Baba ve diğer bulaşıcı erkekler

Sylvia Plath’in “Babacım” şiiri bir gün karşımıza bir roman olarak çıkacak olsa, Sophie Mackintosh’un Booker Edebiyat Ödülü uzun listesine giren Su Kürü o roman olurdu

20 Haziran 2019 10:30

Şiir, Plath’in baba karşısında kadın ve kız evlat olarak ikiye bölünmüşlüğünün travmasıydı. Şiirdeki sesin Elektra kompleksinin sesi olduğunu söylemiştir Plath. Yas tutan bir kız çocukla, babayı fetişleştiren kadın kimliklerinin birbirine karıştığı bir duyguyla itham eder babasını: “Güzelim küçük kırmızı yüreğimi ısırıp ikiye ayıran adam sensin.”

Bu karanlık ve acı dolu babadan kurtuluş öyküsünü kocası Ted Hughes’dan ayrıldığı dönemde yazmış Sylvia Plath, dört ay kadar sonra da kendini öldürecek.

Babasını ilham kaynağı deniz-tanrısı olarak andığını biliyoruz. Şiirdeki baba da mermer bir Yunan tanrısı heykeli gibidir ama kafası okyanusta ayakları kıyıda grotesk dev bir yaratıktır. Baba bütün kötücül patriyarkanın atası bir Nazi, bir şeytan, kaba ve zalim bir faşiste benzer. Varlığı, kızını dikenli tellerle çevrili toplama kampındaki Yahudiler kadar kurban hissettirir. Babadan korkar ama babasına kavuşmak için onun aynısı bir adamla evlenir. O da bir vampir gibi kanını içecektir: “Her kadın bir faşiste tapar.”

Bir çocuk tekerlemesi naifliğinde başlar şiir. Plath, sesini öznelden trajik ve öfkeli bir kadın kahraman mitine dönüştürmeyi başarır. Babanın ardından duyulan yas o kadar şiddetli bir duygudur ki, bir anahtar gibi diğer duyguların da kapısını açar. Sonunda meydan okur babaya: “Kimse seni sevmedi, mezarında dans ediyorlar. Her şeyin suçlusunun sen olduğunu en başından beri biliyorduk. Babacım, seni alçak herif, işim bitti seninle.” Şiir boyunca babaya kavuşmak -ki bu kavuşmada cinsel imalar da vardır- ve onu öldürmek ister. “Babacım” bir itiraf, bir itham ve bir intikam şiiridir: “Babacım öldürmek zorundaydım seni. Zaman bulamadan ölüverdin”

Su Kürü, işte bu dizelere çok benzer bir şekilde başlıyor: “Bir zamanlar bir babamız var fakat biz farkına varmadan ölüyor.” Plath’in “mermer gibi ağır bir torba dolusu tanrı” dediği baba imgesi romandakiyle benzer: “Babamızın bedeni iriydi ve zordu. Onu öldürmek bir çuval eti devirmek gibi bir şey olmalıydı.”

Her aile bir ıssız ada

Erkeklerin kadınlara zarar veren bulaşıcı bir toksine dönüştüğü anakaradan uzakta bir adada, etrafı dikenli telle çevrili, otelden bozma evde, Kral dedikleri babayla ve anneleriyle yaşayan ve hayatta kalmaya çalışan üç kız kardeşin anlattığı bir hikâye Su Kürü. Bir zamanlar anakaradan kaçan hasarlı kadınların bu otele sığınıp tedavi olmaya çalıştıklarını öğreniyoruz. Kadınlardan geriye kalan, resepsiyondaki ziyaretçi defterine yazdıkları ve geceleri denizde beliren, kız kardeşlerin hayalet dedikleri ölü bedenler. Hayatlarında Kral’dan başka erkek görmedikleri halde, en büyük kızkardeşin hamile olması daha hikâyenin başından itibaren adanın bir sığınak olmadığı endişesini içimize salıyor.

Üç kız kardeş -hamile Grace, ergen Lia ve çocuk Sky- kadınlığın evrelerini okura göstererek, baba Kral’la olan ilişkilerine göre Plath şiirindeki gibi dişil parçalanmışlığı simgeliyorlar. Anlatıcı olarak bazen tek, bazen Yunan tragedyasındaki koro gibi birlikte karşımıza çıkıyorlar. Hamile Grace, Plath’in yaptığı gibi “sen” diye hitap ediyor Kral’a, böylece ikisi arasındaki içsel hesaplaşmaya okuru tanık kılıyor. Tıpkı Plath şiiri gibi çocuk masalı naifliğinden Yunan tragedyasına dönüşerek büyüyor anlatım. Yas ve arzu parçalanarak birbirine karışıyor, baba Kral ölmüş olsa bile kız kardeşlerin hayatında yer kaplıyor. Ancak babanın yokluğu bu tuhaf evrende bir vakum yaratacak ve bu yokluk yeni erkeklerle dolacak.

Eril toksinlere karşı kız kardeşleri hasardan koruma, hasarlı kadınları sağaltma merkezi görünümlü aile evi, baba Kral ve annenin tuhaf ve sapkın sevgi ve şefkat anlayışının da mekânı. Neredeyse bir tarikat ayini gibi uygulanan su terapileri dişil bedeni kontrol ediyor. Anne, Kral’ın huzurunda yaptığı gibi, onun yokluğunda da bir tür antik Yunan tapınak rahibesi misali terapileri devam ettiriyor. Hasarlı kadınların başlarını bol tuz eklenmiş su dolu leğenlere sokup boğulma eşiğinden zor döndürüyorlar. Kız kardeşler kurşun ağılıklar dikilmiş özel giysilerle havuza dalıp nefeslerini tutarak boğulma oyunu oynuyorlar. Yine özel giysilere sarınıp kişisel tuzlu suyumuz dedikleri terden bilinçlerini kaybedecek kadar saunada kalıyorlar. Eller buz dolu kovalara sokulup hissizleşene kadar bekliyor. Bardak bardak içilen sular, sürekli içine girilen su dolu küvetler, kusmak, her şey su terapisinin bir parçası. Suyun arındırıcı gücünün onları erkeklere karşı güçsüz kılacak bütün bedensel ve duygusal tepkileri uyuşturacağına inanarak bu su işkencelerine gönüllü katılıyorlar. “Acı eşiği”, “üzerinden atlanacak” bir yükseklik yarışı.

Sevgi, demir parçalarından bir çekiliş yapılarak, sanki kısıtlı konserve yiyecekmiş gibi paylaşılıyor aile arasında. Lia kimsenin sevgi nesnesi olarak seçilmez. Bu yoksunluğun sonucunda bedeninin çeşitli yerlerini kesip kanatarak bir şeyler hissetmeye çalışır, kendine ceza vererek anneden öğrendiği su terapileri uygular, fedakârlık yaparak kardeşlerinin yerine acı çeker. Yine de Lea’nın bildiği acı, Grace’in yaşadığı baba istismarı ya da doğum acısıyla boy ölçüşemez. Ancak baba Kral’ın hayatından çıkmasıyla hissettiği yas duygusu, tıpkı “Babacım” şiirindeki gibi, babanın yerine koyacağı arzular ve davranışları tetikleyecektir. İlk isyanı, yani bedenini koyvermesi, ağlayarak olur. Oysa ağlamak, “patolojik umutsuzluk” olduğundan Kral tarafından yasaklanmıştı

Bir gün, Shakespeare’den fırlamış bir fırtınadan sonra, kıyıda üç erkek belirir. Bu bölümde anlatıcı Lia’dır. Lia, hayatında ilk defa gördüğü erkek bedenlerinde, cinsel çekim kadar kendi içindeki dişil bakışı da keşfeder. Babanın bedeni gibi etten yapılmış erkek bedenlerinin serbest hareketinde, varlığını hiç yadsıma gereği duymamış, bedenini eğip büküp saklamak zorunda kalmamış, bedeninden tiksinmeyen yeni bir mahluk görür. Erkeklerden Llew ile cinsel bir birliktelik yaşamaya başladığında, ondan gelen hasarın toksik bedeninden değil sözlerinden kaynaklandığını fark edecektir sonunda. Kral’ın ardında bıraktığı giysilerle ortalıkta dolaşan Llew, Kral’ın sözlerini tekrarlar Lia’ya: “Ağlama… Kadınların ağlamasından nefret ediyorum. Manipülatif buluyorum.”

Daha açılış cümlesinden itibaren erkek ve ölüm yavaş yavaş birbirine yaklaşıyor romanda. Romanın evreninde baba Kral’ın tek erkek, tek damızlık, tek yaratan olduğu varsayılan kadınları koruyan yalan ütopya var. Erkekleri öldürmeyi kızlarına öğreten de Kral. Belki rekabeti ortadan kaldırmak için. Rekabet bir erkek çocuk bile olsa, “bunların hepsi onun geleceği, onun mirası, onun hakkı” bu yalan eril ütopyada. Belki kendini büyük erkeklik suçundan sıyırmak için kızlarını erkek katline hazırlıyor. Sonunda Sylvia Plath’in şiirinde baba hakkında ulaştığı berraklığa ulaşıyor kız kardeşler: “Kadınların acısı nasıl bize aitse, eylemler de sana aitti. Bedenin seni her şeye rağmen hain kılıyordu.” Kızlar erkekleri öldürdüklerinde baba Kral’ı da metaforik olarak öldürmüş olacaklardı. Çünkü Kral da şiirdeki baba gibi “yanıp sönen kırmızı ışıklar gibi bedenlerimizin içinde titreyen kalplerine” sahip olmayı istemişti.

Hayatta kalmak için sevilmeye ihtiyaç duymaları ya da korkmaları değil, göğüslerinin derininde biriken öfkenin gücünü keşfetmeleri gerekiyor kız kardeşlerin. Bu öfke, erkeklerin “evrensel nakaratı” olan “Ben öyle bir şey söylemedim. Bedenimin eylemlerini vaat kabul edemezsin” laflarına inanmayı bırakmakla başlıyor. Kadınlara verilen fiziksel hasarın nedeni çoğu kez bedenlerinin eylemlerinin vaat kabul edilmesi değil mi?

Kız kardeşler, Llew’un sahildeki cansız bedenini arkalarında bırakarak yıktıkları baba ütopyasını terk ediyorlar. Oralara yolu düşen olursa, “Defol!” mesajı versin diye.

Su

Su, edebiyatta çok sık başvurulan kuvvetli dişil bir metafor. Kadının çekinmeden bedenini gösterdiği bir ayna, bütün vücuduna değerek şefkat göstermesine izin verdiği, asla reddetmeyen. Doğum, arınma, temizlik, hayat verme suya dairdir ve kadına mal edilir.

Romanda kadınlara özel su kürleri erkeklere ait açık denizde değil; leğen, küvet, havuz gibi evcilleştirilmiş kısıtlı alanlarda gerçekleşiyor. Sudaki terapiler ölümün kıyısından döndürdükleri için belli bir katarsis sağlıyor ama etkileri çok kısa süreli. Su sürekli geri çağırıyor kız kardeşleri. Su kürü bir vaftiz simülasyonuysa kaç kez yeniden doğabilir bir kadın? Kaç kez kirlenme hakkı var? Canı kaç hasarda çıkacak?

Su bütün formsuzluğuyla ideal bir simge. Kadınlar ise simge üreten, simgelerle anlam bulan, simgelerle yönetilen varlıklar. Suya bağımlılık, simgeyle bütünleşerek anlam bulmaya doğru bir çekim. Ayinleşen terapide su anne, kız kardeşler ve hasarlı kadınların kolektif bilinç dışını temsil ediyor. Belki de bu nedenle bilinmeyen bir alandan çok, bir iletişim alanı su.

Anne leğendeki suyun efendisiyken, Kral denize hâkim. Baba Kral’ın yittiği, bebekleri gönderen, hayaletleri kıyıya taşıyan ya da erkeklerin geldiği deniz, bilinmeyen iletişim kurulamayan ucu açık bir yer. Suyun simge olabilmesi için ihtiyaç duyduğu zıtlık da bu. Referanslarımızı psikanalizden alıp Nietzsche’ye çevirelim biraz. Nietzsche için açık deniz; toplumsal, hukuksal, ahlakî, dinsel töre ve kurallara bağlı hissetmeden yeni bir özgür düzen kurabilme fırsatını temsil eder. Romanda Kral da diğer anakara erkekleri de eril ütopyalarında bir değerler sistemi kurmayı başaramıyor, toksik olmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Ancak Nietzsche’de bilinmeyen engin sularda özgürlüğü aramak kadınlara açık bir teklif değildir. Romanda da zaten leğende bile boğulur kadın. Erkekse, açık denizde yeni bir değere yükseleceğine ilkelleşiyor. Yeni parlak bir kadın nesli yaratma amacıyla kurduğu düzen; cahil, sağlıksız ve hasarlı travma kurbanları kadınları kendi katillerine dönüştürüyor. Romanın sonunda kız kardeşlerin bilinmeyene yolculuğu sudan değil de karadan yapmaları onları ait oldukları dişil su metaforundan da, Nietzsche’nin erkeklere mahsus engin denizinden de özgürleştiriyor.

 Sophie Mackintosh

Çağdaş feminist distopya edebiyatı 

Kadınların kâh yaşamlarını kâh bedenlerine yönelik haklarını kaybettikleri, münferit olay diye savuşturulan gelişmeler, içinde yaşadığımızın hem distopya olduğunu doğrulaması hem henüz değil ama çok yakın endişesini vermesi muğlaklığından bir edebiyat doğuruyor. Feminist distopyalar bir gün korktuğumuz her şey başımıza geldiğinde ne yapacağız sorusuyla meşgul. Olacakları engellemek güncel politik gerçeklerle olası görünmüyor bütün dünya kadınları için. Korkulan ve yaklaşmakta olan, kadınların bedenlerini cezalandırıcı ve kendi bedenleri üzerindeki otonomilerini tamamen devlete teslim ettikleri bir toplum düzeni. Korkuyoruz çünkü bu düzeni tarihten, demokrasi ve hukuk dışı yönetim biçimlerinden ve coğrafyalardan tanıyoruz. Mutlu son, kadınların öfkelerini keşfedip sahiplenmesiyle gerçekleşiyor feminist distopyalarda. Ne yazık ki seyirlik cinsel şiddet, hem dişil kurbanlaşmanın hem kahramanlaşmanın kanıtı olarak, duyguları uyuşmuş toplumda istenilen tepkiyi uyandırmanın tek seçeneği gibi görünüyor şimdilik.

Çağdaş feminist distopya romanları şu anda kadınları ilgilendiren toplumsal ve kültürel akımı tespit ediyor, tarihe not düşüyorlar. Bu kültürel akım, edebiyat endüstrisinin ve toplumsal acıtıcı olanı malzeme yapan eğlencenin talebi belki. Belki şu an nitelik kadar niceliği de fazla olan feminist distopya romanlarına ihtiyaç var, ses daha da gür çıksın diye. Ama bu romanlar çöpsüz üzüm değil. Büyük çoğunluğu Batı kanonunun nitelikli örneklerinden besleniyor, edebiyatta nesillerdir işlenen temalarla aidiyet kurarak bu temaları yeniden üretiyorlar. Takdir edilmesi gereken bir edebî çalışma var ortada. Yine de işin komiği feminist distopya yazan çoğu yazarın verdiği söyleşilerde erkeklerden nefret etmediklerini özellikle belirtmek zorunda kalmaları.

Sophie Mackintosh, “toksik erkeklik” denen şiar günümüzdeki gibi bir metafor değil de, gerçekten kadınlara zarar veren, erkeklerin de artık kontrol edemedikleri, kadınlarla erkeklerin bir arada yaşamasını engelleyen bulaşıcı bir hastalık olsa ne olurdu diye kurmuş yakın gelecekteki distopik evrenini. Romanda konu ettiği diğer bir popüler feminist söylem ise “kız kardeşlik”. Üç kız kardeşin ilişkisinde, kadınların kurtuluşu için neredeyse mecburi görülen bu bağı inceliyor. Çoğu kez feminizmin içindeki kesişimsel eğilimlerle sadece “kız kardeş” olmanın ortak payda olmaya yetmediğini, içinde rekabet ve zalimliği de barındırdığını bilerek okumak gerek.

Sophie Mackintosh güncelden aldığı bu iki söylemi, etkilendiği edebiyat eserlerine göndermeler yaparak yarattığı evrene yerleştiriyor. Angela Carter’ın masalları feminist bir bakış açısıyla yeniden yazmasından etkilenme var öncelikle. Shakespearevari, kızlarının hayatlarına karışan baba Kral karakteri hemen fark ediliyor. Jeffrey Eugenides’in Bakir İntiharlar romanındaki atmosferden ve üslûptan faydalanma var. Belki biraz Sineklerin Tanrısı’nı biraz da Vonnegut’ın Paldır Küldür’ünü akla getiriyor. Bütün bu etkilenmeler olmasaydı da, Su Kürü, tam bir Yunan tragedyası olarak kurgulandığı için nitelikli edebiyata aidiyet ilan edebilirdi. Kız kardeş anlatıcılar bazen Yunan korosu olarak, bazen tiradlarıyla üslûp olarak da kurguyu destekliyor. Sadece dile değil, romanın referans aldığı kaynaklara da hâkim olduğu belli bir yetkinlikle çevrilmiş romanı, bu kaynakların farkında olarak okumak gerek.

Feminist distopyadan önce Yunan tragedyası vardı

Batı edebiyatının başlangıcı sayacağımız, insanlık hâllerinin toplumsal ve psikanalitik düğümlerini ve çözümsüzlüklerini bulacağımız Yunan tragedyasına feminist diyebilmek için metinden çıkarabileceğimiz pek kanıt yok. Ancak bu, bazı anakronistik okumalarla Antigone, Medea ya da Clytemnestra’dan feminist kahramanlar çıkarma uğraşı olmadığını göstermez. Anakronizme başvurmadan da, çağdaş feminist distopya ve antik Yunan tragedyası arasında benzerlikler kurabiliriz.

Yunan tragedyalarında kadın kahramanlar Kral’la akrabadır bu da onların her hareketini, her duygusunu politik kılar. Tragedyanın meselesi aile içi çatışma doğrudan patriyarkaya karşıdır bu nedenle. Tragedyaların çoğunun yazıldığı M.Ö. 5. yy toplumsal hayatında felsefenin ve demokrasinin kapladığı yer ile tragedyalardaki edebî gerçekler paradoksal bir durum oluşturur. Antik Yunan’da demokratik yeni bir medeniyet kurulurken, mite dayanan tragedya, eskinin ve kültürel tarihin unutulmaması görevi de üstlenir. Gerçek hayatta erkeklere verilen demokratik ve hukukî pek çok haktan yararlanamayan kadınlar, tragedyalarda erkeklerle yarışan ve onlara meydan okuyan güç gösterisinde bulunabilirler. Güçleri ve aristokratik otoriteleri ellerinden alındığındaki öfkeleri -ki yazarlar en maharetli söz ustalıklarını kadın kahramanlara ses vermek için kullanmışlardır- tragedyada hikâyenin dönüm noktasıdır. Kadın öfkesi yüksek sesli, yıkıcı ve mahvedicidir ama muzaffer çıkmaz intikamının sonunda. Bu öfke, gücü eline geçiren kadının histerik olması stereotipinin inşasına katkıda bulunur. Trajik kadın kahramanlara demokraside yer yoktur.

Tragedya, yazıldığı dönemde, yas tutabilmenin ve duyguları belli edebilmenin kamusal olması ihtiyacından doğmuş. Uzun savaş dönemlerinde kahramanın ölümünün zafer coşkusuyla kutlanmasına karşı tez olarak. Yas hem bedensel hem duygusal yaşanan bir travma. Kadın bu törensel yas sürecinin yöneticisi aslında. Öfkenin keşfi çoğu zaman yastan geçiyor. Tragedya da feminist distopya da kadının içinden öfkeyi çıkarmanın peşinde. İkisi de “haddini bilmeyen” kadınların ödeyeceği bedelleri, alacağı intikamları gözler önüne sererek izleyicisine ve okura M.Ö. 5. yy’dan beri ihtiyaç duyulan katarsisi vadediyor.

 

 

Kaynakça

Female Acts In Greek Tragedy, Helene P. Foley, Princeton University Press

Nietzsche'nin Deniz Aşığı, Luce Irigaray, ç: İsmail Yerguz, Kabalcı Yayınevi

“Daddy”, Sylvia Plath https://www.poetryfoundation.org/poems/48999/daddy-56d22aafa45b2

Su Kürü, Sophie Mackintosh, ç: Begüm Kovulmaz, Can Yayınları