Ramazan’a ben şairim dedim divanım dağılır mı?

İsahag Uygar Eskiciyan'dan öykü tadında bir şairlik reddiyesi... Şairin ya da şair olmayanın, “ben de şairim” demesinde ne var! Diyemez mi? Diyebilir belki

 

Dokuz yaşındaki Ramazan’a şairliği anlatmaya çalışırken ağzımdan çıkan “ben de şairim” cümlesinin ağırlığı altında ezildiğimin ikinci saniyesinde bir daha aynaya bakamayacağımı düşündüm. Nitekim öyle de oldu, çirkinliğinden müteessir yirmi birinci yüzyıl bireyi olarak ben, ilk önce geçen yüzyılın, sonra da diğer yüzyılların şairleriyle yüzleşmeye karar verdim. Divan okudum, sone okudum; kaside, münacat, terza rima, hatta inanması zor gelecek ama lirik ağlak şiirlerden de okudum. Midem çok ekşiyince bol tuzlu ayran içtim. Bu deneysel bir tavır değil. Valla değil!

Neden olduğunu bilmiyorum, belki biliyorum da anlatamıyorum, belki siz anlamıyorsunuzdur. Ve tebessümle de sorabilirsiniz: Şairin ya da şair olmayanın, “ben de şairim” demesinde ne var! Diyemez mi? Diyebilir belki. Ama bendeki edebi ve ebedi hata bunu dokuz yaşındaki bir çocuğa söylemiş olmamdı. Bir üstada sormak isterim: Ramazan’a, ben şairim dedim, divanım dağılır mı, kuşlar hâlâ ve hâşâ uçar mı tuzlu sayfalarımda, bülbül tenekeye varır mı, gül bardağa kaçar mı? Üstadım kafiyem bozulur mu, küfrüm menzilini bulur mu? Çünkü bir çocuğa şairim dedim. Daha ne olsun, kötü yolda mıyım? Kırk tas su bir o kadar da süt dökünsem işe yarar mı?

Özellikle mütevazi ve mütevazı kavramlarının sıklıkla karıştırıldığı bu günlerde, alçakgönüllü olmak her zaman bir noktalık risk barındırır. Bir nokta ki terör ve tevazu ayrıtını oluşturabilir: (Mütevazi=Paralel, Mütevazı=Alçak gönüllü) Güncel siyaset ve ülkenin kırmızı kitabı bir tarafa; nasıl oldu da Ramazan’a, ben şairim, dedim. İşte bu yazı, belki o zaman dokuz yaşında olan, bugün polise taş fırlatırken öldürülmemişse on bir yaşında olacak ve muhtemel sivil polisli, TOMA’lı müdahalelerde sağ kurtulur ve en nihayetinde zorunlu askerliği sırasında adı müntehire ya da şehide çıkmayacaksa; belki trafik canavarını ve yanlış teşhisle gelen yanlış tedaviden dolayı oluşacak beden krizlerini de alt edip geleceğe varırsa, o okusun diye yazıldı. O okusun diye yazılmışsa da sizlerin okumasında hiçbir mâni yoktur.

Her şey, bir Cemal Süreya dizesinin dilimize pelesenk olmasıyla başladı. Keşke yalnız bunun için sevseydim seni dizesinin mümkün olabileceği kıvamda serinliğinin bizi haziran güneşi altında hoş tutmasıyla, sırtımız duvarda, ayaklarımız okul bahçesinin çimlerinde ve o da azıcık, -hatta hiç çim mim yoktu, neden yalan söylüyorum ki, yonca kökenli çim vatandaşı belki. Öncesini silmeden baştan alıyorum- sanki bir tutam yabani ota konuşlu ayaklarımız, zihnimizin ve kasılmış bedenlerimizin olumsuz elektriğini toprağa salarken işte o dizeden sonra Ramazan sordu: Cemal Süreya ne iş yapar? Hazırlıksız yakalanmamıştım, bol seçenekli ve tuzaklı, yerleştirme sorusu işte! Amerikan aksanlı bir kahretsin’i hak etmiş acılı anıydı işte.

Cemal Süreya ne iş yapar?

Ne iş versen yapar. Bu olmazdı.

Emmanuelle’nin kahramanı, Sylvia Kristel’ı Türkiye’ye bağışlayan yüce denetçidir. Bu da olmazdı.

Memet Fuat’a üç penaltı golüyle bir söz tutturamamış ünlü forvet. Bu asla olmazdı.

Kendisi olsa “Ben dergiciyim. Hep dergi çıkarmayı düşünürüm, sekiz sayfalık mı olsun, on sayfalık mı, onun hesabını yaparım. Benim için dergi çıkarmak önlenemez bir tutkudur. Türkiye'de edebiyatın laboratuarı dergilerdir.” (‘Güvercin Curnatası’ Cemal Süreya ile Konuşmalar, Haz. Nursel Duruel) Diyemedim, çünkü o sırada, bu alıntı aklıma gelmedi.

“Şair” dedim ve bu tam oldu.

Ramazan’ın aklında ders kitaplarındaki bayraklı, cumhuriyetli, yaşasınlı, ne mutlulu, kanlı, Atatürklü şiirler vardı ki zihni ve ileriki sanat hayatı bu bayağılıklarla ağır hasarlı raporu hak ediyordu. Buna rağmen Ramazan, Cemal Süreya ile Orhan Veli’yi sevdi; beni de tutup Cahit Sıtkı’ya benzetti. İşte o an Ramazan’a, ben de şairim, dediğim andı. İkinci saniyesinde üzerime yağmurda ahır duvarı yıkılmış gibi utanç içinde debelendim. O cümleyi geriye saramadım ve bir daha Ramazan’ın öğretmeni olamadım.

Sevgili Ramazan, canım benim,

Şimdi her şeyi bir kenara bırak da konuşalım. Şunu bil ki gerçekten ben şair değilim. Bunu tevazu mefhumuna bağlama lütfen ki mütevazı da değilim. O gün dediklerimi unut. Ben, hep senin aklında o cümleyle var olacağım diye korku içindeyim. Bak iki sene geçti, unutamadım. Yirmi iki sene geçse yine unutamayacağım belli. Şairlik ya da ediplik ebeveynden evladı deler geçer. Misal babam işsiz; annem ev hanımı. Meslekleri aynı olsa da babam, Sait Faik; annem, Sevgi Soysal değil. Onlar, yani ebeveynler, edebiyata ne kadar uzaksa velette edebilik o derecede kaçınılmaz olur. Senin gelecekteki yaşınla ve yaşamışlığınla anlayacağın, post’luk bir durum söz konusu. Özellikle de şairlik, çapkın ve şaşkın gezme, ille de yalan söyleme durumlarıyla kutsal kitaplara konu olmuş meslek grubuyken, şairlik sesini iki ton kalınlaştırıp ağlak ağlak zırlamayken, şairlik abab cccb dddb eeeb iken, şairlik yayınevi logosuyken, şairlik karşı cins yönetimiyken, şairlik ananı babanı yedinci yüzyılda yaşamış birisine kurban etmekken, şairlik yalnızca dizelerden sözcüklerden harflerden ibaretken, şairlik bol şaraplı buluşmalardayken, şairlik iktidar belediyesi müdürlüğündeyken, şairlik toplu şiirlerdeyken, şairlik çeneyi avuç içine alıp hafif sola ama çoğunlukla sağa dönükken, şairlik pipo illa fularlayken, şairlik patronlar kulübünü yaratmışken, şairlik şiirin uzağında otağını kurmuşken, şairlik hadi lan oradan ben editörüm sen kimlerdensin iken ve Ramazan ben gerçekten şair değilim bunların hepsi de sadece bahaneyken…

Sevgili Ramazan, kaldığımız yerden Mustafa Irgat’la devam edelim.

Böylesi daha şiir.