasındaki gerilim de bariz.

“Gerçek hayat sadece yazıdır, yazı.”

Nihilist kumru, Serrob, İyi fikir yokçu, Tul vb… Hikâyeye K dışında girip çıkan tüm karakterleri konuşmak isterim sizinle, nihilist bakış açısıyla, nihilizm üzerinden. Bu nihilist etki, hikâyenin görünmeyen bağlacı gibi sanki, ne dersiniz? Görünen tek şey, varlığı net olan, bazı sayfalara çizdiğiniz üçgenler. Üçgenlerin dışı, hiçliğin içi gibi beliriyor sanki ve bu yüzden de çok büyük bir cesaret, mücadele, olay akışlarına karşılık direnme var, fakat hiçlik görünmese bile hep orada, bir bağlaç olarak üstelik, ne dersiniz?

Kitabın evreninde “hiç” sözcüğünün önemli bir yeri var gibi. Ama bir yandan da hep bir yeniden doğma söz konusu. Nihilist olanlar romantik de…

Yaşamın yokluğuna karşı yaşamı savunduğunu söyleyen bir kitap çıktı ortaya, ki bu aynı zamanda ölümün yokluğuna karşı ölümü savunmak anlamına geldi. Kitap bir gün bir yokuşun tam ortasında belirdi ve sonra yavaşça bir yokuşun içinde yitti.

Hiçlik bir ses de olabilir mi? Kitabın çıkış noktalarından biri bir radyo imgesiydi çünkü. 2018’in ocak aylarından itibaren, kendimle baş etme biçimimde bazı değişiklikler olduğu düşüncesine kapılmıştım. Kendi,bana yeni gibi gelen, zihin ve duygu durumumu karşılayacak tonu radyo başında frekans arayan biri gibi arıyordum adeta. Radyo imgesi buydu, kulağımı kocaman, eski bir radyoya yaklaştırmışım, düğmeyi hassas bir meseleyi çözmeye çalışırcasına hafif hafif çeviriyorum, kendi yeni sesimi olabilecek en sahici şekilde bulmaya çalışıyorum. Bu aradığım (hayali) radyoya Ippişamin radyosu ismini taktım bir noktadan sonra. Bir tür iç ses, aslında daha çok iç form. Radyo Ippişamin, 92 nokta X gibi… Yani soru şuydu: İçinde bulunduğum benlik hissinin bir kitapta alabileceği, alması yakışacak en isabetli form nedir? Bu nasıl bir yazıya varmalı? Nasıl bir kitaba varmalı, varabilir, varasıdır? Bu radyo imgesi kitapta Dalgalaşma Odası dediğim yere, okurla hayalî bir oyun randevusuna hazırlanmaya, okurun oraya sızmasını orada beklemeye döndü.

“Protokol ihlali yoksa aşk da yoktur.” 

Aşkı anlatış biçiminizi konuşmak istiyorum.  Ölümü ve mücadeleyi de aslında…

Kavramların da birer karakter gibi panlatıda dolaştıklarından kuşkulanıyorum, kavramlarla hissiyatları karşılaştırmanıza bakınca. Kavramlar kitapta gerçek yaşam formlarıyla iç içe. Kitap bitmiyor, duruyor aslında.

Başkasına yardım etme, başkasına yardım ederken iyileşme, başkasını kurtarma ve başkası tarafından kurtarılma gibi kavramlara yakın duruyormuş gibi bir izlenim veren düşünüşler bende hemşirelik fikrinde somutlaştı. Hikâyenin merkezinde o yüzden bir hemşire var. Birinin diğerine yardım etmesinin türlü formlarını düşünürken birden hemşirelik pratiği ışıldadı gözümde. İnsana dair çok şey bildiklerini düşündüm. İnsana dair ne bildiklerini merak ettim. Yaşama ve ölüme dair çok şey bildiklerini düşündüm ve yaşama ve ölüme dair ne bildiklerini merak ettim. Bunları hâlâ merak ediyorum, bir şey değişmiş değil. Şimdi elimizde bir de kitap var sadece.

Ömür bir açı gibi de düşünülebilir, bir dar açı.” Bu dar açıda kendi evrenini yaratmanın zaman-mekân-olay örgüsünü konuşmak isterim sizinle. Ha yuvarlak ha üçgen, yuvarlak dünyanın dışına çıkardığınız dünyada da zaman-mekân-olay algısı hikâyenin oluşumuna göre şekilleniyor ve evet, dar açılar tüm darlığı ile orada dursalar da olaylar bazında ilk başlanan yerde olunmaması, mekânların şeklinin şemalinin yeniden belirlenmiş oluşu, zamanın yokuş inerken 14 dakika, yokuş çıkarken 15 dakika oluşu, tüm bu esneklikler bir rahatlamayı da beraberinde getiriyor diyebilir miyiz?

Gerçek hayat sürdürülebilir formlarla genişliyor sanki kitapta. Kahramanımızın ev dışında bir dünya yaratma çabasıyla başlıyor. Mekânlar, mekânların bellekleri, üçgenler, esnemeler, rahatlamalar öne çıkıyor.

Kendi deneyimlemediğim bir olayla ilgili bir imge, kitabı yazarken hep gözümün önünden geçen imgelerden biri oldu. Ben henüz 5 yaşındayken yaşanmış. 1977 1 Mayıs’ı. İstanbul, Taksim Meydanı, Kazancı Yokuşu. Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’yı yazma sürecinde beni kovalayan imge şuydu: Bir sandık elma Kazancı Yokuşu’ndan aşağıya dökülüyor. Ve yuvarlanarak tıngır mıngır aşağıya akıyorlar, düşüyorlar, zıplaya hoplaya, yuvarlana yuvarlana gidiyorlar. Yeşil ve kırmızı elmalar. Onların düşüşlerini, yokuş aşağını akışlarını görme duygusundan kopamıyordum ve bu etkili oldu bende süreç boyunca. Eski bir imgem halbuki, hatta acaba videosunu mu çeksem diye düşünmüştüm bir ara. Dolayısıyla kitap o elmalardan birini tutup kurtarmak arzusu da hakkında ve o elmalardan birini kurtarma edimi hakkında; tutup çekerek, kaldırarak, düşmesini engelleyerek. Bir el uzanıyor ve bir parmak ve elmalardan birini tutuyor. Ama çok engellerse, çok bastırırsa, bütün Kazancı Yokuşu’nun ve giderek bütün İstanbul’un da dengesini bozabilir.