Sanatın özgürleştiriciliğine dair: “Budalaların Şerefine!”

“Gürciyev sanatı ve sanatın farklı alanlarının kombinasyonunu farkındalığımızı artırmak, insanın kendini ve birbirini anlamasını, hatta insanların kendilerini birbirlerinde anlamasını sağlamak için bir araç olarak kullanmış.”

Hale Birgül Akçakmak’ın doktora tezinden uyarladığı Budalaların Şerefine – Gürciyev ve Performans kitabıyla karşılaşana kadar Georgi Gürciyev hafızamın derinliklerinde bir yerde sadece bir isim olarak vardı. Oraya nereden, nasıl girdi, hatırlamıyorum. Bu kitap ve bu söyleşiyle birlikte artık ona dair daha fazla bilgiye sahibim. Kendisine dair birtakım çelişik ve şüpheci duygularım da var. Ama her halükârda ikna olduğum şey şu: Gürciyev’in sözlerinden içeri bakmak ‘özgürleşmeye’ dair kayda değer fikirler ve öneriler barındırıyor.

Budalaların Şerefine – Gürciyev ve Performans vâkıf olabildiğim kadarıyla Türkiye’de Gürciyev ve metodu üzerine kaleme alınmış ilk özgün kitap çalışması. Bu şahsına münhasır karakterin anlaması ve anlatması çetrefilli doğasından ötürü, kitabın yazarından çoğunlukla bu çalışma esnasında deneyimlediği serüvenden bahsetmesini rica ettim. Ayrıca Gürciyev’in anda olma ve kişinin deneyimini temel alma ilkesine katılmam da cabası.

Peki başlıkta da bahsi geçen bu budalalar kim? Önsözde Hale işin aslını şöyle aktarmış: “Gürciyev öğrencileri için düzenli olarak yemekler hazırlar. Birlikte yenen bu yemekler gün boyu devam eden fiziksel ve içsel çalışmaların bir devamıdır. Öğrenciler sırayla sofradaki bir budalayı seçer ve ardından onun şerefine kadeh kaldırılır. Kimdir bu budala? İşin aslı, Gürciyev de dahil, sofradaki herkes!”

Hale, öncelikle bu tuhaf günlerde nasılsın?

Öğrencilerimizle birlikte iyi olmaya çalışıyoruz. Öğrencilerin varlığı, derslerin kendisi farklı bir dayanışma hali oluşturdu. Bugünlerde okulda olmak daha da bir anlamlı oldu.

Bu kitap bağlamında biraz kendinden bahsedebilir misin?

Kısaca özetlemek gerekirse, gitar performansı alanında Avrupa müzik geleneğinde eğitim almış bir müzisyenim. Bu kitabı oluşturan doktora tezimle birlikte işin performans kısmını bir daha anlamaya çalıştığım farklı bir sürece girmiş oldum; çocukluğumdan beri sorguladığım çalma olgusu, müziği duymak ve dinlemek, sanatla daha üst bir insan olabilmek vs. gibi birçok soruyla beraber her şeyi başa sardığım bir döneme girdim. Georgi Gürciyev’in bir figür olarak sıra dışı olması da halihazırda zorlayıcı bir süreçti. Bu tip bir metnin kitap olarak okura ulaşmasının tabii ki çeşitli incelikleri vardı ama bir şekilde gerçekleşti.

Yanılıyorsam düzelt, Budalaların Şerefine – Gürciyev ve Performans, Gürciyev üzerine Türkçe literatürde kitap olarak basılan ilk özgün çalışma. Bundan bahsetmemin sebebi biraz da bu tür bir çalışmanın omuzlarının üzerinde yarattığı olası yükün altını çizmek istemem.

Bu tez süreci boyunca, en başta doğru anlama ve sonrasında da anladığımı doğru aktarabilme kaygısını hep yaşadım. Hatta o sorumluluk duygusu bu sohbet boyunca da omuzlarımda olacak. Bu kaygıyı taşıdığımı hissettiğini duymak çok iyi geldi şu anda, teşekkür ederim. Kendi adıma yaşadığım bu süreci anlatmayı bu yüzden önemli buluyorum. Bu söyleşiyi okuyacak olan, özellikle de sanat alanında çalışan veya doktora sürecinde olan kişilere cesaret verebilmeyi dilerim.

“Dansları ve hareketleri izlediniz. Gördüğünüz her şey dışsal formdur – güzellik ve tekniktir. Ben sizin gördüğünüz bu dışsal nitelikten hoşlanmıyorum. Benim için sanat armonik gelişim için bir araçtır. Yaptığımız her şeyin altında yatan fikir, otomatikman, düşünmeden yapılamayacak şeyleri yapmaktır.” (Gürciyev, s. 112)

Bir gitarist olarak performans mefhumuyla yeni baştan ilişkilenme nedenini merak ettim. Sanırım burada performanstan kasıt gitar çalmak.

Gürciyev sanatı ve sanatın farklı alanlarının kombinasyonunu farkındalığımızı artırmak, insanın kendini ve birbirini anlamasını, hatta insanların kendilerini birbirlerinde anlamasını sağlamak için bir araç olarak kullanmış. Gürciyev’in bu metoduyla birlikte, sekiz yaşımdan itibaren Avrupa müzik geleneği kodları üzerine kurulu on beş yıllık konservatuvar eğitimim boyunca sorguladığım konuları tekrar masaya yatırmış oldum. Tabii ki bunların en başında da gitarla olan ilişkim geliyor. Öte yandan o kodları ve formasyonu aşabilmek için yeni müziği, yeni bestecileri çözümlemeye dair hep bir eğilimim vardı. Gitar çalışmalarımın da hep araştırmacı bir tarafı oldu.

Çocukluğu ve ilk gençliği katı bir eğitim disiplininden geçmiş biri olarak Gürciyev’in metoduyla karşılaştığında seni tekrar sorgulamaya iten bir çeşit bir ezber bozulması, yoğun bir farkındalık mıydı? Bir de, Gürciyev’le yolunuz nasıl kesişti?

Aslında bu süreç Gürciyev’le tanışmamdan öncesine dayanıyor. Gitar virtüözü olmakla ilgili edindiğim zihinsel birtakım kod ve tanımlamalarla katettiğim uzun yolun ardından yüksek lisans için New York’a gittiğimde konservatuvar yıllarım boyunca hayalini kurduğum o dünyanın tamamen zihinsel olduğunu fark ettim. Sanatla yeteneğin ve sanatla insanın ilişkisinin sorgulanması gerektiğini anladım. Bu hayatımın en önemli zaman dilimlerinden biriydi. O noktadan sonra, ‘50’lerdeki John Cage ve sonrasındaki deneysel çalışmalara yöneldim. Tüm bu farkındalıklar enstrümanla, sesle, çalma eylemiyle, bedenle, performansla bağımı tamamen değiştirdi. Ardından Türkiye’ye döndüm ve bu çağdaş müzik derslerinde edindiğim bilgileri öğrencilere aktarmaya çalışırken bir yandan da doktora sürecim başladı. Yapacağım çalışma tamamen ‘50’ler sonrası çağdaş müzik, hatta Türkiyeli bestecilerin müzikleri üzerine olacaktı, fakat kişisel nedenlerden ötürü bir şekilde sekteye uğradı. O sıralarda içsel bazı arayışlarıma eşlik olarak bazı değişim teknikleri uyguluyordum. Tam da bu farklı arayışlar içerisindeyken Gürciyev’le bir kesişme yaşadım.

Georgi Gürciyev, New York, 13 Ocak 1924 (Hulton Picture Company)

“20. yüzyılın ilk yarısında Paris’te birçok sanatçının özgün dilini bulmasında rolü olan bu sıra dışı figür Türkiye sınırları içinde son yıllara kadar akademik camiada bile bir meczup olarak bilindi. Hartmann ile birlikte yaptıkları piyano müziklerinin Schott Music gibi saygın bir basımevinde yayımlandığı ve 1920’lerde New York Carnegie Hall’da eserlerini icra ettiği duyulunca ancak merak ve ilgi uyandırdı.” (Önsözden)

Gürciyev’in sanatla ilişkisinin ilk olarak spiritüel kısmıyla karşılaşınca önce anlamadım. Hatta yeni okumalara gayet açık olduğumu düşündüğüm bir dönemde önyargılı davrandım. Örneğin müziğinin çok yüzeysel olduğunu bile düşündüm. Gürciyev’i genel kabul gördüğü ezoterik literatürde araştırmaya başlamıştım. Sonra bir baktım ki, aslında sosyoloji, psikoloji, pedagoji, teoloji gibi kimi akademik alanlarda Gürciyev’le ilgili birçok çalışma yapılmış. Müzikle ilgili kısmında ise kısıtlı çalışma vardı. Ona dair ulaşabildiğim her şeyi hiç ayırt etmeden okumaya karar verdiğimde, karşımdaki literatürün onun metoduyla hep bir bağ kurarak oluşturulduğunu ve kimi akademik çalışmalarda da kullanıldığını gördüm. Tabii bu literatürün içinde öğrencilerinin elinden çıkma veya metodunun İngiltere, Amerika gibi farklı ülkelerdeki yansımalarına dayalı, nesnel olmayan verilerle oluşmuş bir kısım da vardı.

Gürciyev zamanında meczup olarak algılanan, ötekileştirilmiş, bir nevi ciddiye alınmayan, hiçbir bağlama tam oturtulamayan, fakat bir yandan da kelimenin tam anlamıyla “yapıbozumcu” bir karakter. Hal böyleyken Gürciyev’in derinliklerine inmeye karar verme sürecini biraz daha detaylandırır mısın? Seni hangi özelliğin bu çalışmayı yapmaya itti?

Spiritüellik üzerine okuma yapmaya zaten bir eğilimim var, dolayısıyla öncelikle o tarafı cezbetti. Fakat bunun dışında çok başka bir şey daha var: Bu coğrafyada halkların birlikte yaşadığı ve bu toprakların tüm kültürel hazinesini birlikte paylaştığı dönemlerde Kars’ta büyümüş, babası bir saz şairi olan, özellikle de kendi yazdığı Beelzebub’ın Hikâyeleri’nde[1] Türk literatüründen tutun da Sufizm’e, Yezidi hikâyelerinden tutun da Ermeni ninnilerine kadar birçok kültürel malzemeyi kullanmış birisinden ve de iki dünya savaşına birden tanıklık etmiş bir karakterden bahsediyoruz. Üstelik tüm bu bildikleri üzerinden çıkar sağlamaya çalışmamış. Bunun altını özellikle çiziyorum, çünkü tüm bu ezgilere, dillere ve kültürlere dair bilgilerini sanat camiasını etkilemek için kullanarak o dönemin Avrupa’sında, mesela Paris’te yaşarken kendine çok daha başka şekillerde tanınırlıklar sağlayabilirdi. Sonuçta Gürciyev aristokrat bir aileden gelmiyor. Rusçası kırık; doğru dürüst ne İngilizce ne de Fransızca biliyor. Etrafındaki sanatçılar hep gönüllü bir şekilde onu tanıtmaya çalışmışlar. Bütün bunlara rağmen çok büyük bir yankı uyandırmış. Sanırım beni asıl cezbeden Gürciyev’in bütün aidiyetlerinden sıyrılarak kendini özgür kılma hali ve bunu çok büyük bir cesaret içerisinde yapmış olması oldu.

Peter Brook’un Meetings with Remarkable Men (1979) adlı filminden bir kare

“Gürciyev uygulamalarında anda olmak ve kişinin deneyimi temeldir. Piyanonun geleneksel bağlamından koparılarak, sağ ve sol elin hareketi üzerinden iki akışı temsil edecek şekilde tasarlanmış, görsel bir ortama dönüşen kullanımı ve piyanoya eşlik eden ritim partileri ile izleyenin ve icra edenin dikkatini sınayan yönelimler, hafıza ve dinleme çalışmaları odaklı deneysel yaklaşımlar müzik uygulamalarının ayırt edici özellikleridir.” (s. 162)

Tez sürecinde yaptığın alan çalışmalarından bahsedebilir misin?

Alan çalışması için çeşitli kişilere mail’ler atmıştım ve hiçbirinden bir türlü cevap alamıyordum. Yalnızlaşmış bir şekilde el yordamıyla giderken ve neredeyse durma noktasına gelmişken, en sonunda Wim van Dullemen’e ulaştım ve o da gerçekten çalışmanın dönüşmesini sağlayan önemli isimlerden biri oldu. Çünkü ilk defa bir karşılık bulmuştum. Aslında Dullemen’e Gürciyev’in piyano müziklerinin metotla ilişkisini kavramaya yönelik farklı bir okuma yapma niyetiyle gitmiştim. Fakat karşıma performans sanatının tümüne dair kocaman, başka bir mesele çıkmış oldu. O noktada da çok önemli başka bir isim daha var benim için: Gülçin Özkişi. Gülçin Hoca o süreçte hem çok iyi bir dost hem dışarıdan bir göz hem de bu alanda okuması olan bir akademisyen olarak çerçeveyi sağlamlaştırmamda çok destek oldu. Sonrasında, performans kavramına dair kafamdaki bütün taşlar yerine oturmaya başladı. İkinci önemli dönüm noktası ise Frankfurt’ta Dullemen’in benim de katıldığım, on gün süren atölyesinde deneyimlediklerimdi.

Önsözde “Çalışma boyunca yaşadığım heyecan nedeniyle öğretiyle ilişkimin sorgulanması da beni ayrıca zorladı” demişsin. Kastettiğin heyecan duygusunu buraya kadar anlattıkların açıklıyor, fakat açıkçası bu sorgulayanların kim olduğunu merak ettim.

Tez için bu literatürü okumaya derinlemesine giriştiğimde karşıma çıkanlar beni heyecanlandırıyor ve şaşırtıyordu. Gürciyev’in çevresindeki insanlar hep yeni bir dil kurma kaygısında olan, çağdaş sanata önemli katkılarda bulunmuş sanatçılar olarak kabul görürken, Türkiye’de nasıl oluyor da onu sadece kenarda köşede kalmış bir karakter olarak biliyorduk gibi sorularla doldum. Mesela Beelzebub Tales kimi edebiyatçılar tarafından James Joyce’un Ulysses’iyle karşılaştırılan bir eserdi. Tez izleme komitelerinde “Ne var bu Gürciyev’de bu kadar?” minvalinde bir dirençle karşılaştığımda, haliyle benim de buna karşı bir direnç göstermem gerekti.

“Metot, modern insanın, doğal durumdan çıkarak kendine yabancılaştığını ve bir makineye dönüştüğünü öne sürer. Bu makineleşmenin farkına varmayan insan bir bakıma uyku halinde, çevresine duyarsızlaşmış ve sorgulama yeteneğini kaybetmiştir. Özgün bakış açılarına ve yeniye kapalı, bilgi ve anlama ilişkisini kurmaktan aciz, makine insan temel yaşamsal faaliyetlerini gerçekleştirerek, bilinçsiz bir döngü içerisinde yaşayıp gider.” (s. 35)

İnsanın Armonik Gelişimi Enstitüsü’nün tanıtım broşürünün kapağı
Çizen: Alexandre de Salzmann - Tiflis, 1919

Gürciyev’in öğretisinden –ya da metodu mu demeliyiz?– ve öğrencileriyle kurduğu enstitüden bahsedebilir misin?

Gürciyev’in enstitüsünde her şey (Institute for the Harmonious Development of Man) deneyimlemeye ve araştırmaya dayanıyor. Enstitüde ezoterik bir bağlamları var, kadim bilgilerden bahsediliyor, Sufizm’le de bir bağ kuruluyor ve tüm bunların yanında kullanılan belli birtakım yöntemler, araştırmalar var ve bunlar kayıt altına alınıyor. Bu nedenle metot denmesi öneriliyor.

“Gürciyev 1917’den itibaren sadece teorik değil, pratik yöntemler de geliştirir. Öğrencilerin ortak bir yaşam alanında, günlük yaşamsal yükümlülüklerinin yanı sıra tartışma, dans, fiziksel egzersiz ve duruş çalışmalarının yer aldığı bu model, büyüyen ilgi ve artan öğrenci sayısı nedeniyle 1918 ve 1919’da Essentuki ve Tiflis’te İnsanın Armonik Gelişimi Enstitüsü adı altında varlığını sürdürmüştür.” (s. 22)

Temel meselesi insanın kendini var etmesi üzerine kurulu. Metodunda bu kontrolü sağlamak için bilincin yükselmesi gerektiğini söyleyen Uzak Doğu öğretilerine benzer bir öğreti görülebilir. Fakat onu ve metodunu asıl farklı kılan tüm meselenin sanat ve sanatın çok boyutluluğuyla ilişkileniyor olması. Benim ilgimi çeken kısmı da o. Gürciyev, Antik Yunan, Antik Çin, Antik Hint uygarlıklarında insan eğitiminde sanatın ve müziğin ne kadar önemli olduğu olgusunu 20. yüzyılda tekrar kullanmış. 19. yüzyıldan itibaren bize dayatılmış Avrupa odaklı eğitim sistemlerinin hepsini çöpe atıp etrafındaki sanatçıların, aristokratların ve farklı sınıftan bir sürü başka insanın yerleşik algılarını sanatı kullanarak tersyüz, hatta dümdüz etmiş.

Gürciyev, Hartmann ve Salzmann, 1922 (The Collection of GJ Blom, Amsterdam)

Avrupa geleneğinden gelmiş, Çarlık Rusyası’nda önemli eğitimlerden geçmiş, başarılı bir piyanist olan Thomas de Hartmann’ın eşi Olga’yla birlikte yazdığı anıları[2] benim için çok önemli bir kaynak oldu. Anılarında öğrencisi olduğu Gürciyev’le birlikte sert ve zor çalışmalar yaptıklarını anlatır. Belki bu noktada Dulleman’ın atölyesinde deneyimlediklerimi anlatmam yerinde olur. Çünkü orada Gürciyev’in enstitüsündekine benzer deneyimler yaşadığımı düşünüyorum. Atölye on gün sürdü ve yirmi katılımcı olarak her güne sabah beşte başladık. Hepimizin gündelik olarak hem sanatsal hem yaşamsal faaliyetlerimizin devamını sağlayacak belli başlı görevleri vardı. Ayrıca bu görevler sırasında da içsel olarak hatırlamamız gereken şeyler oluyordu. Bir de çok zor ve uzun saatler süren hareket çalışmalarına katılıyorduk. Zihnin birbirinden tamamen farklı fonksiyonlarını bedenle harekete geçirip insanı zorlayan dans ve hareket çalışmalarıydı bunlar; hem çok uzun süreli yapıldığı hem de bunları yaparken içinizden belli matematiksel formülleri okuduğunuz veya gezegenleri saydığınız ya da yine içinizden daha önce ezberlediğiniz belli başlı Tibetçe sözcükleri tekrar ettiğiniz için zorlayıcıydı. Bu hareket çalışmalarının ardından akşam yemeğini hazırlıyorduk. Akşamları da müzik eşliğinde farklı grup çalışmaları yapılıyordu. Gün içinde yaptığınız içsel çalışmalarla ilgili entelektüel derinliği olan sorular türetip tartışıyorduk. Orada karşılaştığım kişilerin çok farklı alanlarda çalışan ve entelektüel seviyeleri çok yüksek kişiler olduklarının altını özellikle çizmek istiyorum, ki aralarında bilim alanında çalışan kişiler de vardı. Gürciyev’in çevresindeki kişiler de bu minvalde “polymath” yani birçok alanda bilgi sahibi, bütüncül bir bakış açısına sahip olmaya çalışan kişilerdi. Atölyeye katılanlar olarak orada hem halihazırdaki birikimlerimizi sorguladık hem de yeni birikimler ve deneyimler edindik. Bedeni böylesine yorarken bir yandan da çok farklı keşiflerde bulunuyorsunuz. Günlük hayatta hem dansları hem müziği hem doğaçlamaları hem yemek-temizlik yapmayı hem halı dokumayı hem bahçeciliği kolektif bir biçimde ama sessizce yaparken zaman algınız da değişiyor.

“Üretim ve dinleme süreçlerinin toplu halde yapılması, çevre unsurlarının çalışmaya dahil edilmesi öğretideki çokkatmanlı yapının bir yansımasıdır. Böylece kişi zihninde ya da düşüncelerinde kaybolmaz. Sürekli bir farkındalık içinde üretip paylaşabileceği ortak bir alanda, karşılıklı alışveriş içerisindedir. Bu açıdan bakıldığında, Gürciyev’in uygulamalarında sanat bir kendinden geçme, esriklik durumu, bir trans hali değil, tam bir farkındalık, uyanıklık durumu gerektirir.” (s. 113)

 

Fotoğraf: Marco Borgreve (Wim van Dullemen’in özel arşivinden, - Utrecht, Hollanda)

Sanırım Gürciyev’e ve onun metodunun işlevselliğine inandığını da söyleyebiliriz. Peki Gürciyev’in hiç katılmadığın bir düşüncesi ya da onun yaptıkları veya yaşam biçimiyle söylediklerinin arasında bir çelişkiye rastladığın oldu mu?

Gürciyev’in kendisi de, onu anlaması da zaten sıkıntılı ve zor figür. Dogmatik olan her şeye karşı sorgulayıcı bir bakış açısı var. İnsanların özellikle egosunu kırmak ve onların farkındalığını yükseltmek için çok tuhaf yöntemleri var. Ona bu yüzden çeşitli isimler takılmış. Mesela Rusya’da ona “beyaz şeytan” diyorlar. Hakkında çok farklı yorumlamalar ve iddialar var. Onu Ortodoks litürjisini okuyan kişiler başka türlü, Hıristiyan ezoterizmiyle ilgili okumalar yapanlar başka türlü tanımlıyor. Nakşibendi tarikatıyla bağlantılı olduğunu söyleyenler bile var. Gürciyev’e yakından baktığımızda ise özellikle çelişik bir tablo çizdiğini söyleyebiliriz. Kimlik bilgilerini bizzat yakarak izini bir nevi yok ediyor olması başkalarının algısını dümdüz ettiği gibi, bizzat kendisine de bir benzerini yaptığını gösteriyor.

Kitap haline getirmenin altında yatan asıl sebep neydi? Ve tez metnini kitaba uyarlarken editoryal süreç nasıl ilerledi?

Kitap haline getirmemdeki temel amaç Gürciyev’in daha görünür olmasına katkıda bulunmaktı. Gürciyev’in kendisini, ürettiklerini ve o dönemin Avrupa’sında etkili olduğu çevreyi belirginleştirmekti. Kitap haline getirirken tahminimin ötesinde, büyük değişiklikler olmadı. Sadece piyano müzikleriyle ilgili biraz daha derinlerine indiğim bir kısmı çıkarttım. Editörüm Volkan Atmaca’yla aynı dili konuşuyor olmamızın ve ayrıca onun beni cesaretlendirmesinin kitaba çok önemli bir katkısı oldu. Ona da, Kırmızı Kedi Yayınevi’ne de yürekten teşekkür ediyorum.

Hale Birgül Akçakmak (Fotoğraf: Burcu Yaşin)

Bu tez vesilesiyle Gürciyev’le geçirdiğin mesaiden sonra kendini neleri anlamanın eşiğinde buldun veya sende nasıl izler kaldı?

Kimliklerimiz içerisinde hiç kaybetmememiz gereken, hatta pusulamız olması gereken şey daima yeni olana açık, önyargısız olmak ve yeniden başlayabilmek. Bu dediklerime klasik müzik geleneği üzerinden baktığınızda pek bir anlam çıkmıyor olabilir. Fakat aslında bunun özellikle de katı eğitimlerden geçmiş kişiler tarafından düşünülmesi ve önemsenmesi gereken bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Sanat ciddi bir özgürleşme ve özgürleştirme alanı; işte bunu keşfetmek gerekiyor. Yakın bir zamanda sosyal medyada okuduğum bir şey beni çok etkilemişti. Doğruluğunu kontrol etmedim ama bu tezi yazarken nasıl bir süreç yaşadığımı tarif etmesi açısından aktarmak isterim: Kartallar kırk yaşına geldiklerinde bir yol ayrımına gelirlermiş; ya yaşamlarına gagalarını ve pençelerini yenileyerek devam edecekler ya da perişan vaziyette ölecekler. Şayet yenilenmeye karar verirlerse iyice kıvrılan gagalarını vura vura düşürürler ve tekrar çıkmasını beklerler, daha sonra yeni gagalarıyla esnekliğini kaybeden pençelerini koparırlar, bu sefer de onların yeniden çıkmasını beklerlermiş. Bu acılı ve uzun süreçten sonra da hayatlarına yirmi yıl daha eklemiş olurlarmış…

“Bu anlayışa göre insan olmak sanatçı olmaktan önce gelir. ‘İnsan olmak nedir?’ sorusunu öğretisinin temeline yerleştiren Gürciyev’in çalışmalarının çıkış noktası zirve/yükselme değildir. Gürciyev’e göre insan olabilmek için kahramanlık, savaş, ideoloji ve milliyetçilik gibi çocuksu tavırlardan kurtulmak gerekir.” (s. 83)

Gürciyev, 1949 (The Gurdjieff Foundation of New York)

Okuyucuları bu kitapta Gürciyev’le ve onun metoduyla ilgili bilgi edinmenin dışında nelerin beklediğini nasıl tarif edersin?

Kitap insanın kendine sorduğu en temel soruları soran ve bunu da sanat aracılığıyla yapan bir metodu anlatmak üzerine kurulu. Dolayısıyla bu niteliğinin tüm sanat alanlarında bütünsel yaklaşımla ilgili düşünmek, okuma ve araştırma yapmak isteyen okuyucuya bir kolaylık sağlayacağını umuyorum. 

Konuştuklarımıza eklemek istediğin bir şey var mı?

Gürciyev’i okurken ve onunla ilgili okuma yaparken karşıma hep şöyle bir olgu çıktı: Dünya savaşları dönemlerinde gerçekten çok çetin bir ortam var. O dönemlerde yaşananlar insanları öyle noktalara getiriyor ve insanlar öyle acılar çekiyorlar ki! O acıları ve gelinen noktaları çok iyi okumak gerektiğine inanıyorum. Ayrıca o süreçlerde yapılan sanat üretimlerine de çok daha başka perspektiflerden bakılması gerekiyor. Bir yandan da bu savaşların neden ve sonuçlarının eğitimimizde gerçek anlamda neden hâlâ bir yerinin olmamasını da sorguluyorum açıkçası. Çünkü günümüzde yine benzer bir yöne doğru gidiyoruz.

 

GİRİŞ RESMİ:

Fotoğraf: Marco Borgreve, (Wim van Dullemen’in özel arşivinden, Utrecht, Hollanda)

 


[1] Beelzebub Tales to His Grandson, George I. Gurdjieff, 1950.

[2] Hartmann, T. de (1972), Our Life with Mr. Gurdjieff, Penguin Books, New York; tekrar basım, Arkana, New York, 1992.