*Bir editör notu: Bkz.

Uzun ve dolu dolu geçen meslek hayatı boyunca yazdığı sunuş yazılarından çevirmen önsözlerine, denemelerden söyleşilere pek çok türden örnekler: Selahattin Özpalabıyıklar'ın Göndermeler'i...

15 Kasım 2018 14:00

Ortaokul sonrası kendi kendine öğrenilen İngilizce, Çubuklu’daki cam atölyesinden Cağaloğlu’na kaçmalar, kurul kavgaları, blöfler… gazete, ansiklopedi, yayınevinde geçen 40 yıllık mesai. Çevirmen, editör, yazar Selahattin Özpalabıyıklar, kendi hayatına editör notu ekliyor: bkz. Biz de ilk kitabı Göndermeleri konuşmak için buluşup “benzeri olmayan hayatına” detaylıca “bakıyoruz.”

Çevirmen, editör, yazar Selahattin Özpalabıyık’ların Göndermeler –yazı, yanıt, söyleşi, anı– kitabı, okurla buluştu. Uzun ve dolu dolu geçen meslek hayatı boyunca yazdığı sunuş yazılarından çevirmen önsözlerine, denemelerden söyleşilere pek çok türden örnekler içeren kitap, dipnotları ve elbette göndermeleriyle de edebiyat ve yayıncılık dünyasına ilişkin anıları, hatta eski İstanbul’a dair detayları içinde barındırıyor.

Söyleşi için buluştuğumuz yere elinde kitaplarla gelen Özpalabıyıklar, masaya oturur oturmaz, “Bak, bu kitap çok ilginç,” diye söze başlıyor. Bakıyorum; Raymond Williams’ın yazdığı, Savaş Kılıç’ın çevirdiği Anahtar Sözcükler (İletişim Yayınları, 2005). Sözlük ve sözcüklere merakı tutku düzeyinde olan Özpalabıyıklar, bırakırsanız saatlerce bu konu hakkında konuşabilir; kitabının sunuş yazısı “Gökada Olmayacak Bir Bulutsu”da bu özelliğiyle dalgasını geçiyor. Bir diğer özelliği “göndermeler” ise hem ilk kitabının ismini belirliyor hem de söyleşi boyunca da sık sık karşımıza çıkıyor. E, boşuna ona “Göndermelerin Efendisi” denmiyor.

Sosyal medya hesabınızdan, “40 yıldır beklenen kitap! (Yemin etsem karnım ağrımaz, ben bekliyordum şahsen!)” diye duyurdunuz Göndermeler’i. Bu uzun bekleyişin ardından meslek hayatınız boyunca yazdığınız yazıları bir kitapta toplama fikri nasıl ortaya çıktı?

Everest’teki “Deneme Dizisi” başlamıştı ve beş altı kitap olmuştu. Everest’in yayın yönetmeni, Yapı Kredi Yayınları’ndan eski iş arkadaşım Cem İleri, iki yıl kadar önce, “Abi, senin yazılar bu diziye gider,” dedi. Ben o zamana kadar kitap yapmayı bile düşünmüyordum. Ne haddime, ben yazar bile saymıyorum hâlâ kendimi. Cem öyle söyleyince, “Saçmalama, ne alaka!” dedim önce, sonra yazılara o gözle bakmaya başladım. Hakikaten farklı yazılar: Ne deneme, ne inceleme, ne eleştiri. Söyleşiler de alışılmışın dışında. Toplamaya başladım sonra. Aşağı yukarı 700 sayfalık yazı çıktı. Cem’le konuştuk, “300 sayfa makul olur,” dedik. “Ya, şu da olsun, bu olmazsa olmaz, bunu da n’olur ekleyelim,” gibi nazlanmalarımla 392 sayfalık kitap oldu.

Göndermeler, Selahattin Özpalabıyıklar, Everest YayınlarıKitap, 20 Ağustos 1979’da yayımlanan ve “Edebiyat alanındaki ilk ciddi yazım” dediğiniz bir röportajla başlıyor ve yayıma hazırladığınız kitapların sunuş yazılarından çevirmen önsözüne, arka kapak yazısından sizinle yapılmış röportajlara kadar geniş bir yelpazede yazılar yer alıyor. Meslek hayatınızın uzunluğunu da göz önüne alırsak onca yazının arasından elemeleri hangi kritere göre yaptınız?

Öncelikle kaliteye baktım. Daha güvendiğim, daha olgun, olmuş saydığım yazıları seçtim. Gördüğün gibi, ilk denebilecek yazılar da var ama ilk olsalar bile acemiliklerini affettirecek özelliklere sahipler. O röportaj mesela, klasik anlamda bir röportaj. Röportajın hâlâ edebiyat ürünü sayıldığı yıllarda, Yaşar Kemal, Fikret Otyam gibi Türkçedeki röportajın devlerine özenilmiş bir röportaj. Duygusal ya da öznel diyebileceğim faktörler de rol oynadı. Eğer tek kitapta kalacaksam, başka yazılarımı kitap yapamayacaksam bu beni keser. Çünkü kaçırdım diyeceğim yazı yok. Son anda “Bütün Tütün” yazısı da girdi, onu da çok istiyordum. Farkında olmadan her yazıda farklı bir form aramışım galiba. Bu da bana “İnsan kınadığı başına gelmeden ölmez,” hadisini hatırlatıyor. Orhan Pamuk’u eleştiriyordum; “Masumiyet Müzesi için müze kurdu, peki bundan sonraki kitap için ne yapacak” diyordum, “Devlet mi kuracak!” Sonra fark ettim ki ben de aynısını yapıyormuşum, her yazı için yeni bir form bulmaya çalışıyormuşum. En çok da Alman felsefe metinlerindeki paragraf formu var. O tekniği ilk kullandığım yazı Borges’ten derleyip çevirdiğim şiir kitabı Altın ve Gölge için yazdığım yazıdır. Benim de aklım böyle çalışıyor. Gördüğüm, özendiğim yazılar gibi monoblok bir yazı kuramayacağımı fark ettim. Benim aklım göndermelerle çalışıyor. O yüzden bu kitabın ismini bulduğumda, beni tanıyan herkes “Offf, şahane!” dedi.

Bunca yıl editörlük yaptıktan sonra masanın diğer tarafına geçmek, editör-yazar ilişkisinde yazar konumunda olmak nasıl bir duygu? Müdahale ettiniz mi, etmek isteyip de kendinizi tuttunuz mu?

Yazarın ve çevirmenin şöyle bir beklentisi vardır: Kendisi de farkında olmadan, yayınevine, “Bir kitabı yapamadınız,” diye serzenişte bulunur hep. Sanki yayınevi o sırada bir tek onun kitabıyla uğraşıyormuş gibi. Elbette, bunun böyle olmadığını bilir ama farkında değildir. Bunun son derece insanî ve doğal olduğunu fark ettim. Çünkü ben de, “Aman, bir kitabı yapamadılar,” dedim beklerken. Ama yine de temiz, sancısız bir süreç oldu. Kulakları çınlasın, Enis’in (Batur) sunuşunu beklerken çok tedirgin oldum. Ben akıl ve cüret edip Enis’ten sunuş yazısı istemiştim, sağ olsun, “Tabii ne demek, memnuniyetle,” dedi. Sonra Cem, “Gökada Olamayacak Bir Bulutsu”yu gönderip, “Enis Bey, Selahattin’in bir oyunu var, isterseniz siz de oyuna katılın,” diyor. Enis okuyup bakmış ve “Oyuna katılacağım, hatta eli yükselteceğim,” demiş.

Seçtiği sözcüklerden üslubuna kadar gerçekten de eli yükselttiğini görüyoruz. Yapı Kredi Yayınları’nda yıllarca birlikte çalıştığınız, hatta editör olmanızı sağlayan isim Enis Batur. Böyle bir isimle birlikte çalışmak size neler kattı?

YKY, özellikle editörler için okul oldu. Piyasada çalışan insanlara bakın, büyük ihtimal Yapı Kredi’den yolu geçmiştir hepsinin. Şu anda mesela Türkiye’deki iki büyük yayınevinin başında iki Cem var, ikisi de Yapı Kredi’den ve ikisi de büyük ölçüde Enis Batur’un rahle-i tedrisinden geçmiş isimler. Enis, eski usul hocalar gibi “Bak, şu şöyle olur; bak, bu böyle olur,” demez ama tuhaf bir şekilde, deyiş yerindeyse, “mesleki aura”sı vardır. Bundan etkilenirsin, farkında olmadan öğrenirsin. Ben mesela, “kitap nasıl yapılır”ı Enis’ten öğrendim. Cemal Süreya’nın deneme kitabı Şapkam Dolu Çiçekle’yi genişletiyordum. Enis kitaba sunuş yazmamı istedi, yazıp götürdüm, “Teknik olmuş bu, edebi bir sunuş yaz,” dedi. Teknik bilgileri de kullanarak edebi bir sunuş yazdım, editörden ziyade edebiyatçı yaklaşımını yakalamaya çalıştım, götürdüm, “Hah, olmuş bu,” dedi. Sonra durdu, “Sen yazar oldun be!” dedi. O günü hiç unutamıyorum. O günü yazarlığımın başlangıcı sayıyorum.

Daha da geçmişe gidelim. Yapı Kredi Yayınları’ndan içeri girdiğiniz ilk güne. Editörlüğün bir okulu yok. Genelde de hasbelkader olunuyor. Sizin hikâyeniz nasıl?

Benim çevirmenliğim gibi editörlüğüm de alaylı. Ortaokul mezunuyum ben. Yirmi yıl sonra da liseyi dışarıdan bitirdim. İki yıl üst üste İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazandım ama liseden tek dersim olduğu için gidemedim! O dersi verdikten sonra da ben gitmek istemedim artık. İngilizceyi Fono’nun mektupla öğrenim kurslarıyla öğrenmiştim. Onun üzerine İngilizce bulduğum her şeyi okudum.

Alman Şarkiyatçı Oscar Rescher (Osman Reşer), hocası İsmail Saib Sencer’in cenazesinde Mahir İz’e, “Siz Türklerde ve genel olarak Doğulularda bir şey var. Öyle şeyler var ki nasıl olup da bildiğinize şaşıyorum, öyle şeyler de var ki nasıl olup da bilmediğinize şaşıyorum,” diyor. Mahir İz de, “İşte ona ‘metotsuz şark usulü’ derler,” diye yanıt veriyor. İşte benim tarzım da bu: Metotsuz Şark Usulü; sistemsiz, kafa göz yara yara, el yordamıyla.

Neyse, konuya dönersek Bilgilik Webster ve Temel Britannica sonrası işsizdim. O süreçte sahafta denk geldiğim Anna Kavan’ın Asylum Piece adlı öykü kitabını çevirmeyi önermek için –nasıl bir tanışıklığım vardı şu an hatırlamıyorum ama– yayınevinin genel müdür yardımcısı Şahin Beygu’yu görmeye gittim. Onu beklerken salona Enis Batur –yayın yönetmeniydi o zamanlar– geldi. İşte hayatımın blöfünü o zaman çektim: “Nasıl olsa bu adam günde 20 insanla tanışıyor, bununla da tanışmışımdır, der,” diye düşündüm ve “N’aber Enis” dedim. Tam tahmin ettiğim gibi oldu. Selamıma yanıt verdi ve orada ne işim olduğunu sordu. “Anna Kavan önermeye gelmiştim,” dememle beraber, “Ice’ı mı?” dedi. Sanki kitabı okumuşum gibi, “Ben Asylum Piece’i önermeye gelmiştim ama neden olmasın? Yalnız bende kitap yok,” dedim. Enis derhal fotokopiler aldırttı ve anlaştık. Hâlâ bende üçüncü hamur kâğıda daktilo edilmiş çeviri metni duruyor. Çeviriyi teslim ettiğim 15 Mart 1993 günü de Enis’ten iş teklifi aldım. “Bize part-time düzelti yapar mısın?” diye sordu. “Tabii,” dedim, bir yıldır falan işsizdim zaten. O işsizlik sayesinde Buz’u çevirmeye fırsat bulmuştum. Ertesi gün işe başladım: 16 Mart 1993. Ve 16 yıllık YKY maceram başladı. Bir süre öyle çalıştım, sonra kadroya geçtim. Kadroya geçtikten sonra bir süre daha düzeltmen olarak çalıştım, sonra editör oldum, sonra da şef editör oldum. Emekli olduktan sonra bir süre daha YKY’de çalıştım. Bir zaman sonra Doğan Kitap ve Sel’de çalıştım ama olmadı. Şimdi evdeyim. Bu vesileyle kitap toparlanmış oldu. Bu gibi geçici işsizlikler üretime yarıyor galiba.

İngilizceyi kendi çabalarınızla öğrenmiş ve ortaokul mezunu olmanızın zorlukları da oldu mu? Etiketlerin, okul adlarının kişisel yeteneklerin önüne geçtiği bir çağdayız. O dönemde de benzer şeyler var mıydı, tepkilerle karşılaştınız mı?

Hayatım boyunca üç kişi benim için “kurulda kavga etti.” İlkokul 5’teyken, soyadını hiç hatırlayamadığım sınıf öğretmenim Özcan Bey, Milliyet’in o yıl başlattığı ilkokullararası bilgi-kültür yarışmasına benim gönderilmem için okulda öğretmenler kurulunda kavga etmiş, çok sonra öğrendim. Öteki aday için “O sadece çalışkan,” demiş, “Selahattin’de başka bir şey var!”

İkincisi, Profesör Oya Köymen, Temel Britannica’da yayın koordinatörümüzdü, yayın kurulunda benim için kavga etmiş. Ansiklopedi bitmek üzereydi, beni yanına çağırdı bir gün; “Selahattin, ben ‘Her işin alaylısı olur, çevirmenin olmaz’ diye biliyordum. Sen beni yalancı çıkardın. Çevirmenin de alaylısı oluyormuş,” dedi. Nereden çıktığını sorduğumda da, detay vermedi ama, benim için kurulda kavga ettiğini söyledi. Büyük ihtimalle masterlı, iyi eğitimli onca insanın arasında ortaokul mezunu birinin ne işi olduğunu sormuşlardır. Bu noktada Oya Hanım, “Öyle demeyin, Selahattin çok işe yarıyor,” diyor ve benim için zar atıyor.

Editör olmamın hikâyesi de bu iki hikâyeye benziyor: Kurulda kavga. Bir gün özel bir konuşmada Enis, “Ben senin editör olmanı istiyorum, ama yayın kurulundaki bazı arkadaşlar buna karşı çıkıyor,” dedi. “Biliyorum,” dedim, “iyi niyetli olduklarını da tahmin ediyorum.” Aynı masada oturduğumuz, birlikte yemek yediğimiz insanlardı ama iş ilişkisi farklı elbette. “Eğitimimin azlığı nedeniyle benim yapamayacağımı düşünüyorlardır,” dedim. “Bekle,” dedi. Bir süre sonra da editör oldum. Bu insanlar zar attılar benim için. Ataç’ın Turgut Uyar için zarını atması gibi bu insanlar da benim için zar attılar. Az şey değil bu. Bilinmeyen, tanınmayan biri için bir şey yapıyorsun. Pişman da olabilirlerdi. Bu insanlar kalkıp da bunu anlatmazlar, o yüzden anlatıyorum, zaten bana düşer anlatmak.

Enis Batur’a yaptığınız hayatınızın ilk blöfü değil ama… Gazeteciliğe başlamanızın da benzer bir hikâyesi var.

Tabii, tabii. Bir gün bir gazetede “İstanbul’da çıkan günlük bir gazete için stajyer muhabir aranıyor” ilanı gördüm. Muhabir olup da basın kartı alabilmek için en az lise mezunu olma şartı vardı resmî olarak. Telefon ettim, yazı işleri müdürü Yasemin Tuğ açtı, eğitim durumumu soracağını bildiğim için nefes almadan konuştum. Bir yerden sonra anlatacaklarım bitti tabii ve Yasemin beklenen soruyu sordu. “İşte bunu sormanızdan korktuğum için nefes almadan konuşuyorum,” deyice güldü ve “Gelin o zaman, konuşalım,” dedi. Böylece gazetede stajyer muhabir olarak çalışmaya başladım. Sporun s’sinden, futbolun f’sinden anlamamama rağmen, amatör kulüplerle röportajlar yaptım. Bir zaman sonra içeride kalıp gelen haberleri redakte etmeye başladım. Bulmaca yaptım, şiir sayfası hazırladım. Gazete kapanınca Bilgilik Webster’a girdim. Ansiklopedi bitip işsiz kaldığımda da galiba Semih Gümüş’ten Temel Britannica’nın eleman aradığını duydum ve bir süre oraya dışarıdan çeviri yaptım, madde yazdım, sonra da redaktör olarak kadroya geçtim.

Gazeteden ansiklopediye, ansiklopediden yayınevine… Hayatınızın temelinde hep yazı varmış aslında.

1972’de (17 gibi geç denebilecek bir yaşta) “dekorculuk” diye bilinen, cam bardak, sürahi vesaire üzerine yapılan kesme dekor işine çırak girdim. Dekorculuk yapıyordum ama bir yandan da gözüm hep Cağaloğlu’ndaki gazetelerde ve Sahaflar Çarşısı’ndaydı. O zamanlar gazeteciliğe hevesleniyordum sanırım. O yüzden gazetede çalıştım. Bir noktada kendi kendime bir söz verdim: “Açlıktan ölme raddelerine gelmedikçe bir daha dekorculuk yapmayacağım.” Sözcüğü sözcüğüne hatırlıyorum bunu. Yıllar sonra, Bilgilik Webster’da masama oturduğumda, tekerlekli ve döner sandalyeyi gördüğümde şunu dedim: “Ben kendime verdiğim sözü tutmuşum. Hayatta istediğim yerdeyim.” Masam olacak ve kâğıt kalemle iş yapacağım demiştim. Ama hayalim o kadar geride kalmış ki tekerlekli ve döner sandalyeyi hayal edememişim, havsalamda yok öyle bir sandalye.

Demirtaş Ceyhun’la bir tanışıklığım vardı. 1978’de, Cağaloğlu’nda Ertur Matbaası’nda Edebiyat Cephesi adlı tabloid boy, tipo baskı, on beş günlük bir edebiyat gazetesi çıkarıyordu. Orada, çalıştığım atölyeden kaytarıp “gönül tokluğuna” düzelti yapıyordum. Ücretim, dergi basılır basılmaz aldığım bir nüshaydı. Dekor atölyeleri çoğunlukla Paşabahçe Cam Fabrikası’na yakın olmak için, benim doğup büyüdüğüm Çubuklu’ya da yakın olan, Paşabahçe-Beykoz taraflarındaydı ve ben, gazete-kitap ortamında olabilmek için, habire kaytarıp karşıya, Cağaloğlu’na gidiyordum. Şimdi düşünüyorum da, manyaklık düzeyinde bir tutkuymuş.

Bu tutku okurlukla mı başladı? Çocukken kitaplarla aranız nasıldı?

Daha ilkokuldayken içinde Aziz Nesin’den bilmem kime kadar pek çok kitap olan bir kitaplığım vardı. Babam bir camlı dolaptan yapmıştı. Kendisi okumamış, okuma yazmayı kendi kendine öğrenmiş bir işçi olmasına rağmen benim okumamı hep destekledi. Annem de ilkokulu okumuş ama diplomasını almamış biriydi. Böyle bir evde kitaplara yöneltildim. Evde eski gazetelerden kesekâğıdı yapılırdı mesela, ben altı kapatılmış kese kâğıdını açıp yazının devamını okurdum. Okuldan evimize giden yolda, kurumuş Çubuklu Deresi vardı. Ben o derenin içinden giderdim bir buçuk saatte, bulduğum bütün kâğıt parçalarını okurdum. Annemler geç gelmeme ses etmiyorlardı artık, biliyorlardı okuya okuya geldiğimi. Dekor atölyesinde çıraklığa başladığımda 30 lira haftalık alıyordum. Anneme veriyordum hepsini, o da bana 10 lira harçlık veriyordu. Kadıköy’de Gençler Kitabevi vardı, oraya gidiyordum. Sonra sonra Cağaloğlu’na ve Sahaflar Çarşısı’na dadandım.

Sahafların hayatınızda önemli bir yeri var. Editörlüğe adım atmanızı sağlayan Anna Kavan’ın kitabını da sahaftan bulduğunuz bir kitapla yapıyorsunuz. O günden bu güne baktığımızda editörün kitap bulma pratiğinin değişimini de görüyoruz diyebilir miyiz? Ajanslar, fuarlar, kataloglar dünyasında sahafların yayıncılık için anlamı kaldı mı?

Aaa, çok ilginç. Çok haklısın. Hiç düşünmemiştim bak bunu. O zaman da ajanslar falan vardı ama bu biraz da benimle alakalı galiba. Bugün de olsa sahafta gördüğüm bir kitabı çevirebilirmişim gibi geliyor bana. Bir de editör sokaktan çekildi tabii. Çalışma koşulları, yayıncılığın sektöre dönüşmesi, mesai saatleri onu plazalara, en azından binalara hapsetti. Editör için sokak, sadece kitap fuarlarının sokakları neredeyse. Ne görüyorsa o sokaklarda görüyor. Bu, günlük dille bağının kopmasına da neden oluyor. Borges “Ben hayatı kitaplardan öğrendim,” der ya, ondan daha kitabî bir hayat yaşamaya başlıyorlar. Çok somut ve çok uç bir örnek: Akşit Göktürk’ün bir çeviri metninde “ufak tefek” sözü geçiyor, sıfat değil isim olarak geçiyor ama. Adamın biri bir yolculuğa çıkacak misal, “Ufak tefeğini topladı,” gibi bir cümle. Editör arkadaş Allahtan bunu yüksek sesle dile getirdi, “Ivır zıvıra ufak tefek diyor,” dedi. Ben dayanamadım, “Ne diyorsun sen ya,” dedim, “doğru diyor. Sen bilmiyor olabilirsin, gençsin ama ben biliyorum. Annem de kullanırdı. Böyle dondur, atlettir ‘ufak tefek’tir bunun adı ve isimdir, sıfat değil.”

Sizin de genç olduğunuz ve dolayısıyla hata yaptığınız dönemler var. Hatta kitabınızda, Bilge Karasu’nun “Masalın da Yırtılıverdiği Yer” adlı öyküsünde geçen ‘yarlıgama’ sözcüğünün editörlüğünü yaptığınız bir Enis Batur kitabında o kadar dikkat etmenize rağmen ‘yargılama’ diye çıkmasını anlatıyorsunuz. Unutamadığınız başka hatanız var mı?

Olmaz olur mu? Dante’nin Yeni Hayat’ı Işıl Saatçıoğlu çevirmenliğinde çıkacaktı, editörlüğümün daha başları. Ama nasıl olduysa, Işıl Hanım “Dante Alighieri” yerine “Alighieri Dante” yazmış yazar adı olarak, ben de öyle bırakmıştım bir bildiği vardır diye. Enis gördü, “Bu ne!” diye bağırdı. Editörü olduğum için ben sorumluydum tabii. Ve mecburen yeniden bastık kapağı. Hatalı baskı imha edildi.

Yaklaşık 30 yıllık yayıncılık deneyiminizin ardından sizde ve yayıncılıkta neler değişti?

Sistemsiz çalışan bir insandım, zaman içinde bütüne bakmayı öğrendim diyebilirim. Bir şairin bir şiirini çevirmek için neredeyse tüm şiirlerini bilmek zorundasın. “Bilmek”ten kastım, hepsini okumuş olmak değil, en azından bir fikrinin olması lazım. Bu şairin sözcük sıklığını bilmen lazım, kendine has sözlükçesini bilmen lazım… Düşün, bazı yazarlar için sözlükler yapılabiliyor. Yaşar Kemal için yapıldı mesela, çünkü bir şey dediğinde herkesin bildiğinden farklı bir şeyi kastediyor olabilir. Bu anlamda çevirmenlik ve editörlük, insana yazara bütün olarak bakma deneyimini kazandırıyor. Zaman içinde bunu edindim ama onun dışında hâlâ çok fazla sistemli çalıştığımı söyleyemem. Bugün bu bütünlükler daha rahat yakalanabiliyor, benim gibi el yordamıyla bulunmuyor. Edebiyat ve çeviri eğitimi falan bu disiplini kazandırıyor artık. Ama yayıncılığın ticarî yanının ağırlık kazanması bütünlüğe satış kaygısıyla bakmaya neden oluyor. Çok iyi biliyorum, birtakım iyi yabancı yazarlar ısrarla görmezden gelinebiliyor. Neden? Çünkü ölmüş, yazmaya devam edemeyecek. Kaç kitabı varsa belki onlar satacak ama neredeyse “Bana birkaç yılda bir yeni roman veremeyecek” diye bakıyor yayınevleri. Daha da vahimi, “Beş binden aşağı satacaksa bana kitap ya da yazar getirmeyin,” diyebiliyor yayın yönetmeni ya da genel müdür. Bugünkü yayıncılığa bakınca hem olumlu yanları var hem de olumsuz yanları var geçmişe kıyasla, ama bana olumsuz yanları daha fazla gibi geliyor.

Kitaba geri dönersek, “Borç Defteri” diye bir ana bölüm var ve Refik Halid, İlhan Berk, Oğuz Atay, Borges gibi isimler için yazdığınız yazılar yer alıyor. Sizin siz olmanızda nasıl katkıları oldu bu isimlerin?

Hayatıma değen herkesin bir katkısı oldu tabii ki ama kitapta bahsettiklerim editörlük ve yazı bağlamında beni etkileyenler ve hatta belirleyenler. Mesela, Behçet Necatigil. Yazdığı her şiirin altına imzamı atarım, kendisi bile o kadar güvenmiyor olabilir şiirlerine. Şiir nasıl yazılır, o apayrı bir olay ama, “şiir nedir, şiire nasıl bakılır, çeviri nedir”i Behçet Necatigil’den öğrendim ben. Anadilimi ve giderek tüm dilleri sevmeyi Refik Halid’e borçluyum. Daha ilkokul yıllarımdan beri belirledi beni. Bazılarıyla tanışma, birlikte çalışma şansım oldu ama bu isimler “gizli ustalar”dır benim için. Görünürde bir şey almasam da bir duygu aldım bu insanlardan. Mesela Sabahattin Kudret, sadece okur olan, yazmaya hevesli bir çocuğu bir saatten fazla dinledi ve dinlediğini belli etti. “Borç Defteri”nde görünmüyor ama Onat Kutlar’a da bana kattıkları için borçluyumdur. (Başka bir bölümde bir yazıda var.) Aslına bakarsanız, kitabın tamamı borç ödeme. Galiba, farkında olsak da olmasak da bütün entelektüel üretimler borç ödeme kaygısıyla yapılıyor. Bu vesileyle söyleyeyim: “Borç Defteri”nde bahsetmedim ama, Cem İleri, benden yazılarımı istediği için, kitabın ebesi sayılır. Bir de E.B. var: Enis Batur yani, aslında kitabın ilk ebesi odur: Kitaptaki pek çok yazı vaktiyle onun istemesiyle yazıldı.

Kitaplara, yazıya olan tutkunuz ortada. Bir de sözlük aşkı var sizin için. Kendi sunuş yazınızda bile bununla dalga geçiyorsunuz. Nasıl başladı bu sözlük toplama işi?

Çeviri yapmak benim sözlük toplamamı, yığınımı, ivmemi artırdı. İlk başladığımda o gün için İngilizce-Türkçe iyi bir sözlük yeter sanıyordum. Bildiğim tek sözlük Redhouse’du. Denetlemek için de bir Türkçe-İngilizce sözlük olmalı diyordum. Sonra baktım ki yetmiyor. İkinci bir dilde de denetlemen gerekiyor. İngilizce-Fransızca, İngilizce-Almanca vs. diliçi sözlükler, terim sözlükleri falan derken koskocaman bir toplam çıktı ortaya. Balkonda pencerenin altına bile raf yaptırdık. Bak mesela, şu sırrı da vereyim: Eve gizlice kitap sokarken herkes karnına sokar. Yanlış. Arka taraftan beline koyacaksın.

Hiç kitap çaldınız mı?

Çaldım. İki kere. Nişantaşı’nın oralarda bir yerde diye hatırlıyorum, Sander’in kitapçısı vardı. Oradan Attilâ İlhan’ın galiba Ne Kadınlar Sevdim Zaten Yoktular’ını çalmıştım. Niye onu çaldıysam? Bir de Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısı’nda Arslan Kaynardağ’ın Elif Kitabevi’nden bir kitap çalmıştım, ama ne olduğunu hatırlamıyorum. Nemrut bir satıcısı vardı, ona gıcık olup çalmıştım.

“Bu da çok ilginçtir, kimsede yoktur” dediğiniz sözlük hangisi?

Şeker Sanayii İçin Teknik Lûgat. İngilizce-Almanca-Türkçe, üç dilde. Öyle ufak bir şey de değil: 300 küsur sayfalık, basbayağı bir sözlük.

Böyle bir tutkunuz varken sözlük yapmayı düşündünüz mü hiç?

Bir ara Vedat Çorlu’nun önerisiyle yayıncılık terimleri sözlüğü yapalım dedik Yapı Kredi’de. Hâlâ bende durur tuttuğum birtakım notlar. Üstelik çok geniş kapsamlı olacaktı. Yayıncılık derken, matbaacılığı, hat sanatını bile dahil edecektik. Neredeyse “yazı terimleri sözlüğü” olacaktı. Kapsamlı bir şey yapacaktık ama kim okur bunu, en başta yayıncılar bile okumaz diye hevesimiz kırıldı, vazgeçtik. Ama belki dijital sözlük yapılabilir. Basılı sözlük kâğıt ziyanı artık. Çünkü teknoloji değişiyor. On sene önce yapılan bilgisayar terimleri sözlüğünün bugün geçerliliği yok, çok hızlı değişiyor.

Tahammülünüzün olmadığı bir sözcük var mı? Metinde görünce üzerini çizmeden duramadığınız?

“Olanak”ı sevemedim, asla ısınamıyorum. Yeri geldiğinde “modern”i, yeri geldiğinde “çağcıl”ı kullanıyorum ama “modern”in karşılığı “çağdaş” değil. “Çağdaş”, “contemporary”nin karşılığı. Bu ayrımları gözetiyorum, bu ayrımları gözetmemi de seviyorum. 30’lardan beri TDK’nın yaptığı en büyük kötülük dili yavanlaştırmak oldu. “Harp” ve “muharebe” aynı şey değildir ama biz ikisine de “savaş” dedik, işi batırdık. Sonra, “muharebe”ye “çarpışma” diyerek çözmeye çalıştılar ama olmadı, “çarpışma” zaten var: “müsademe.” Bu kez “müsademe”ye “çatışma” dediler. Böyle garip bir şey…

“Göndermelerin Efendisi” YKY’den çalışma arkadaşınız Betül Kadıoğlu’nun size taktığı bir lakap. Göndermeler sizinle o kadar özdeşleşiyor ki kitaba ismini de veriyor. Kendi hayatınızı anlatırken neye gönderme yapardınız?

Allah Allah, çok ilginç, hiç düşünmedim bunu bak. Benzeri yok herhalde, dolayısıyla gönderme yapamayacağım. 

* Peki, hayatınıza editör notu eklemek isteseniz ne yazardınız?

Belki sadece “Bkz” diye bir editör notu yazabilirdim. “Bakınız”ın gittiği bir yer yok ama isteyen istediği yere bakabilir. Evet ya, fena değil, ben bunu sonra kullanayım.