Sürekli unutulan, sürekli hatırlanan

"Kunt’un hiçbir kitabı bugüne kadar bir ikinci basım görmemiştir. Sahne projektör ışığına boğulmuş ama orada hiç kimse yok. Şunu da biliyoruz: Bekir Sıtkı da Celal Sılay, İlhan Tarus veya Reşat Enis gibi başka şair/yazarlarla birlikte, sık sık unutulan yazarlar listelerine girip çıkmış, demek boyuna 'unutulmuş olarak', unutulmasıyla hatırlanmıştır, yeri sağlamdır."

26 Mayıs 2022 21:30

 

“Gölgede kalmış yazar” deyince ne anlıyoruz? Daha “büyük” bir başka yazarın gölgesinde kalmış bir yazar mı, mesela Oktay Rifat ile Melih Cevdet’in gölgesinde kalmış Sabahattin Kudret Aksal mı? Yoksa düpedüz unutulmuş bir yazar mı, kimsenin gölgesinde kalmadığı halde artık okunmayan, çünkü zaten eskiden de pek okunmamış bir yazar mı? Mesela Ümran Nazif Yiğiter bunlardan hangisidir? Öte yandan, meseleyi “kıymeti bilinmemiş yazar” şeklinde tanımlarsak da işin içinden çıkamayız: “Kıymeti bilinmemiş” diye işaretlendiğine göre mutlaka bu kıymetin farkında olan bir merci de vardır, bir alıcı çevre; ve kıymet sıralamasının belirlenmesinde her zaman etkili olmuş bir mercidir bu. Ama bunlar belki de beyhude işkillenmeler: daha temel gerçek, yazarın ister kadri bilinsin ister bilinmesin, ister gölgede kalsın ister güneş altında pişsin, zaten okunmuyor ve okunduğunda bile okunmuyor olduğudur. Bunun en şaşmaz kanıtı şiir antolojileridir, bolca yer ayrılmış talihli şair bile mutlaka en ünlü, çünkü en kolay(cı) parçasıyla temsil edilir; parçanın kısa olması da tercih sebebidir. Ben hiçbir antolojide Cansever’in “Ha Yanıp Söndü, Ha Yanıp Sönmedi Bir Ateşböceği” veya “Bir Yitişten Sonra” şiirlerine rastlamadım. Çoğu şair/eleştirmen de hakkında bir konuşma yapacağı şairi ilk kez daveti aldıktan sonra okumaya başlamıştır, panel gününe dek ne kadar okuyabilirse artık.[1]

Belki en isabetlisi şunu söylemek: Gölgede kalan yazardan çok, belli aralıklarla güneşe girip çıkan (“radara giren”) yazar vardır. Mesela Oktay Rifat’ın Bay Lear romanı kırk yıl içinde üç baskı yapmış, yirmi altı ve on iki yıllık aralarla, 1982, 2008, 2020. Yazarın kendisi okurlar (öğrenciler ve hocalar) arasında hiç “güncelliğini” yitirmediği halde kitaplarının yeni basımları yapılmıyorsa eğer, sorun ailede, vârislerde ve hemen her zaman avukatlardadır, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği romanında ya da Mehmet Seyda’nın Oyuncakçı Dükkânı ve Anahtarcı Salih başlıklı öykü toplamlarında olduğu gibi. Eski sosyalistlerden Hasan İzzet Dinamo’nun ‘60’lı yıllarda çok okunan beş ciltlik Kutsal İsyan’ı bile Tekin Yayınevi’nde 2000’li yıllara gelinceye kadar yeni basımlar görmüştür.

Burada Bekir Sıtkı Kunt (1905-1959) nev’i şahsına münhasır bir vaka gibi durur. 1930’lardan 1990’lara kadar bir kısmı bugün de güneşte olan bazı yazar ve eleştirmenlerin ilgisini çekmiş, takdirini kazanmış olduğu anlaşılıyor: Hakkı Süha Gezgin (1937), Mehmet Behçet Yazar (1938), Tarık Dursun K. (1951), Melih Cevdet (1953), Tahir Alangu (1959), Hikmet Dizdaroğlu (1959), Olcay Önertoy (1984), Veli Sarıkamış (1991)… Ama Kunt’un hiçbir kitabı bugüne kadar bir ikinci basım görmemiştir. Sahne projektör ışığına boğulmuş ama orada hiç kimse yok. Şunu da biliyoruz: Bekir Sıtkı da Celal Sılay, İlhan Tarus veya Reşat Enis gibi başka şair/yazarlarla birlikte, sık sık unutulan yazarlar listelerine girip çıkmış, demek boyuna “unutulmuş olarak”, unutulmasıyla hatırlanmıştır, yeri sağlamdır. Ben de onunla önce Tahir Alangu’nun hâlâ iş görür Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman (1968, ikinci basım) kitabında tanıştıktan sonra, Talkınla Salkım (1937, kendi yayını) ve Ayrı Dünya (1952, Yeditepe) adlı öykü kitaplarını ‘70’li yıllarda sahaflarda bulmuştum. İki öyküyü anacağım burada.

***

Bugün de sahaflarda bulunabilecek Yataklı Vagon Yolcusu’ndan (1948, Varlık) kitapla aynı adı taşıyan öykü, Alangu’nun da antolojisinde yer alan iki parçadan biridir ve Vüs’at O. Bener’in Dost (1952) kitabının dördüncü öyküsü “Kömür”ü hatırlattığı için güzeldir. Ankaralı bir bürokratın İstanbul’da eşi ve küçük kızıyla birlikte (iki gece “Beyoğlu âlemi” de dahil) bir aylık tatilden sonra yataklı trenle Haydarpaşa garından başkente dönüşünü anlatır.

“Hayatından memnundu. Uzun (yahut izinle geçtiği için kısa), yarı güneşli, güzel bir sonbahar ayını, her dakikasından ayrı bir zevk alarak, bütün yüreğiyle sevdiği İstanbul’da karısının o sıkıcı terzi, kunduracı dükkânlarına ve akraba ziyaretlerine onu da beraber sürüklediği günler müstesna, hemen hemen âvare, dilediği gibi boş ve rahat geçmişti.”

Vapurla Haydarpaşa’ya geçip “trende yerinin emin olmasından dolayı, derin bir iç huzuriyle” yataklı vagondaki kompartmanlarına yerleşirler.

“Beyoğlu âlemlerine rağmen hâlâ cüzdanında bir miktar para vardı, yataklı bileti portföyündeydi.”

Sonra perona iner: “Dudaklarında tüten bir sigara ile, içine çektiği dumandan fevkalade zevk alarak, kır karışmış başı açık (…) kümeler halinde toplanan yolcular ve geçiriciler arasında bir tanıdık var mı” diye çevresini süzmeye başlar.

Bir an bir tanıdık yüz farkeder gibi oldu. Dikkatle baktı, hafızasını yokladı. Evet, o olacaktı. İşte karşısındaki adam da onu görmüş, tanımış ve ürkek bir baş eğişiyle selâm vermişti. Bu, arkadaşlarından birinin odacısıydı. Arkadaşını dairesinde ziyarete gittiği günler odacıyı tabiî birçok defalar görmüş, yüzü ve şekli aklında kalmıştı. Paltosunu ve şapkasını alan, cigarasına kibrit yakan, susadıkça temiz bir bardakla su getiren bu adamdı, hizmet ehli, terbiyeli, biraz budalaca yüzlü bir adam. / Çoktan görülmiyen bir dost gibi, sıcak bir kabulle, odacının selâmına karşılık verdi, lâf olsun diye de: – Ne o, diye seslendi, buralarda ne dolaşıyorsun? (imla orijinal)

Adam önce “sağlığınız beyim” der, sonra “kekeliyerek” devam eder: “– Şey.. hiç.. yani. Hasta bir annem vardı. Ağırlaşınca bana mektup yazdılar. Daireden izin aldım, buraya geldim. Sizlere ömür, göçtü zavallı.” İşine dönecektir ama yol parası kalmamıştır. Bürokrat, “karşısındakini anlamamazlıktan gelerek, ‘E, yani?’ diye sor[ar].” Odacı: “Yani, bana bir insaniyet, bir yardım yapamaz mısınız? Ankara’ya dönünce size bu parayı tabiî öderim.” İşte bu noktada bürokrat “kıfkıflanmaya” başlar, içinde irili ufaklı ahlak anaforları oluşuyordur:

İlkin zihni bu “parayı iade ederim” cümlesi üzerinde durdu. Lâf mı bu! Parayı iade edecek! Pöhh!.. Bir fakir odacıya verilen para geri alınmaz! / Dudaklarındaki cigarayı yere tükürdü, ağzı birden acılaşıvermişti. / Bir anda odacıya karşı garip bir soğukluk ve nefret hissetti. Fakat aynı an içinde yüreğinde tuhaf bir yumuşaklık da duymadı değil! Bu birbirine aykırı iki hissin karışık tesiri altında, önce kendi nefsini düşündü. Aklı portföyündeki yataklı biletine kaydı. Cüzdanında parası vardı. Vazifesine dönünce de işlemiş aylığı hazır bulacaktı. / Annelerin ölümü pek hazin ve acı bir şeydir. Fakat, bereket versin, kendi annesi çoktan ölmüş, bu yara çoktan kapanmıştır. / Muhtaç insanlara yardım etmek, onlara el uzatmak… Bu bir insanlık vazifesidir. Fakat bu vazife ile hiç karşılaşmamak ne kadar daha iyi!.. Fakir bir insandan mümkün olan yardımı esirgemek! Bu, daima vicdanı rahatsız edecek bir şey olur. Odacı tabiî üçüncü mevki ile gidecek, üçüncü bileti nihayet on liranın içindedir. Fakat keşki yüz lira, üç yüz lira, beş yüz lira olsaydı. O zaman içinden en ufak bir eza bile duymadan, bunu reddedebilirdi. Keşki ona hiç rastlamasaydı. Yahut kendisi parayı vermek üzere elini cüzdanına götürürken odacı, yer yarılıp, yerin dibine girse, (hadi bu olamayacağına göre) bari düşüp sekteden geberse!..

Anlatıcıyla karakterin bakışları eklemlenir: “İnsanın kafası, dünyanın en esrarlı, en müthiş, en muzlim kutusudur. Bu düşünceler bir an içinde, ziyanın süratinden bin kat daha ziyade bir süratle kafasından gelip geçti.” Bürokrat “oltasına balık dokunduğunu hisseden bir balıkçının sakin ve emniyetli duruşuyla bekleyen” odacıya bakar, sonra “âni bir hareketle odacının eline bir on liralık” uzatır. Adam teşekkür etmeye bile vakit bulamadan gişelere koşar.

Ama bürokratın içi hiç rahat değildir, trene bindikten sonra pencereden sarkarak adamın arkasından uzun uzun bakar, sonra onu görmez olur. Koridorlardaki kalabalığa sürtünmemeye çalışarak üçüncü mevki vagona gider:

“İçini nedamet bir kor gibi yakıyordu (…) Tahta kanapelerde birçok insan vardı. Bağdaş kuran, yan yatan, birbirinin omuzuna dayanan, çerez yiyen ve kırk yıllık ahbap gibi, senli benli konuşan bir halk… (Halkın bu tekellüfsüz kaynaşması ne güzel şey!) Fakat her cinsten, her boydan haşir neşir olan bu halk arasında asıl kendi aradığını bulamadı.”

Yüksek memurun iyice keyfi kaçmıştır.

“Hani, on lira için değil, pokerde elli lira, yüz lira kaybettiği geceler bile bu kadar fenasına gitmemişti. O oyundur, kazanmak da kaybetmek de şans işidir. Fakat bu öyle mi ya!.. Şimdi yalnız odacıya değil, bütün insanlara kızıyordu.”

Kompartmana döner, eski Wagon-Lits şirketinin görece rahat yatağına uzanır ama huzursuz, uykusuz bir gece geçirir:

“Daracık yatakta bir yandan öbür yana dönüyor, kıvranıyor, bir türlü uyuyamıyor. (…) Ona öyle geliyor ki, bütün bir tatil ayından vücutça ve kafaca ettiği istifade, bu gece güme gitmiştir.”

“Ankara garına indikleri zaman [elinde olmadan] tekrar odacıyı hatırladı. Şimdi olsaydı, bavulların otomobile taşınmasına yardım ederdi!”

Bener’in belki de aynı yıl yazılmış “Kömür”ündeki birinci tekil anlatıcı, Kunt’un kişisinden çok farklıdır. Kunt’taki tuzu kuru bir bürokrattır, taraftarlarınca hep “Genç Cumhuriyet” diye anılan yönetimin memurlara sunduğu imtiyazlardan sorgusuzca ve afiyetle yararlanır. Onda, genel ilkelerle özel çıkarların –her zaman peşinen ikincinin galibiyetiyle bitecek olan– hileli çatışmasını izleriz. Ama dışardan ve biraz uzaktan izleriz. Bener’deyse kişinin bütün iç karıncalanmaları, kendi aldatma ve aklama çabaları büyüteç altına yatırılmıştır; bürokrat değil de küçük memur olduğu anlaşılan birinci tekil kişi, her şeyi bir “varoluşsal kriz” olarak yaşar ve sahte ile sahici, namusluyla namussuz arasındaki sınır da Bekir Sıtkı’dakine göre çok daha belirsiz, bulanıktır. Öykü, olaylar olup bittikten epey sonra, küfeci çocuğun sözünün hatırlanmasıyla açılır:

“‘Bu kömür benim ağabey, bak da…’ demişti. Ufacık bir söz insanı rahatsız edebilir. Bak da, sonra kuşkulanma.”

Bu söz incitmiştir V.O.B.’un adamını:

“Hesaplı bu laf, iğneli. Sen çaldın, dersin. Senden bir acıma beklenmez, demek istedin galiba. Anlıyorum. Ama ne hakla? Yanlış. Herkes kötü olabilir. Nereden belli benim de… İyi kişiliğimi alaya aldı, canımı sıktı bu çocuk.”

Bir cumartesi günü, adamın kömürlükten çatı katındaki odasına kömür taşıtması gerekiyordur. Hamallar fazla para isteyecek diye endişelenir, ev sahibinin öğüdü onu rahatlatır:

“Küçükler var efendim. Onlar çok iyi. Ne verirsen ver sesleri çıkmıyor.”

Ankaralı küçük memur, “İyi işte,” der içinden, “sesleri çıkmasın da! Hamallarla çekişmek sinirlerimi bozar.” Hamalların bekleştiği çimenliğe, küçüklerin arasına doğru yürür. Biri daha büyük iki çocuk yumruk yumruğa dövüşmekte, çevredekiler de onları kızıştırmaktadır. Bener’in adamı da önce seyreder, sonra rahatsız olur:

Beyaz pardösüm, efendi kılığımla aralarında bulunmamı kimse yadırgamıyor. Ama, sahne uzadı gibi geldi bana. Birden tuhaf bir pişmanlık duygusuna kapıldım, sağımdakine dönüp:

– Yazıktır, yeter artık, ayırın canım şunları, dedim.

Hamal önce anlamazca yüzüme baktı, arkasından güldü:

– Ayıralım mı? Aldırma bey. Alışıktır onlar, sen keyfine bak.

Bak şimdi, yufka yürekli sandı beni.

Ankaralı küçük memur aşırı şiddet görüntüsüne katlanamıyor, ama “yufka yürekli” görünmekten de rahatsız oluyordur. Sonra bekçi gelir, hepsini kovalar. Adam kös kös evine yollanırken birden dövüşen çocukların daha küçük olanını görür. Pazarlık eder: “kömürlükten yukarı kata taşıyacaksın:” Çocuk bu hileli muğlaklığa izin vermez, “Çatıya” diye kesinleştirir. Adam içerler, “Neyse işte. Ne istiyorsun?” “Ne vereceksin?” “Yirmi beş kuruş” diye kestirip atar. Çocuk yerinden doğrulurken, “Bak çoksa, çok isterim ha!” der.

Sevinçliydim. “İyi be! Yirmi beş kuruş. Şimdiye kadar aklım neredeymiş. Yazık liralara. Haftada bir, ayda dört. Dört lira. Namussuzlar! Bizi para babası sanıyorlar.”

Yanımda, bana yetişmeye çalışarak, topallaya topallaya yürüyordu. Bir aralık durdu.

– Ne o? dedim.

Arkasını yan döndürüp sırtındaki küfeyi gösterdi.

– Bu kömür benim abi, bak da…

Baktım, küfenin dibinde birkaç parça kömür vardı, güldüm:

– O kadar boğuştun, dökülmedi mi bunlar?

Suratını astı:

– Yoktu o zaman. Demin koydu anam. Yolda bir karı görmedin mi?

– Ha, o anan mıydı senin?

– Ya.

– İyi, olur olur…

Eve giderler, kömürlük kapısının kilidi açılmaz, çocuk “Asıl abi, açılır” der. Sahiden de biraz asılmayla kilit açılır. Kürek yoktur, çocuk, “Peki” der, “ben elle doldururum. Sen rahatına bak. Ben doldurur getiririm.” Kömür üç seferde çatı katına taşınacaktır. Bu arada adam yine karıncalanır:

“Bırakıp gidiyordum, içime kurt düştü. ‘Asıl abi, açılır ha?’ Dur hele, ne olur ne olmaz. – Beraber çıkalım küçük!”

Onu seyrederken adamın huzursuzluğu azalmaz, artar:

“Bunun ufacık elleriyle… İşimiz var. Bekle ki küfe dolsun. Karnım da acıktı. Kışın bu derdi var işte. Bereket bu akşam konserdeyiz. İş yok Hamiyet’te… Nerede o eski ses. Tabii zamanla… Dün midemi bozdum. Karıştırıyorum… Bir gazoz çekmeli. Omzum ağrıyor. Uff! Rüzgâr çıktı be… Şu paltonun taksidi de ödenirse, bir radyo kalır, eh o da…”

Sonunda iş biter, küçük hamal ücretini beklemektedir. Adam cüzdanını çıkarır, aksi gibi yirmi beşlik yoktur, “Delik kuruşluklar, bir yeni beşlik, bir de gümüş lira var. Hay aksi… Şimdi bunu bozdurmaya mı gideceğiz? Sıkıntım arttı.” Bir yere sıkışmıştır diye cüzdanı bir daha, bir daha karıştırır.

“Aklıma gene o, ‘Asıl abi, açılır!’ lafı geldi. Durdum. Çocuğun yüzüne baktım: Dupduru bekliyor ama… Çıkışmayacağını bile bile kuruşları sayıyorum al baştan. ‘Ne kurttur bunlar. Yeri belledi de şimdi… Hemen yeni bir kilit almalı. Eğreti olduğunu biliyor. Biraz da fazla versem mi? Gözü kalmasın ha! E, ne anladık biz bundan?”

Şöyle bitiyor öykü:

Yüzümün kızardığını anladım. Vereyim mi, vermeyeyim mi? En son, “Lanet olsun be” dedim. “Ver gitsin. Ne olur, ne olmaz.”

Birden gümüş lirayı yakalayıp çocuğun avcuna koydum.

– Al git hadi.

Şaşırdı.

– Bu lira abi!

– İyi ya işte, beğenmedin mi?

Beğenmez olur muydu, hemen toparlandı. Bir “Sağ ol!” çekti, uzaklaştı.

“Bu kömür benim ağabey, bak da…” demişti. Bak da sonra kuşkulanma. (italik orijinal) 

Adamın kuşkulanmalarına, korkularına ve Sartre’ın kullandığı anlamda “kötü niyetine” (mauvais foi) hiç de gurur verici olmayan bir ayna tutmuştur çocuğun sözleri ve namusluluğu. Benzeyiş ve farka dönelim. Bekir Sıtkı’da bürokrat ile odacı arasında hissedilmiş bir temas yoktur, ayrışık kalırlar. V.O.B.’da ise durum çok daha yapışkan, çok daha “viskoz”dur. Bekir Sıtkı’da odacının öznelliğini hissedemeyiz, sadece dışardan görülen bir suret, daha doğrusu bir kalıptır, bir rol, bir işlev. Bener’de öznellik çoktan egemenliğini ilan etmiş, ince bir buğu gibi öykünün her yerine, olaylara ve kişilere nüfuz etmiştir. Bürokrat herhangi bir vicdani rahatsızlık yaşamaz, sadece kazıklandığı için keyfi kaçmıştır. Hele bavulları da otomobile attıktan sonra yine rahatlayacaktır. Bener’in memuru sadece kendi iç dünyasını değil, çocuğun duygulanımlarını da üstlenmiş gibidir. Öykünün başının ve sonunun da işaret ettiği, hissettiği yapışkan öfke ve suçluluk bir türlü geçmeyecektir.

Ama tematik benzerlik de yadsınamaz. İkisi de “Genç Cumhuriyet’te” daha baştan belirginleşen o halk-vatandaş karşıtlığına odaklanmıştır, rejimin Yakup Kadri ve Esendal gibi ideologlarının da sezdiği ama hiçbir zaman bir “eleştirel gerçekçi” (Lukàcs) gibi kavrayamadıkları bir karşıtlık. İki ana karakter de hem cömertliği hem cimriliği yüzlerine gözlerine bulaştırırlar; ikisi de uzun bir duraksamadan sonra, parayı bir anda kurtulmak istermişçesine, geleceğe kaçar gibi ellerinden fırlatırlar. İkisinde de mahcubiyet, hatta suçluluk karışmış bir öfke görülür, ama Bekir Sıtkı bu sıkıntıyı içerden yaşamaz, hâlâ ‘20’li, ‘30’lu yıllarının Fahri Celal ve Esendal gibi her şeyi gevrek, rahvan, “hafif” ve epeyce amiyane bir anlatımla (halkçılık, halka doğru) sunan “yerel renk” gerçekçilerine yakındır. Fırtına, bulanma ve koyulaşma ise aynı günlerde öbürüyle başlamıştır çoktan.

***

Göz gezdireceğimiz ikinci parça, Alangu’nun antolojisinde yer almayan, Kunt’un son kitabı Ayrı Dünya’dan (1952, Yeditepe) “Hayat Her Zaman Olduğu Gibi” öyküsüdür. Tatlı bir dinlenme sahnesine açılır öykü, Boğaziçi’nde Üsküdar-Kuzguncuk arasında, sahilde bir kahve: “Kahve (Paşalimanı’ndaki balıkçı kahvesi) çınar, atkestanesi, akasya gibi ağaçların gölgesine sığınmış.” Bu doğal çerçeve içinde bazı küçük insani oluşumlar gözlenir:

Telveli boş bir kahve fincanı önünde, adamın biri, şekerleme kestiriyor, bıyıkları sarkık, çenesi göğsünde, elleri karnının üstünde çaprazlanmış (…) Kahvenin sokak tarafındaki parmaklıklarına yakın bir takım boyalı moyalı kadınlar oturuyor. Yanlarına ikide bir, işçi kılıklı, –civardaki tütün deposundan olacak– genç adamlar gelip gidiyor. Daha iç tarafta, çınarın altında bir harem ağası; –kara kuru, ince uzun bir Arap–, zayıf bacaklarını ileri uzatmış, karşı manzarayı seyrediyor. (noktalama orijinal)

Karşı manzara: “Dolmabahçe, Çırağan, Ortaköy Camii, korular, tepeler, evler, evler…” Demek ‘40’lı yılların sonu, ‘50’li yılların başı Boğaz görünümüne üst üste yığılmış insan yapısı şekiller karışmaya başlamıştır. Ama henüz görünümün baskın öğesi değildir:

Gökte manzarayı her an değiştiren, bâzı parlak, bâzı soluk gösteren bir sonbahar güneşi… Deniz orta yerine kadar camgöbeği yeşil, ondan sonrası masmavi. Beşiktaş önlerinde teknesi aşı boyalı, pas renginde bir şilep demirlemiş, bacasından ince bir duman tütüyor. Uzaktan uzağa bir şirket vapuru Boğaz’a çıkıyor. Karşı yakadan bu tarafa gelen bir kayık, bir batıyor, bir çıkıyor gibi…

Kahvenin önünde, kaldırımın kenarında dayalı iki üzüm küfesi… Birinin salkımları sapsarı, bal damlaları gibi… Öbüründe buğulu buğulu kara salkımlar… Üzümler kahveciye aittir, hem kahve işletiyor, hem üzüm satıyor. (…) Kıyıda tersine çevrilmiş iki üç kayık var. Kayıkların etrafında çipil çipil ıslak ayaklarla kazlar geziniyor, başları yerde, hiç durmadan, usanmadan aranıyorlar. Arasırahızlanıyorlar. Mutlaka bir şey bulmuşlardır. Bir solucan, bir böcek, filân… Yutu yutuveriyorlar.

Sahnedeki tek ısrarlı, sert, hatta tahakkümcü ve saplantılı (çünkü insanı andıran) hareket, kazlarınkidir. Bunun dışında dinginlik hâkimdir görünüme, şilebin, kayığın hareketleri doğal akış ve oynaşmanın bir parçasıdır. Görünüm hiç bulanık olmamasına rağmen, aşırı, saplantılı bir dikkat ve kesinlik isteği tarafından da ihlal edilmemiştir: iki kaz değil, üç kaz değil, “iki üç kaz”. Bir görünümdür bu, ya da Anday ile Oktay Rifat’ın çok sevdiği sözcükle bir “görünü”: dokunulmak, değiştirilmek için değil, görülmek, seyredilmek üzere sunulmuştur görmeyi seven gözlere.

Zaman zaman bu peyzajı insani oluşumlar rahatsız eder. En başta “boyalı moyalı kadınlar” ve onların çevresindeki “işçi kılıklı” (çünkü işçi) gençler.

“Kadınlar suratsız mı suratsız… Dudaklarının ruju, karadut yemişler gibi, âdeta morumsu… Kaşlar yoluk yoluk… Yüzleri kireçle badanalanmış sanki… Ama, gerdanları esmer… Yanaklarına birer pembe göl oturmuş…”

Bu cümleleri, Oktay Rifat veya Anday’da (ne de Bener’de) pek bulamayacağımız, ama galiba Kemal Tahir’de bolca karşılaşacağımız şu epeyce galiz ve ideolojik kısım izler:

“Üstelik bir de bir kendini beğenmişlik, bir ahkâm, bir kırıtma, deme gitsin… Ahbap işçiler, –çoğu bıyıkları terlemiş genç çocuklar– karşılarında kul köle… Neredeyse gözlerinin içine girecekler… (Anlaşılan bin defa tatmışlar tadını!) Kahvecinin suratı nedense asık. İnsana öyle geliyor ki bu sürtük kadınlara hizmet etmekten arlanıyor.” (a.b.ç.)

Roland Barthes’ın eline ver, didik didik etsin.

Ama dediğimiz gibi baskın olan, bu insani çıkıntılar değildir. Her seferinde tahakkümsüz doğa galip gelir:

“Havada tütün gibi, tasta ıslatılmış kına gibi bir koku var. Bu, çürümüş yaprak kokusudur, sonbaharın kendi kokusu. Çınarın dalından, bir kuş kanadı gibi titreşerek, bakır renkli bir yaprak düştü. Rüzgârın bile sesi yok… Kulak kabartsan, civardaki çeşmeden yalağa dökülen damlaların pıtırtısı işitilecek.”

Zaman kipleri üç tanedir; “-dir”li “-dır”lı geniş zaman fiilleri dış sestir, olaydan biraz geriye çekilmiş anlatıcının yargılarını veya açıklamalarını belirtir: “Üzümler kahveciye aittir”, “Bu, çürümüş yaprağın kokusudur.” İkincisi, şimdiki zamanı ya da “şu ânı” belirttiğini varsaydığımız “-yor” kipidir. Ama daha sonra Oktay Rifat’ta daha da vurgulanacak bir şekilde, geniş zamanı, ya da boyuna tekrarlanan bir şimdiyi belirtir daha çok. Bu ânı, bu anda olup biten bir edimi işaretleyen ise düz geçmiş kipidir: “Bakır renkli bir yaprak düştü.”

Bu yaprak öyküde birkaç kez düşecektir, her seferinde bir insani tatsızlığı cezalandırır gibi.

“Sessizliği bir ara boyalı karıların münakaşası bozdu. Genç bir işçi, –bir dilimi sarı, bir dilimi lâcivert, örme başlıklı bir oğlan, Fener taraftarı olacak– hızla masadan kalktı, sokağa doğru kaçtı. Arkasından, karıların en sıskası, en küçüğü, çocuk yüzlüsü –asıl kızan oydu herhalde–  kaldırıp, isabet ettiremedi ama, bir su şişesi fırlattı, bir de ‘senin sinsileni!’ Şişe paramparça oldu, her parçası bir tarafa…Erkek hiç dönüp bakmadı. Kazlar vak vakladı.”

Sonra, sahnenin öbür insani öğelerinin tepkilerini izleriz. Öykünün başında, bitmiş kahvesi önünde uyuklayan adam gözlerini açar ve giderken cam kırıklarına basmaması gerektiğini düşünür. Harem ağası da “ama zorlu karıymış be” diye geçirir içinden. Korkmuştur. Masaya dayalı gümüş saplı bastonunu “ne olur ne olmaz” diye eline alır: “‘Şaşarım şu erkek kısmının aklına’ diye düşündü, ‘ne diye kahırlarını çekerler bu karıların… Tüh, tüh böylesi erkeğe…’ Ve hadım olduğuna bin şükretti.” İzleyen pasaj: 

Karşı manzaranın üstünden bir bulut geçti. Dolmabahçe sarayı, bembeyaz, pırıl pırıl, güneşli kaldı. Beşiktaş sırtları bir müddet karardı. Sonra yine aydınlandı. / Kazlar cam kırıklarının yanına gittiler, yiyecek bir şey var mı, diye baktılar; sonra, acele acele eski yerlerine döndüler. Çınar ağacından bir kuru yaprak daha düştü.

Sonra yine uyuklayan adam vesilesiyle bir “sosyal” gözlem: Adam “bir uyanıp bir uyuklıyarak, elalemin Sirkeci’lerde, Balıkpazar’larında, Galatalar’da –bütün bu dar, havasız, sıcak, ana baba günü gibi kalabalık yerlerde– didine didine rızklarını kazanmıya çalıştıkları saatlerde, günün tam zevkini çıkarıyordu. Esnedi, gerindi, elini kasketinin altına sokup tatlı tatlı kaşındı.” Sonra oraya her gün bu saatlerde gelen bir “mektepli çocuk” kahveciden on kuruşluk beyaz üzüm alır, “her taneden ayrı bir zevk aldığı dudaklarının ifadesinden, gözlerinin bayağı [?] süzülüşünden belli olarak, yiye yiye yoluna devam” eder. Kahveci küfelerin yanında başka bir kapta duran ezik üzümleri yoksul görünüşlü bir ihtiyara on kuruşa satar: “(Herkes salkımla almaz a… Ezikleri yiyecek ağızlar da yaratılmıştır.)” Kahveci adamın sonra kutuyu geri getirmesini istemeyi de unutmaz. Tam bu sırada uyuklayan adam da sessizce yerinden kalkmış, kahve parasını bırakmadan tüymek üzeredir.

“Kahveci işin farkına varmıştı. Bir pars gibi ileri atıldı: ‘Ulan pezevenk, deyyus, parayı vermeden nereye kaçıyorsun?’”

Adam bir an kaçmayı düşündükten sonra, kalkarken vermeyi unutmuş gibi yaparak uzatır parayı. “Harem ağası” bu manzara karşısında afallamıştır.

“Gümüş saplı bastonunu koltuğun altına gizledi. Mercan tesbihini avucunun içinde sakladı. Kahve pek güzeldi. Kalkıp gitmek istemiyordu canı.. Ama gidiyormuş gibi, kahve parasını çıkarıp masanın üstüne koydu.”

Sonra:

“Kazlar çeşmenin bulunduğu tarafa kaçıştılar. Çınar dalından birkaç kuru yaprak birden düştü. Denizden bir motorun pat patı işitildi.”

Bu arada “deminki” Fener taraftarı genç işçi de geri dönmüştür ve “uslu edepli” oturmaktadır “sıska” kızın yanında. Yine bu arada, para vermeden kaçmaya yeltenen ve bu yüzden kahveciden azar işiten adam bir iş meselesini konuşmaktadır kızgınlığını unutmuş kahveciyle:

“Harem ağası şaşkın şaşkın, bir kahveciye, bir o adama, bir sıska karıya, bir de sarı-lacivert başlıklı oğlana baktı: ‘Ayo… bunlarınki yalancıktan be…’ diye ince, alaycı sesiyle çetrefil çetrefil söylendi, ‘bunlarınki eşşak cilvesi be..’”

Küçük küçük “tarifeli” olaycıklar devam eder, artık daha yavaş, insani olanla doğalın peş peşe birbirini izlediği yumuşak bir tempoyla.

Genç işçi, dostuna simitçiden çörek aldı. Kazlar baş başa verip pis bir nesneyi didiklemeye başladılar. Kuzguncuk’tan Üsküdar’a giden bir vapur kıyıdan kıyıya geçti, dalgaları birkaç defa ruhtuma çarptı.

Harem ağası gümüşlü bastonunu korkusuz, masaya dayadı. Mercan tesbihini -kara ellerine ne deyakışıyordu- evirdi çevirdi. Demin çıkarıp masanın üstüne koyduğu kahve parasını, belki düşer kaybolur, diyerek tekrar cebine indirdi.

Hayat her yerde, her zamanki gibi, akıyordu.

Bu sakin, telaşsız, alışılmış akışın, bu doğal döngünün aslında kıl payı bir dengeyi, her an çökebilecek bir dengeyi temsil ettiğini hissetmiyor muyuz? “Hayat, her zamanki gibi” derken bundan memnun mudur Bekir Sıtkı, yoksa ironi mi yapıyordur, her yerin, her zamanın kötülüğü devam ediyor” mu demek istiyordur? “Boyalı moyalı sürtükler” derken, kendi “şahsi” ahlaki tutumunu mu yansıtmaktadır, yoksa yine Kemal Tahir veya W. Faulkner gibi kendi cümlelerini zamanın önyargılarını, ahmaklıklarını sergileyecek bir çerçeve olarak mı ortaya sürmektedir? Bu yargıç ve bürokratın, zamanın “halkçı” ideolojisine bağlı bu CHP’li hukukçunun asıl niyetini bilemeyiz. Benim “şahsi kanaatim”, Kunt’un asıl şunu hissettirmek istediğidir: Bu kıl payı denge ne kadar da tehlikeli, ne kadar da kırılgandır! Boğaz dalgaları arasında oynaşan o kayık her an ters dönebilir, tatlı doğal doku yırtılabilir ve altından İsmet İnönü’nün o kadar korktuğu her şey ortalığa fışkırabilir: göçler, eşitsizliğin tehlikeli biçinde artması, toplumsal çekişme ve çalkantılar, ve tabii “inşaat ya resulullah”.

Ama alttan alta hikâyecinin/şairin hazzı da seçilmiyor mudur, özellikle onu Oktay Rifat’tan bakarak okuduğumuzda?

 


[1] Melih Cevdet’in günlüğünde Nâzım Hikmet’le ilgili şu anekdotu buluyoruz: “Nâzım Hikmet Rusya’ya gittikten sonraydı, karısı Münevver bana hikâyeyi anlattı: Birileri bunları akşam yemeğine davet etmiş ve Münevver’e Nâzım Hikmet’ten Kafka üzerine görüş isteyeceklerini söylemişler. Nâzım Hikmet akşam evine gelmiş, apar topar hazırlanıp yola koyulmuşlar. Yolda Münevver, davet edildikleri evde karşılaşacağı soruyu bildirmiş kocasına; Nâzım Hikmet Kafka’yı hiç okumamışmış, Münevver’den sormuş, Münevver de ona yolda giderken Kafka’nın neler yazdığını anlatmış… ‘Sofrada öyle güzel konuşurlarken Kafka’yı yerin dibine batırdı’ diye eklemişti şimdi Münevver.” Melih Cevdet Anday, Bir Defterden, haz. Sevengül Sönmez, Everest Yayınları, 2008.