Suat Derviş’in “Denize Söyledikleri”

28 Nisan 1927 tarihinde, Servet-i Fünun dergisinin 1602’inci sayısında yayımlanan ve yazarına "dine hakaret etmek, dini aşağılamak" suçlarından dava açılmasına sebep olan "Denize Söyledikleri" ilk kez K24'ün Evvel Zaman sayfalarında...

Suat Derviş’in biyografisini okuyanlar, 1940 sonrasında siyasî görüşleri yüzünden başının sık sık belaya girdiğini, her fırsatta gözaltına alınıp mahkeme karşısına çıkarıldığını bilir.

Bilinmeyense, bu hâkim karşısına çıkışların Suat Derviş için ilk olmadığıdır.

Saptadığım kadarıyla 1940 yılına, yani adının ‘kızıl’a çıkmasına kadar Suat Derviş üç kez dava edilmiştir.

Bunların biri 1936 kasımında, bir işi takip için gittiği Şişli Nahiye Müdürlüğü binasında çalışan Yaşar adlı memura hakaret ettiği iddiası üzerine açılan davadır. 21 Kasım 1936’da Kurun gazetesinde “Muharrir Suat Derviş Meşhut Suçlar Mahkemesi’nde: Sen hitabı bir suç olabilir mi?” başlığıyla yayınlanan haberdeki şu satırlar davanın sebebini özetlemektedir.

“Davacı memur, Suat Derviş’in evrakının muamelesini yaptırırken, resmi kâğıdın kendisi tarafından doldurulması lazım geldiğini söyleyince kızdığı ve sövdüğü iddiasını ortaya atmıştır. Buna karşı Suat Derviş, evrakının muamelesini yaptırmak için uğraşırken güçlükle karşılaştığını ve üstelik memur Yaşar’ın, kendisine sesinin perdesini yükselterek ‘Bunu sen dolduracaksın!’ demesi üzerine ‘sen’ diye hitap etmesinin yerinde olmadığını izah ettiğini, fakat bu arada asla kötü bir sözle mukabelede bulanmadığını söylemiştir.”

Yaşar’ın üç, Suat Derviş’in bir şahidi dinlenir. Suat Derviş’in şahidi yabancı değil, o sırada Son Posta gazetesindeki mesai arkadaşı olan Kemal Tahir’dir. Ve bir gün sonra mahkeme reisi Fazıl, aza Suud ve Atıf’tan oluşan kurul, Suat Derviş’in Yaşar’a karşı hakaret mahiyetinde bir söz söylemediği neticesine vararak beraatını kararlaştırır.

Suat Derviş’in mahkeme koridorlarını aşındırmasının sebeplerinden bir diğeri 1934 tarihinde İlhami Safa’nın Hafta dergisinde yayınlanan bir yazıdır. Yazısıdır yerine bir yazıdır diyorum, zira bahsi geçen yazı ‘Ensari Bülent’ takma adıyla yayınlanmıştır. Davayı açan, dergideki yazıda kendisine üstü kapalı da olsa ölü sevici (nebbaş) denildiği için rencide olan morg çalışanı Osman Ağa’dır.

28 Eylül 1934’te Vakit gazetesinde çıkan haberde olayın ayrıntıları şöyle verilir.

“Hafta mecmuası aleyhine morg tarafından açılan davaya üçüncü ceza mahkemesinde bakıldı. Dava edilen muharrir Suat Derviş Hanım’dı. Mahkemede hazır bulunan Suat Derviş Hanım, yazının ‘Ensari Bülent’ imzasını taşıdığını, bu imzanın kocası Nizamettin Nazif Bey’e ait bulunduğunu, kendisinin bu imza ile yazı yazmadığını söyledi. Gazete sahibi İlhami Safa Bey, yazıyı Suat Hanım’ın zarfla getirip Semih Lütfi Bey’in kitaphanesine bıraktığını, kendisinin oradan alıp mecmuasına koyduğunu yazının Suat Hanım’a mı, Nizamettin Nazif Bey’e mi ait bulunduğunu bilmediğini, fakat yazı müsveddelerinin saklı bulunduğunu söyledi. Neticede hapishanede bulunan Nizamettin Nazif Bey’in de gelecek celseye çağırılarak yazının kime ait olduğunun sorulması kararlaştırıldı ve muhakeme dört teşrinievvele bırakıldı.”

Bu dava sonucunda Suat Derviş beraat eder. Nizamettin Nazif yazıyı hapishaneden yazdığını ve dergi idarehanesine götürmesi için karısına verdiğini söylemiştir. İlhami Safa ve Nizamettin Nazif hakkında hem para cezası hem mahkumiyet kararı verilir. Ancak Osman Ağa şikayetinden son anda vazgeçer ve verilen cezalar uygulanmadan düşer.

Tüm bunlardan önce ta 1927 yılında, Suat Derviş bu sefer kendi yazdığı bir yazı, bir mensure yüzünden mahkemeye verilir. Hem bu sefer suçlama da daha ciddidir. Suat Derviş ve mensuresini yayınlayan Servet-i Fünun dergisi sahibi Ahmet İhsan dini tahkir yollu neşriyatta bulunmak suçundan dava edilmiştir.

Söz konusu mensure “Denize Söyledikleri” ismindedir ve 28 Nisan 1927 tarihinde, Servet-i Fünun dergisinin 1602’inci sayısında yayınlanmıştır. Metin intihar etmek üzere olan bir kadınla denizin konuşmasını anlatmaktadır. Deniz kadını vazgeçirmek isterken kadın denize yaşadığı hayatın, dünyanın kötülüklerini anlatır durur. Sonunda da kendisini suların koynuna bırakıverir.

Mensurenin önemli bir kısmı ruhi buhran geçiren kadının hezeyanlarından oluşmaktadır ve kadın denize içini dökerken konu dine geliverir. Kadın şunları söyler:

“Din bir afyon sarhoşluğu gibi muzır, imansızlık veba gibi tahripkârdır. Dua bir işi kendi kendisine başaramayacak meramsız, iradesiz insanların ümidi… İbadet kendini cehennem gazabından kurtarmak için yapılan ve samimi olmayan bir hodbinliktir. Peygamberler beşeriyete en mükemmel yalanı uyduran insanlar… Allah… O… Fakat hayır… Hayır, söylemek istemiyorum. Söylememek daha doğru…”

İşte bu satırlardan ötürü dine hakaret etmek, dini aşağılamak suçundan dava açılır Suat Derviş’e. Dahası mahkeme sonucunda bir ay hapse mahkûm edilir. Ancak bu ceza, gerek Suat Hanım’ın içtimaî mevkiinin cürüm işlemeye müsait olmaması, gerek ilk mahkûmiyeti olması itibarıyla tecil edilmiştir.

Suat Derviş hayatı boyunca mücadeleci bir insan olmuş. Hakkını, doğru bildiğini ne pahasına olursa olsun savunmuş. Ertelenen bu mahkûmiyet kararına da itiraz etmiş, davayı temyize götürmüştür.

20 Şubat 1929 tarihli Vakit gazetesinden aynen alıntılıyorum.

“Suat Derviş Hanım aleyhindeki dini tahkir davasının temyizden nakzen rüyetine İstanbul Birinci Ceza Mahkemesi’nde başlanmıştır. Servet-i Fünun’da çıkan ve davanın mevzuunu teşkil eden yazıdan dolayı sahip ve mesul müdür sıfatıyla Ahmet İhsan Bey de Suat Derviş Hanım’la birlikte muhakeme olunmaktadır.

Temyiz, ceza mahkemesinin evvelce ceza kanununun 175’inci maddesi mucibince verdiği ve tecil ettiği birer ay hapis kararını, yazıda devletçe tanınan din ve mezhepleri, vicdan ve akideyi tahkir kastına ait karine-i kat’ia mevcut olmadığı noktasından nakzetmiştir.

Mahkûmiyet kararını müddeiumumilik de resen temyiz etmiş bulunuyordu.

Muhakeme, hava soğuk olduğundan müzakere odasında yapılmıştır. Suat Hanım vekilleri Haydar Rıfat ve Mustafa Adil Beylerle birlikte mahkemeye gelmiştir.

Adil Bey, müvekkilesinin ‘Denize Söyledikleri’ mensuresinde intihar eden marazi bir kadının duygularını tahlil ettiğini söylemiş, Haydar Bey şöyle demiştir:

‘Aklın kanaati, vicdanın faaliyeti için memnuiyet olamaz. Esasen yazılan, müvekkilemin kanaati değildir. İntihar eden kadının güneşe insanlar donarken hararetini muhafaza ettiği, bizim anne dediğimiz toprağa kokmuş etlerden gıdasını aldığı, bulutlara kasırgalar sakladığı için kin beslediğini onun ağzından anlatıyor, bu enfes mensurenin sonunda da Sular, her şeye isyan eden bu günahkâr vücudu kollarında tutmak istemiyordu, diyor. Bu da o kadının düşüncelerini terviç etmediğini gösterir.’

Müddeiumumî Celal Bey, nakza ittiba talebinde bulunmuş, reis Hasan Lütfü Bey’le aza Kâzım ve Adil Beyler müzakere etmişler, neticede nakza ittiba edilmemesine ekseriyetle karar vermişlerdir.”

Savcılık ertelenen hapis cezasında diretir. Haberin sonundaysa Suat Derviş’in muhtemelen kararı bir kere daha temyiz edeceği bilgisi verilir.

Suat Derviş’in aldığı bu mahkumiyet kararı bir sene sonra Almanya’ya gidişi üzerine bir Alman gazetesinde çıkan haberde de konu edilmekte, Suat Derviş’in bir yazar olarak karşılaştığı müşküllere, devletin tutumuna değinilmektedir. Yani Suat Derviş 1940’larda değil, ta 1927’den itibaren yazdıkları yüzünde devleti karşısına almış, karşısında bulmuş bir yazardır denilebilir.

Suat Derviş’in ve Servet-i Fünun dergisi sahibi Ahmet İhsan’ın birer ay hapis cezası almasına yol açan “Denize Söyledikleri” yazılışından doksan iki yıl sonra ilk kez yayınlanıyor.[1]

 Denize Söyledikleri

Deniz, kurşun renkli, kurşun gibi ağır deniz onu kollarıyla sıkarak içine doğru çekerken kulağında öten uğultular içinde ona söyleniyordu.

“Yazık, yazık! Genç ve güzelsin. Kurşuni karanlığımın haricinde gök, deniz, çiçekler ve havadar, rutubetli, yosunlu taşlarımın üstünde geçecek hayatın edebi bir gece olacak: Günah gibi, sefalet gibi, açlık ve ümitsizlik gibi siyah, simsiyah bir gece…”

Genç kadın vücudunu ağır ağır yutan sulara yalvarıyordu.

“Beni bırakmayınız… Beni bırakmayınız… Korkuyorum. Sizin karanlığınızdan değil, dünyanın renklerinden ve ışıklarından korkuyorum. Hayır… Hayır, dönmek istemem. İstemem methettiğiniz göğü görmek, güneşle ısınmak, çiçeklerle süslenmek için dönmek istemem. Sizin karanlığınızda dinlenmek, geceyi, semayı, yıldızları, mehtabı, renkleri unutmak ve dinlenmek istiyorum. Beni bırakmayınız, bana acıyınız. Bilseniz, bilseniz her gün iğfal eden, her akşam kaçan ve her sabah görünen güneş bile nasıl aldatıcı, nasıl merhametsizdir! Ona en ziyade muhtaç olduğunuz bir günde, bütün vücudunuzla titrerken sizi ateşinden mahrum eder, kaçar ve korkunç siyah bulutlardan yapılmış, ürkünç, korkunç, karanlık saraylarında saklanır. Mesut günlerinizde sizden ışığını esirger de… En gamlı, kederli günlerinizde, lakayt ve muhteşem altınlarını sefaletlerinizin, elemlerinizin üstüne dökmekten utanmaz. Beni yollamak istediğiniz dünyada çiçeklerin ömrü bir günlüktür. Ve… Ve mavi, berrak sema, bilseniz ne yıldırımlar, ne şimşekler, ne belalar, ne afetler, ne kasırgalar ve fırtınalar saklar. Hayır, beni yollamayınız. Beni bırakmayınız… Ben sizin rutubetli ve yosunlu kayalarınızın bir kenarında bulunmak isterim. Ben sizin ağır sularınıza karışmak, içinizde bir zerre, bir hiç olup size karışmak, hüviyetimi kaybetmek isterim.”

Fakat sular, hayatını bitirmek için kollarına vücudunu terk eden kadının kulağına hep fısıldıyorlar.

“Hiçliğin, karanlığın, yokluğun ne olduğunu bilmeyen genç kadın, sana yazık! Rutubetli, yosunlu karanlığımızda senin zavallı vücudunu ısıtacak şefkatli bir ateş yok. Burası ebedi bir soğukluk, ebedi bir karanlık ve ıssızlıktan başka bir şey değil.”

“Hayır, Ancak sizin soğuk ve nemli kollarınız gönlümdeki isyan, ıstırap ateşini söndürebilir. Ben sizin kollarınız arasında bulunmak istiyorum. Ebediyen sizin kollarınızın arasında… Kaçtığım dünyanın sefaletlerini size anlatabilirsem bana git demezsiniz. Yalçın kayalı, ince kumlu sahillerine nağmeler bestelediğiniz dünyanın fenalıklarını bilseniz size iltica eden, sokulan zavallı mevcudiyetimi kollarınızın arasında eritmek için öyle sıkardınız ki, vücudum hemen erir, mahvolur ve bir daha oraya dönmekliğime imkân kalmazdı. Kalbimde duyduklarımı size anlatabilsem, dünyadan, hayattan ne kadar iğrendiğimi bir anlatabilsem… Sizi güneşleri, çiçekleri, meltemleri, kuşlarıyla aldatan dünyanın içinde geçenlerden acaba haberiniz var mı? Biliyor musunuz ki orada kuşlar beşerin göklere yükselen isyan feryadınız başka alemlere duyurmak için cıvıldaşır ve çiçekler kardeşlerin boğuştuğu toprakların üzerinde insan kanıyla beslenerek yetişir. Toprak gıdasını çürümüş etli cesetlerden alır. Toprak bir dev gibi, kocaman olan açgözlü toprak günde binlerce vücudu yutarak beslenir. Beni geri yollamak istediğiniz yerde saadet bir efsane, hakikat bir masaldır. Hayat, bütün benî beşerin davetli olduğu bir keder ziyafetidir ve bu ziyafetin şarabı gözyaşı, musikisi hıçkırıklardır. Kardeş kardeşin elinden ekmeğini, evinden karısını, koynundan kesesini çalmak için pusu kurmuş, fırsat gözler. Evlat, canıyla, kanıyla beslendiği annesini, babasını bir avuç altına inkâr eder. Dost, ona muhtaç olunduğu zaman bulunmayan hayali bir mevcudiyettir. Düşman herkestir. Size doğru yolu gösterdiğini zannettiğiniz mürşitten kapınızda yaşayan köpeğe kadar… Fakir, zenginlerin malına haset eden bir tembel, zengin, kışın üşümemek için ateşini fakirlerin vücuduyla yakmak icap etse tereddüt etmeden onları satın alıp yakacak bir vahşidir. Anne sizi dünyaya getirdiği için her dakika mesul ve kabahatli gördüğünüz bir zavallı; baba, evlatlarını beslemek için çalışmaya mahkûm olan bir ameledir. Evlat, o şüphesiz her dakika sizi bir kabahatiyle utandıran, size her dakika yeni bir işkence veren bir merhametsizdir.

Sevgili… Oh, ondan bahsetmeyelim. Öyle… Öyle çirkin… Bunlar öyle çirkin ki… Yaşamak, zorla kabul ettirilmiş bir vazife, ölüm en istemediğiniz bir dakikada gelen davetsiz bir misafirdir.

Açlık başkalarının karnının patlayacak kadar doyması, hastalık her gün ibadet ettiğimiz Allah’ın yeni bir zulmüdür.

Akraba yalnız kabahatli ve suçlu zamanınızda karşınızda gördüğünüz, sizi muhakeme edecek bir heyettir. Komşu şüphesiz bahçenizdeki gül fidanına, balkonunuzdaki karanfil saksısına kadar haset eden bir insan, meslektaş ağzınızdan lokmanızı çalmaya uğraşan, arkanızdan bin desiseler yapan, bin hileler icat eden bir rakiptir.

İnsan doğmuş herkes birbirine rakiptir. Ahlak beşeriyette mevcut olmayan bir şey, vazife vermeyen, bedbaht eden mecburiyetlerin hepsi… Alim yalnız kendisini beğenen bir hodpesenttir. Her hodpesent dünyaya yalnız mazarratı dokunan bir budaladır. Şarlatan dünyada muvaffakiyet kazanmış her insandır.

Yalan herkesin söylediği söz, hile muvaffakiyetin yegâne çaresi… Hakikat ve doğruluksa budalaların faziletidir. Fazilet bir sözdür, onu lügat kitaplarından başka bir yerde bulamazsınız.

Din bir afyon sarhoşluğu gibi muzır, imansızlık veba gibi tahripkârdır. Dua bir işi kendi kendisine başaramayacak meramsız, iradesiz insanların ümidi… İbadet kendini cehennem gazabından kurtarmak için yapılan ve samimi olmayan bir hodbinliktir. Peygamberler beşeriyete en mükemmel yalanı uyduran insanlar… Allah… O… Fakat hayır… Hayır, söylemek istemiyorum. Söylememek daha doğru… Titreşiyorsunuz. Size ifşa edebileceğim hakikati sezerek, ey o kocaman, kudretli, heybetli sular, korkunuzdan titreşiyorsunuz. Onu hayır… Kollarınızı gevşetmeyiniz, benden korkmayınız… Beni bırakmayınız… Beni bırakmayınız…”

Fakat sular, sular her şeye isyan eden bu günahkâr ve bedbaht vücudu koyunlarında tutmak istemiyorlar ve sahilden açılan sandallar intihar eden bu küçük kadının vücudunu suların koynunda araştırıyorlar.

İşte onu buldular. Islak vücudu sandalın içinde yatıyor. Fakat hâlâ… Hâlâ baygınlığı içinde sularla konuşuyor.

“Ve yaşamak zorla kabul ettirilen bir vazifedir.”

Sandalda bedbaht kadını ayıltmaya uğraşıyorlar.  

 

 


[1] Geçen haftalarda Suat Derviş’in Arap harflerinde kalan son kitabı Beni mi? İthaki Yayınları tarafından Suat Derviş Külliyatı’nın on beşinci kitabı olarak yayımlandı. Suat Derviş’in bir novellası ve dokuz öyküsü daha Latin harflerine çevrilmiş, yeniden okuyucuyla kucaklaşmış oldu. İthaki Yayınları bundan sonra eldeki tefrika romanlara ağırlık verecek. Dile kolay, 23 roman var daha basılacak. Sonrasındaysa “Denize Söyledikleri” gibi Suat Derviş’in harf devrimi öncesi yahut sonrasında kaleme aldığı, sayısız gazete ve dergiye yayılmış yüzlerce öykü -en azından bu öykülerden yapılacak tematik seçmeler- yayınlanacak. En nihayetinde de röportajları. Belki üç dört cilt de onlar tutacak.