Seray Şahiner: "Karakterlerim bana benzemedi ama arada ben onlara benziyorumdur."

"Ülker Abla, kurgudan ziyade karakteri önemsediğim bir roman. Karakterin adını taşısın istedim. Yazının cilvesi: Kurgusu en çetrefilli kitabım da bu oldu. Barınma hakkının ne kadar hayati olduğunu tartışan bir metin yazmak istedim."

23 Aralık 2021 19:00

Seray Şahiner’in Ülker Abla romanı bir devlet hastanesinin acil servisinden içeri buyur ediyor bizleri: Bir hastanede ismini, kimliğini, varlığını –bir refakatçi olarak üstelik– yeniden inşa etmeye başlayan Ülker Abla, maddi imkânsızlıklar, sınıfsal farklar, her an gerçekleşmesi mümkün şiddetin korkusu ve yalnız ayakta durabilme mücadelesi…

2007’de Gelin Başı, 2011’de Hanımların Dikkatine, 2019’da Hepyek öykü kitapları; 2014’te Antabus, 2017’de Kul romanları ve 2015’te Reklamı Atla deneme kitaplarından sonra, çağdaş edebiyatımızdaki yolculuğuna Ülker Abla ile devam eden Seray Şahiner’le yeni kitabını konuştuk.

Sizden ve sizin edebiyatla kurduğunuz bağlardan bahsederek başlamak istiyorum. Gazetecilik okuyorsunuz ve yüksek lisansınızı sinema ana bilim dalı üzerine yapıyorsunuz. Edebiyatla olan bağınızı nasıl tarif edersiniz ve nereden, biyografinizin hangi zaman diliminden başlayarak tarif edersiniz?

Yazar olmaya karar verdiğimde 8 yaşındaydım. Geri kalan hayatımdaki tüm yolculuğum da bir masanın başına oturup kitap yazacak imkânı yaratmak için oldu. Değişik dönemsel işler de yaptım, onlar yine masayı muhafaza etmek içindi. Faydası da oldu; yazı, hayatın pek çok yönünden kondisyon isteyen bir alan. Gazetecilik tecrübemden, iletişim eğitimimden ve attığım her adımdan, duyduğum her sözden damıtıp yazının hizmetine sunuyorum.

Üç öykü kitabınız ve Ülker Abla ile birlikte üç romanınız, bir de deneme kitabınız var. 2007’den başlayıp 2021’e 14 yılı kapsayan yedi kitaptan oluşan külliyatta toplumsal, ekonomik, sınıfsal, kültürel olmak üzere edebiyat içerisinde kadınların hikâyelerinin anlatıldığı bir yolculuk söz konusu. Nasıl tarif edersiniz bu yolculuğu; tüm bu zaman dilimindeki yaşadığınız değişimleri, hissiyatlarınızı, geldiğiniz noktadaki düşüncelerinizi?

Genelde bana hiç benzemeyen karakterler yazıyorum. Çünkü karakter bana benzeyince gayri ihtiyari bir özeleştiri, savunma yahut kayırmadan kaçmak için fazla yergiyle yaklaşma riski var. Ama masaya şahsen de önemsediğim meselelerle oturdum hep. Genelde arada kalmış karakterleri yazdım. İlk kitabım Gelin Başı’nda köylülükle kentlilik arasında pozisyon almaya çalışanlar vardı. Hanımların Dikkatine’de medya söylemleri arasından sıyrılıp kendi sözünü arayanlar. Antabus’ta ölüm kalım arasında kalmış Leyla ve Ülker Abla’da… Cehennemi gezerek Âraf’a bakan Ülker. Gitgide karakterlerim benim hayatımda benden fazla yer tutmaya başladı. Ne yazarsam, yazacaksam dünyaya o karakterin gözünden bakmaya odaklandığım bir süreç geçiriyorum. Onlar bana benzemedi ama arada ben onlara benziyorumdur.

İlk defa bir kitabınıza anlattığınız karakterin ismini veriyorsunuz Seray Hanım. Romanın ismini neden Ülker Abla koymak istediniz?

Kitap için başka isimler de düşündüm ve derhal vazgeçtim. Ülker Abla, kurgudan ziyade karakteri önemsediğim bir roman. Karakterin adını taşısın istedim. Yazının cilvesi: Kurgusu en çetrefilli kitabım da bu oldu. Barınma hakkının ne kadar hayati olduğunu tartışan bir metin yazmak istedim. Ve dayak yediği evden kaçınca gidecek yeri olmadığından hastanenin bekleme odasına sığınan, oradan da bir kayıt dışı kalış formülüyle çıkan Ülker Abla doğdu: Barınma yolu ise kimsesiz hastalara refakatçilik etmek.

Dante’nin İlahi Komedya eserinde geçen şu epigrafla karşılıyor roman bizi: “Çevrene iyi bak, söylense inanmayacak şeyler göreceksin.” Cennet ve cehennemden, hatta sırat köprüsünden de önce bir durakta, bir devlet hastanesinde bizleri karşılayan Ülker Abla’nın hikâyesi “inanılmaz” denen yerlerden kavrıyor bizi. Modern insanın İlahi Komedya’sı daha korkunç diyebilir miyiz?

İlahi Komedya’da Dante’ye cehennemi Vergilius gezdirir. Kademe kademe günahkârları görürüz. Ülker’i en başından beri cehennemdeki Vergilius gibi düşündüm. Nüktedan bir dille, kendi gözündeki günahkârları tanıtıyor: kibirlileri, cimrileri, katilleri, bencilleri… Onun en çok kınadıkları, iyi insan titri edinmek için göstermelik davrananlar. Vah vah deyip elini taşın altına koymayanlar, bir şey lazım olursa buradayız deyip buradan uzaklaşanlar… Velhasıl: sahtekârlar.

“Ben: Ülker: Diriyim. Şimdilik.” Bu “şimdilik” ifadesi roman boyunca karşımıza çıkıyor birçok yerde; “Diriyim” ifadesiyle birlikte...

Diriyim, Ülker’in bilhassa seçtiği bir söz. Yaşıyorum demiyor. Diriyim. Teşhis koyuyor kendine ve mevcut durumunu “stabil” tutmak istiyor. Ülker sezgisi çok kuvvetli bir kadın; şunu düşünüyor: Gördüğüm her acıyı kalbimden geçirmeye kalksam hastanenin kardiyoloji bölümünde üstüme oda zimmetlerler. Pratik çözümler bulmak, acıyı mizahla eritmek, kimi zaman kunt durmak onun mevcut durumunu korumak için yaptığı şeyler: Diri.

“Hastalar taburcu oldukça refakatçiler değişiyor, ben demirbaş.” Yaşamla ölüm bandında hastanenin hiç bitmeyen sirkülasyonuna karşılık Ülker Abla’nın hiç görülmeyen varlığı, buna rağmen hastanede kendisinin oluşturduğu bir ortam var. Üstelik hastane bir yuva değil, ev değil; kamu malı. Romanda mekân olarak hastanenin bir metafor gibi değil, bir karakter gibi yer almasını konuşmak isterim sizinle.

Bu romanda hastaneyi bir memleket gibi düşündüm: Gelenlerin zamanla prosedürüne alıştığı, kimi zaman yakındığı, faklı insanlarla bir arada yaşadığı bir yer. Beri yandan, babaevinden kocaevine, kocaevinden hastaneye kaçmış. Kendisi de, “benim babaevim hastane galiba” diyor. Kişisel mekânla aradaki fark şu: Ülker hastanede barınabilir ama oraya yerleşemez. Oğlunun fotoğrafını duvara asamaz, çamaşırlarını ulu orta kurutamaz… Bunun verdiği bir üveylik duygusuyla birlikte özgürlük de var: Hastaneye tam yerleşemedikçe sokağı keşfediyor. Ve diyor ki, “Artık bana evsiz demesinler, İstanbullu desinler.

Ülker Abla’nın bir oğlu var. Onu askere gönderir göndermez kaçıyor evden. Can güvenliği riski artıyor çünkü. Açlığını gidermek zorunda olan, külotunu değiştirebilmek için bir yedek külota ihtiyaç duyan, zaman zaman hastane karşısındaki düğün salonunda pasta yiyerek beslenen Ülker için eş, abla, anne sıfatlarının önemi yok. Aynen bir düğün salonunda evlenen çiftten hangisinin akrabası olduğunun önemli olmaması gibi. Mekân olarak bir düğün salonunu hastanenin karşısına yerleştirmenizi de tüm bu sebeplerden dolayı tesadüf bulmadığımı söylesem, ne dersiniz?

Ülker diyor ki: “Ben ölemem. Benim annelik görevim yaşamak.” Aslında bir yaşama sevinciyle değil, evladı için bir fedakârlık olarak yaşıyor. “Kocam beni öldürürse oğlum katilin oğlu olur, o sinirle o da babasını öldürürse, katil olur. Ben ölüp de oğlumu katil edemem” diyor. “Düğün salonu niye hastanenin karşısında” sorunuza gelince; valla Aynur Hanım, hayat metafora gerek bırakmıyor çoğu zaman. Haseki, Cerrahpaşa hastanelerinin ara sokaklarında çoğu binanın zemin katı düğün salonudur, misal. Benim buna yer vermeyi seçişimse şundan: En büyük hayali boşanmak olan Ülker’in arada eğlenmek için tanımadığı insanların düğünlerine gidişi, kimi zaman orda pastayla karnını doyurması tersinleme gibi dursa da, bana çok gerçekçi geliyor. Eleştirdiğimiz sistemin de açıklarını bulup onu kullanmayı öğreniyoruz çoğu zaman.

Romanın basitçe mizah deyip geçemediğimiz ironik anları Ülker Abla’nın hikâyesini ne yönde niteliyor?

Ülker’in ironisi sürekli tetikte olmasından kaynaklanıyor. En ince detayları görmek, tehlikeyi sezmek, gıdayı bulmak zorunda. Yani sürekli öğrenmek zorunda. Ve aslında genelde en çok canını yakan şeylerden mizah üretiyor. Çünkü üzüldüğünü belli ederse insanların ona acıyacağını düşünüyor. Acıyıp geçen insanları sakil bulduğu için, kendini bu insanlardan ve onların kendi vicdanlarına sus payı olarak gönderdiği acıma hissinden kaçmanın bir yolu olarak ironiyi kullanıyor, kuşanıyor.

Ülker Abla baştan sona kendisiyle ilgili bir kimlik mücadelesine giriyor. Bunu yaparken kendi hikâyesini kendisi aktarıyor. Kameraya dönerek, onu seyreden ama baksa da görmeyen, dinlese de anlamayan bizlerle konuşuyor sanki. Ülker Abla bizimle mi; –okuyucuyla yani– konuşuyor, yoksa böyle bir derdi yok mu hiç?

Aslında okuyanla konuşmuyor. Ülker kendi kafasında biriktirdiği, kendini yargılayanlarla konuşuyor, tartışıyor. “Eller ne der”le çokça mücadele ettikten sonra kafasında yaşattığı o elâleme sözünü söylüyor. Elâlem dediğim de, ona dışardan bakıp kınayanların, garipseyenlerin, mesafelenenlerin bir toplamı aslında.

Pandemi sürecinde en çok dikkatinizi çeken şey ne oldu?

Pandemide dikkatimi en çok çeken, insanların hastalık korkusunu bir iyileşme yolu olarak kullanmasıydı. Kitaba, müziğe, resme başlayanları gördüm. Bu küresel bir sağlık krizi ve tabii ekonomi boyutu var. Bu bahsettiklerim için bile bir ekonomik refah seviyesi gerekiyor ne yazık ki… Ülker Abla’nın hayatında geçerli olan şey, pandemide de geçerli: Hayati tehlikesi olmadan evde oturmak da kimi zaman lüks.