Peki sol kendi adını biliyor mu?

“Artık sadece popülist sağcı liderler radikal sol adımlar atabilir. Kısaca işler bir anda tersine dönmüştür: Sağcı popülistler ezilen işçi sınıfının sesiyken, sol liberaller yeni elitlerin sesi haline gelir. Bunların her ikisi de elbette popülizmdir ve her ikisi de sahte düşmanlara ihtiyaç duyarlar.”

28 Ekim 2021 16:30

Yaygın görüşün aksine, alternatif bir tarih hayali kuranlar komünistler değildir. Alternatif bir tarihe sermaye ihtiyaç duyar. Hepimiz zaten bu alternatif tarihlerin içinde yaşarız. Bunun yaptığımız seçimlerle de pek bir bağlantısı bulunmaz, daha çok içine gömülü olduğumuz bir durumdur. Yani ihtiyacımız olan şey, gerçekten alternatif bir tarih saplantısı olan küresel-komünist bir faildir. Gelecek belki determinist ve öngörülemez olabilir, fakat geçmiş devamlı yeniden yorumlanmaya açıktır. Geleceği değiştirebilmek için önce geçmişi, yani bu alternatif tarihleri değiştirmemiz ve farklı zorunlulukları ortaya çıkarmamız gerekir.[1]

Son 50 yılda “bütün bir sol siyaset alanın ağırlık merkezi sağa doğru” kaymıştır. Kulağa masum gelen sosyal demokrat tasarıların altında, liberal kapitalizmi yok etmeye yönelik “karanlık bir proje” olduğunu iddia eden komplo teorileri hatalıdır. Žižek’e göre asıl problem, sosyal demokrat refah devleti tasarısının altında hiçbir plan bulunmaması ve düzeni kökünden değiştirecek böyle büyük bir proje olmamasıdır. (120-121)

Biz sistemin kendisi yerine, sistemi yozlaştırdığına inandığımız insanlarla (Trump’la vs.) savaşırız ve bu figürlerin neo-liberalizme içsel sorunlar olduğunu kabul etmekten kaçınırız. Neo-liberal bürokrasi her türden radikalliği kendi işleyişiyle ilgili çıkarlara dönüştürebilir. Geçtiğimiz 50-60 yıl bize sermayenin özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne ya da insan haklarına ille de ihtiyaç duymadığını gösterdi.

Bu yüzden sorunları liyakat ya da yozlaşmışlık gibi, sistemin işleyişini bozduğu varsayılan unsurlara indirgemek zorunda kalırız. Sosyal demokratlar yeri geldiğinde göçmenleri suçlamaktan çekinmeyecek kadar alçalabilirler ve yapıdaki yanlışlığa odaklanmazlar. Problemlerden arındırılmış bir kapitalizm fikri elbette daha az risklidir. Komünist bir devrim ve kapitalizmi reformlardan geçirmek tamamen farklı şeyler olsa da, neo-liberal ekonomi daima bir ideolojik delik işlevi görmeyi sürdürür:

“Paradoks şu ki, işe paylaşılan yoksulluğun ‘savaş komünizmi’yle başlıyoruz, sonrasında işler iyiye gittiğinde, elbette ideal olarak, herkese katkısına göre ödeme yapıldığı, ‘sosyalizme’ ilerliyoruz/geliyoruz […] ve sonunda aslında komünizmin kapitalizme giden dolambaçlı bir yol olduğu onaylayan eski söylemi doğrulayarak (bugün Çin’de olduğu gibi) kapitalizme dönüyoruz.” (s. 20-21)

Artık muhalefet etmekten anladığımız şey, iktidarla aramıza bir mesafe koymak ve birilerini oportünizmle suçlamaktan ibarettir. Fakat demokratik bir fail iktidara geleceği zaman, ortaya kaçınılmaz olarak bazı sevimsiz sonuçlar çıkar. İktidarla arasına mesafe koyan bir sol, bu iktidarın getirisi “kirli işleri” başkasının omuzlarına yıkmak ister. Böylece sistemi kızdıracak bazı yaramazlıklar yapmamıza önayak olan ve sonuçta bütün sistemi tekrar tekrar onaylayacağımız bir komünist fail yaratabiliriz. Žižek bu yüzden “çoğulculuğu” ölçüsüz ve kurucu bir fail olarak ele almamız gerektiğini söyler.

Liberal kapitalizm sadece komünizmi değil, her şeyi bir meta olarak satar ve aslında pazarladığı bu liberal-özgürlükçü eklentiye pek de ihtiyacı yoktur. Kapitalizmin mutlak zaferinden sonra, “işbirlikçi, ağ bağlantılı, küresel bir devrim kitlesi” tasavvur edilemeyeceğini düşünmek hatalıdır; çünkü bunun aşırı sağ varyantları bile artık kolayca örgütlenebilir. Bu yüzden sınıf mücadelesi, diğer çelişkilerin arasında her zaman öncül bir role sahip olmak zorunda değildir. Žižek Maocu tali çelişkilere gönderme yapar: Hâkim sınıf işgalcilerle anlaşma yaptığında ya da ırksal gerilim doruk noktasına çıktığında mücadele odağı değişmek zorundadır. Çoğulcu mücadelelerden biri (yani kimlik siyaseti, dijital kıyamet ya da ekolojik kıyametten biri) ayrıcalıklı bir konumu mutlaka işgal eder:

“Bugün alt-sağ popülizminde olduğu gibi, beyaz işçi sınıfına hitap etmek sınıf mücadelesine ihanet etmek anlamına gelir.” Yani: “Sınıf mücadelesi, cinsiyetlerin, üretim sürecinde doğayla mücadelenin, farklı kültürler ve ırklar arasındaki gerilimlerin … nasıl üst belirlendiğine bağlıdır.” (s. 26-27)

Göçebe proleterler söz konusu olduğunda işler bir kez daha tersine döner: “Onlar çok farklı ya da çok heterojen olduklarından değil, yaşam dünyamıza tümüyle içkin olduklarından, bizzat ona ait gerilimlerin bir sonucu olduğundan kapsanamaz ve bütünleştirilemez” haldedir. (s. 44) Göçmenler toplumsal projelerimizin başarısızlığına verilen komünal bir yanıt ya da otantik bir fazlalık olmaktan çok uzaktadır. Hatta karşıtlık doğrudan ırkçı alt sınıflar ve göçmenler arasında bile değildir. Burada doğrudan sömürülenlerin dayanışmasını imkânsız hale getiren, sınıf mücadelesinden bile daha aşılamaz bir antagonizma ortaya çıkar. (s. 45) Göçebe kimlikleri olanaksız-geçersiz kılacak bir toplumsal değişim bu yüzden şarttır.

Žižek radikal bir dönüşüm önerir: Küresel kapitalizmin asıl sorunlu unsurları, (Žižekci anlamıyla), bu “hiçten az” göçebe unsurlar değildir; göçebe proleterlerle karşılaştıklarında tüm ayrıcalıklarının farkına varan yerel proleterler artık “zincirlerinden başka da kaybedecek şeyleri olduğunu fark eder”. Hiçliklerinin bir dizi ayrıcalıktan ibaret olduğunu fark ettiklerinde, artık radikal bir özgürleşme fikrinden uzaklaşarak, kimliklerinin yeniden inşa edilmesini talep etmeye başlayabilirler. (s. 45)

Hiçliğimizin aslında “Hiçten Az” bir unsurla desteklenmesi gerektiğini anlarız. Bu da daha kapsayıcı bir beyaz suçluluk için yeterli alanı yaratır. Bu beyaz suçluluk Kartezyen özneye içsel olduğu kadar onun reddedilişine de içseldir. “Hiçleşme” çabası kolaylıkla ahlaki bir üstünlük mertebesine yükselir. Bu sırada kimlik siyaseti sayesinde bizim cinselliğimizden tutun, ruh sağlığımıza kadar her şey birer yatırım aracına haline gelir. (s. 48) Onun küresel kapitalizm tarafından bu kadar dikkate alınmasının gerçek nedeni de budur.

Artık sadece popülist sağcı liderler radikal sol adımlar atabilir. (Türkiye’deki müzakereler sol bir partinin herhalde sonu olurdu.) Onların mevcut yapının ekonomik yıkıntısıyla mücadele ediyor görünmesinin sebebi, bu adımlara milliyetçi-ırkçı bir ideolojinin eşlik etmesidir. Yunanistan’daki kemer sıkma politikalarını hayata geçirebilecek tek parti ise aynı nedenle Syriza’dır. (s. 70) Kısaca işler bir anda tersine dönmüştür: Sağcı popülistler ezilen işçi sınıfının sesiyken, sol liberaller yeni elitlerin sesi haline gelir. (s. 13-14) Bunların her ikisi de elbette popülizmdir ve her ikisi de sahte düşmanlara ihtiyaç duyarlar. Sağ popülizm sermayenin yerine ırka ya da cinsiyete dayalı sözümona sorunları koyarken, sol popülizm gerçek düşmanla savaş bittiği zaman yapılacak revizyonist vaatlerde bulunup durur. (s. 71) Fakat düşmanlaştırdığı sistemin yerine gerçek bir alternatif üretemez; mülteci duvarlarına karşı çıkarken (ki Türkiye’de durum bunun tam tersidir), artık mültecilere ihtiyaç duymayan toplumsal ve ekonomik modeller planlayamaz; hatta kasıtlı olarak planlamaz. Kısacası kapitalizmin kilit sorunlarından kaçmaya odaklanır. Žižek bu yüzden sol popülizmin başarısız olacağını bilerek ve bu başarısızlığın kaçınılmaz olarak yeni alternatiflere kapı aralayabileceğini düşünerek desteklenmesi gerektiğini söyler. (s. 73)

Fakat bu başarısızlık ve alternatifsizlik 21. yüzyılda sağ hareketlerin hortlamasının bir numaralı nedenidir. Yani sağ popülizmle mücadele etmenin yollarından biri, liberal projenin zayıflığına yönelik takınacağımız eleştirel bir tutumdur. Devleti ikinci plana atmaları bakımında liberalizm ve Marksizm arasında bir koşutluk bulunur. Oysa “devlet aygıtları, yalnızca hukuk ve sermayenin diğer yeniden üretim koşullarını sağlama almaktan çok daha fazlasını yapar. Devlet pek çok form altında ekonomik bir fail olarak etkindir.” (s. 75-79)

Devlet siyasal bir örgütlenmeye indirgenemez. Žižek bürokrasiden önce, “posta servisini, elektriği ve demir yollarını” ele geçirerek iktidara giden yolun açılabileceğine inanan Troçkist fikre bağlı kalır: “Devleti ve sermayeyi parçalamak istiyorsak, mesele bugün dijital şebekenin işgalinin can alıcı oluşudur.” Yani tabandan yayılan kitlesel protestolar, iyi örgütlenmiş siyasi hareketler, ayaklanmalar, kendini adamış mühendisler ve hacker grupları tarafından desteklenmek zorundadır. Julian Assange’ı savunmayanlar, “Çin’in dijital kontrolü kötüye kullanması karşısında da sessiz kalmayı sürdürmelidirler.” (s. 79-80)

Sınıf kaçınılmaz olarak oradadır, yitip gitmiş değildir, fakat sağ popülizm belirli bir işçi modelini prototip haline getirir. Benzer bir şeyi Türkiye’deki işçi sınıfı ve onun tüketim mizanseni için söylemek mümkündür. Sınıf her zaman tali bir uğraktır. İstediğimiz kadar kafamızı çevirelim, oradadır. Bunu bir bakıma iklim krizine benzetebiliriz. Devamlı sakatlanmaya-silikleştirilmeye, eve tıkılmaya çalışılmasının başlıca sebebi de budur. Sınıfı şu cinsiyet mizansenini, ırkı ya da etnik grubu dışarıda bırakacak şekilde bölmenin, aslında kaçınılmaz olarak devrimci bir potansiyeli bulunur. Yani önümüzde birkaç Marksist-Leninist “hayal kırıklığına” daha alan olduğunu düşünmek zor değildir.

Çoğulcu sokak hareketleri hâlâ birçok açıdan kullanışlıdır. Belki de eylem, politika yapmanın en etkili yoludur. Sınıfı yok edecek güçte sert bir sarsıntının bir sürü şeyle birlikte (göçmenler, “kuru tuvalet temizleyicileri” vs. gibi unsurlarla beraber) muhtemelen kapitalizmi de yok edeceğini varsaymak, elbette seküler ve kanlı bir mahşer günü fikrini paylaşmak zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Aslında Žižek, “ertesi sabah kolektif sarhoşluk bittiğinde, bu coşkunun somut önlemlere” çevrilmesi gerektiğini söyler. (s. 63) Bu sarsıntıyı tetikleyecek şeyler yaşandığında, yüzünü bağımlı oldukları sınıflara çevirenlerin tepkileri, muhtemelen iklim krizine verilen popülist tepkilere yakın olur. Sadece ekolojik bir felaketi üstümüze yarım yamalak alarak tüketim dinamiklerimizin sonuçlarıyla yüzleştiğimizi düşünürüz. Fakat işçi sınıfının öznel bir durum, hatta içine itildiğimiz bir durum olduğu düşünmek ve solun hâlâ belirgin bir toplanma alanı olduğunu söylemek mümkündür. Proletarya görülebilir bir şey değildir, asla böyle olmamıştır. Çünkü çoğu insan açısından toplumu çapraz kesen böyle bir öznellik zaten yoktur, onlar açısından proletarya gerçek bile değildir. Sınıf mücadelesini ekolojik bir felakete yaklaştıran şey de tam olarak budur. O aramızda dolaşan bir hayalettir. Bir gün gelip hepimizi kurtaracağı varsayılan bu hayaletin rahatlatıcı bir yönü bulunur.


[1] Slavoj Žižek, Adını Söylemeye Cesaret Eden Bir Sol, çev. Önder Kulak, Ayrıntı Yayınları, 2021, s. 10.