Suçlu liberalizm mi?

Kalkınma veya modernleşmeyi eğer ‘insanoğlunun doğa karşısındaki gücünü artırmak’ şeklinde değerlendiriyorsanız, bunu insanlığın bir çabası olarak kabul etmek gerekir. Tüm sert eleştirilere rağmen bu çabada Batı daha öncü ve kapsamlı bir gayret gösteregelmiştir. Ben ‘yiğidi öldür ama hakkını ver’ yönteminin daha doğru olacağını düşünüyorum.

03 Şubat 2020 15:15

Geçenlerde K24’de Doğan Kitap’tan yayınlanan, Daron Acemoğlu ile James A. Robinson imzalı Dar Koridor üzerine Mehmet Cevat Yıldırım’ın yazdığı “Dar Koridor: Liberalizmin Liberal Islahı” başlıklı özenli eleştiri yazısını keyifle okudum. Kapsamlı eleştiri yazısı iki yazarın bir önceki Ulusların Düşüşü ile son kitapları arasındaki etkileşimi de anımsatan geniş ve anlamlı bir özet ile liberalizm üzerine çıkarımları içeriyor.

Yazının spotunda Dar Koridor’un temel savı “özgürlüğün oluşması ve yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerektiği” olarak özetleniyor. Bu temel sav ister istemez bizi öncelikle iki yazarın bir önceki kitaplarındaki cevap aradıkları soruya geri götürüyor, zengin ve fakir ülkeler arasındaki ‘farklılıkların niçin var olduğu ve onlara neyin sebep olduğunu’ sorgulamak.

Bu sorgulamayı “neden bazı toplumlarda hem devlet ve toplum güçlü iken bazısında değil” diye okumak da mümkün. Bu özelliklerin ‘özgürlüğün oluşması ve yeşermesi için ‘olmazsa olmaz’ bir koşul olduğu düşünülünce durum daha da ciddiyet kazanıyor. Tabii ardından ‘bu fark giderilebilir mi?’ sorusu sökün ediyor. Sorunun cevabı eleştiri yazısında kitaptan bir alıntı ile verilmiş:

“Özgürlük tasarım yoluyla inşa edilemez ve akıbeti zekice bir denetim ve denge sistemiyle güvence altına alınamaz. Bunun olabilmesi için toplumun hareketliliği, uyanıklığı ve kararlılığı gereklidir. Toplumun her şeyiyle koşmasına ihtiyaç vardır!” (2020, s. 92)

Kitabın soru ve cevapları daha yeni yaptığım bir akademik çalışmaya götürdü beni. Bütün modernleşme ve kalkınma teorilerinin temelinde “modernleşme” ile “modernleştirme” kavramları arasındaki zaman ve gelişme farkı var. “Birisi modernleşirken diğeri neden modernleşememiştir?” Bu soruya hem cevap hem de çare aranmıştır. Aranan teorik çareler eleştirilere hedef olmuş, yeni teoriler oluşmuştur. Modernleşme teorilerini doğuran, kalkınma teorileridir. Çok daha eskilere dayanan kalkınma teorileri 20. Yüzyılda ‘modernleşerek’ yenilenmiştir. Kalkınma teorilerinin kökeni 19. yüzyılda ortaya çıkan Alman Tarihçi Ekolüne, bu ekolün üç kurucusundan biri olan Bruno Hildebrand’a dayandırılır.

Ancak zaman içinde bu fark giderilememiş, “modernleşenler” ile “modernleştirilmek istenenler” arasındaki mesafe pek de kapanmamıştır. Hem modernleşme hem de kalkınma teorilerine bugünden geriye doğru topluca bakmak, sosyal bilim konusunda insanı farklı düşüncelere sevk ediyor: Modernleşme teorileri Batıda özellikle sosyal bilimler alanında, ekonomi ve sosyolojinin ilgilendiği bir toplumsal konu olarak doğdu. Azgelişmişliğin nedenleri, bu sorunun nasıl çözüleceği, modernleşme eleştirilerinin temel konularını oluşturdu. 1950’lerden başlayarak modernleşme ve kalkınma teorilerini bir arada değerlendirdiğinizde birbirine zıt ve ters, hatta birinin diğerini tümden inkâr ettiği tezlerden oluşan bir büyük kaotik zenginlikle karşılaşıyorsunuz.

Ayrıca şaşırtıcı farklılıklarına rağmen bu teorilerin kalkınma sorununa çare olmadığına da şahit oluyorsunuz. Sosyal bilimlerin siyasal niteliği ağır basan teorilerini uzun bir süreç bağlamında değerlendirirken en sarsıcı özellik bu gibi gözüküyor. Her dönem bu teorilerin peşinden gitmek ve akademik düşünce sisteminizi buna göre ayarlamak durumunda kaldığınızı hayal edin: Bir dönem Rostow’un kalkınma aşamalarını izleyerek geri kalmışlığın ortadan kalkacağını savunurken, bir başka dönem emperyalizm nedeniyle ülkelerin gelişemediği fikrine gönlünüzü kaptıracaksınız, bir sonraki aşamada modernleşmenin yalan bir kavram olduğunu öne süreceksiniz, hatta gelişme ya da kalkınmanın anlamsızlığına iman edeceksiniz.

Bu teorilerin büyük sosyal ve siyasal çalkantılara rehberlik ettiğini görmüş ve yaşamışsanız, zaman içinde bir teorinin etkisini yitirip yerini çok farklı bir teoriye bıraktığına şahit olmuşsanız, sosyal bilimlerin en azından kalkınma ve modernleşme gibi siyasal içeriği ağır basan teorileri açısından duruma yeniden bakmak, olup biteni daha geniş açılardan yeniden değerlendirmek istiyorsunuz.

Teoriler siyaseti, siyaset yığınları yönlendiriyor. Teorileri mutlak doğru kabul eden bir fanatik yaklaşım hayata egemen olduğu vakit geri ülkelerde büyük acıların da alevini harlıyor.

Siyasal pusula ile yol alan toplumsal hareketler teorilerin ışığında “şüphe”yi bir yana iterek mutlak bir doğru kabulü ile şaha kalkıyor. Halbuki o teoriler arkalarında bazen de büyük depremler bırakarak ortadan kaybolabiliyor.

Galiba bu durumun en çarpıcı yaşandığı sosyal bilimler alanı da kalkınma ve modernleşme teorileri... 1996 yılında yitirdiğimiz Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı klasik eserinde bu durumu sistematize eder. Kuhn söz konusu çalkalanmayı “öznel bakış açılarına” bağlıyor. “Öznel dünya görüşlerinden ve koşullandırmalardan” etkilenen bir yaklaşımın “bilimsel” vasfı da dikkat çekici hale geliyor. Sosyal bilimlerde zaman ve zemin değiştiğinde teorilerin işlevselliği olanları yola devam eder, artık mevcut konuma cevap vermeyen teoriler ise emekliye ayrılır. Bilimsel gelişmeler tabii ki kendi kendini tashih ederek gelişir ama bu gerçeği ve tashih sürecinin yüksek maliyetini de unutmamak lazım. Örneğin 1950 ila 1960 yılları arasında beyindeki rahatsızlıklar ön lobun alınması ile tedavi edinilmeye çalışılıyordu. Bu yöntem ise talihsiz hastaların yaşamının sona ermesine, robotlaşmış canlı cenazeye dönmelerine neden oluyordu.

Üstelik sosyal teoriler kalkınma veya modernleşme sorunu ile ilgiliyse kendisini tashih süreci daha da maliyetli gelişiyor.

Kalkınma ve Modernleşme teorilerine mesafeli bakmamız halinde soruna nasıl yaklaşmalıyız, nasıl bir bilimsel yanıt aramalıyız? Bu konu gündeme geldiğinde ister istemez aklıma Sorbonne’daki hocam Arghiri Emmanuel gelir. 2001 yılında 90 yaşındayken yitirdiğimiz Arghiri Emmanuel eşitsiz mübadele teorisinin sahibi önemli bir iktisatçıydı. Eşitsiz Mübadele teorisi uluslararası ticarete konu olan mallarda az gelişmiş ülke işçilerinin çok gelişmiş ülke işçi sınıfı tarafından sömürüldüğünü iddia eder. Az gelişmiş ülke işçi sınıfının verimliliği düşük olması eşitsiz bir mübadeleye yol açar ve ortaya çıkan aşırı kâr gelişmiş ülkelerdeki işçilerin kazancı olarak belirir.

Benim açımdan ise hocanın kalkınma konusuna yaklaşımı çok ilgi çekiciydi; az gelişmiş ülkeler açısından teknoloji transferine yoğunlaşmıştı. Az gelişmiş ülkelerin bağımlılığı Emmanuel için bir neden değil, az gelişmişliğin doğal bir sonucuydu. Nitekim gelişmiş ülke teknolojilerine sahip olduklarında bu bağımlılık hükmünü yitiriyordu.

Teknoloji bağımsızlığı için uluslararası firmaların olumlu bir rol oynadığını savunurdu Emmanuel. Kendi içine kapalı bir kalkınma çabasının az gelişmişliği artıracağını öne sürerdi.

Bu bağlamda benim için verdiği bir örnek hep hafızamda kaldı, kalkınma ve gelişme konularına hep o tezini de dikkate alarak yaklaştım: Hocam Emmanuel Kolombiya ile Amerika Birleşik Devletlerini taş taş üstünde bırakmayacak bir şekilde haritadan silseniz bile bir zaman sonra ABD’nin yeniden ABD olacağını, Kolombiya’nın Kolombiya olarak kalacağını söylerdi. Toprağı bol olsun.

Gelişmişlikle azgelişmişlik arasındaki farkın nerelerden kaynaklandığını bugün de çözmüş olduğumuzu düşünmüyorum. O nedenle hâlâ modernleşenler ve modernleşme yansımalarından nasiplenenler farkı devam ediyor. 

Suçlu kim? 

Dar Koridor’da “Batı merkezci” literatüre yöneltilen haklı eleştirileri ve bunu besleyen somut örnekleri de görüyoruz. Ancak kalkınma veya modernleşmeyi eğer ‘insanoğlunun doğa karşısındaki gücünü artırmak’ şeklinde değerlendiriyorsanız, bunu insanlığın bir çabası olarak kabul etmek gerekir. Tüm sert eleştirilere rağmen bu çabada Batı daha öncü ve kapsamlı bir gayret gösteregelmiştir. Ben ‘yiğidi öldür ama hakkını ver’ yönteminin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Küreselleşme ya da ‘sanayi sonrası’ dönem çok farklı ve kaotik bir süreci tetikledi. Bu yeni dönemi geçmişteki 1750 Sanayi Devrimi’nin yarattığı depremle kıyaslayabiliriz – o da ancak bir ölçüde.

Cevat Yıldırım’ın da isabetle belirttiği gibi: “Küreselleşme ve gelişen ulaşım ve iletişim teknolojilerinin sağladığı imkânlar bu süreçte muazzam bir ekonomik büyümeyi tetiklerken, bu büyümenin kazanımlarının adilane paylaşılmasını” sağlayamadı.

Bunun sebebini bilgi çağının özelliklerinde aramak gerek. Sanayi devrimi tarımdan kopanların fabrika üretim disiplinine göre eğiterek sorunları aşmıştı. Sanayi sonrası dönem ise ‘inovatif’ yetenekleri olan yeni bir düzey istiyor. Bunun oluşmasının zorluğu ortada. Zaten sosyal depremlerin ve faşizmin hortlaması da bu yüzden. Yığınlar sürece uyumda zorlandıkça ortaya tepkisel ve öfkeli kalabalıklar çıkıyor, bu da faşizm yanlısı siyasetçiler tarafından kullanılıyor.

Tepki ve öfke elbette çözüm üretemiyor, sadece kızgınlık boşaltıyor.

Sosyalizm insanların eşitliğine dayanır, liberalizm ise şans eşitliğini talep eder. Küreselleşmenin doğurduğu uyumsuzluğun ortaya çıkardığı adaletsizlik bu bağlamda nasıl giderilecek? ‘Devletin ekonomi üzerinde düzenleyici etkiye sahip olması’ ile mi yoksa yığınların bilgi toplumuna uyumunu sağlayacak şanslarını yeniden oluşturarak mı?

Sorunun cevabı eleştiri yazısında Ulusların Düşüşü adlı kitaptan alınan bir alıntıda berraklaşıyor:

"Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlarla refah arasındaki bağlantı, kuramımızın odak noktasını oluşturuyor. Mülkiyet haklarını hayata geçiren, eşit rekabet şartları sağlayan ve yeni teknoloji ve becerilere yatırım yapmayı teşvik eden kapsayıcı ekonomik kurumlar…” (2013, s. 407) 

Bireylerin ‘şans eşitliğini’ bilgi toplumuna göre yeniden kurgulamak gerekiyor. En büyük ‘düzenleyici etkiye’ bu noktada ihtiyaç duyuluyor. Ancak bunun için baskıya değil, özgürlüğe ihtiyaç var. Zaten benzer ve tamamlayıcı şekilde Dar Koridor’da da yenilikçiliğin despotik bir ekonomik yapıda gelişemeyeceği, ancak özgürlük içinde yaşam alanı bulacağı ileri sürülüyor:

“[Çin kast edilerek] Kaynaklarınızı patentlere, üniversitelere, yeni teknolojilere aktarabilir, hatta başarı için büyük ödüller koyabilirsiniz (…). Fakat eğer deneyimlemenin delişmen, düzensiz ve itaatsiz doğasını yaratamıyorsanız bu yeterli olmayacaktır.” (2020, s. 268)

Dar Koridor’un da vurguladığı gibi sorunların ilk koşulu özgür bir toplum, özgürlükçü bir rejim: Hem devletin hem de toplumun güçlü olması… Küreselleşmenin ortaya çıkardığı dengesizlikleri gidermek için çarenin baskıcı, otoriter ve totaliter yapı olmadığı aşikâr. Çağın devasa ağır sorunlarının baskıcı ve otoriter siyasetçilerle çözülemeyeceği ortada, zaten çözülemiyor da.

Bu arayışın sağlıklı ilk ihtiyacı, demokrasinin sağlamlaştırması ve geliştirilmesi. Bu da zaten özgürlükçü bir ortamın, liberal demokrasinin ifadesi anlamına geliyor.