Umut ve dehşet

Bir eleştirmenin ilgi alanının edebî ve siyasî dayanakları yok olmaya yüz tuttuğunda o eleştirmene ne olur? O devir sona erdiğinde geriye ne kalır?

25 Ağustos 2016 14:00

Jeremy Adelman, ilk olarak 1 Mayıs 2014'te yayınlanan "The Hope and the Horror" başlıklı yazısında Latin Amerika edebiyatında şiddetin ve darbelerin izini sürüyor...

Takvimler 1953 yılını gösterirken genç Jean Franco, Orta Amerika’ya gitmek üzere Avrupa’dan denize açılır. Fidel Castro’nun Moncada Kışlası’na düzenlediği başarısız saldırının birkaç gün sonrasında Küba’ya ulaşır. Guatemala’ya vardığında, Jacobo Arbenz’in reform hükümetinin Amerikan destekli bir askerî cunta tarafından devrilmesine şahit olur ki bu darbe, ülkede soykırım seviyesinde baskının yolunu açacaktı. Ve fakat yine de sonraları Franco’nun o günlere dair hatırlayacağı şey umutsuzluk değil, Guatemalalı feminist yazar Alaíde Foppa de Solórzano’nun umuda dair şiirlerini o siyasî yenilgi yıkıntısının tam ortasında nasıl okuduğuydu. Meksika’daki sürgününün bitip 1980 yılında ülkesine geri dönmesinden çok kısa bir süre sonra Foppa de Solórzano kaçırıldı ve “kayboldu.” Onun gibi yaklaşık 50 bin kişiden sadece biriydi.

Foppa de Solórzano’nun ve siyasî otoriteye ve sanatsal geleneklere karşı çıkan nicelerinin öyküleri, Jean Franco’nun dikkat çekici bir akademisyen, eleştirmen, gözlemci ve hatta partizan olarak kariyeri için ilham kaynağı oldu. Franco, eleştirilerinde Soğuk Savaş dönemi boyunca Latin Amerikan edebî üretiminin çizgisinin izini sürdü. Bu çizgiyi şekillendiren ise “büyülü gerçekçilik” olarak bilinen akımdı. Bu tanımlama aslında anlattığı akımı bir o kadar da belirsizleştiren bir etiketti. Fakat Gabriel García Márquez, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa ve Jorge Amado okumuş olan herkesin bildiği gibi, bu yazarların eserlerinde fantastik imgelerle katı gerçekleri bir araya getirmeleri sadece bir edebî strateji değildi. Bu yazarların işlerinin her biri gelişmişliğin boşa çıkmış vaatlerinin çöplüğünden bir çıkış yolu kurgulama girişimiydi.

Cruel Modernity, Jean Franco, Duke University PressBu estetik patlamanın ardında sosyal ve siyasal çalkantılar yatıyordu. Bu ütopyacı yazın stili ile birlikte bir de siyasî kardeşi ortaya çıkmıştı: devrimsel silahlı mücadele. 1950’lerdeki popülist reformlardan duyulan memnuniyetsizlik yeni nesil aktivistleri, akademisyenleri ve yazarları daha radikal alternatiflere yönelmeye itti. Arjantin’de provokatörler fabrikalara bombalar yerleştirdiler1; Kolombiya’da dağa çıkanlar oldu –ki bazıları hâlâ orada savaşmaktadır. Ve Küba Devrimi’nin zaferinin ardından silahlı direnişin çekiciliği reformun zaten sönmekte olan pırıltısını gölgede bıraktı. Latin Amerikan edebiyatındaki patlamayı ortaya çıkaran yazarların Che Guevara tarzı uygulamalarla bağlantısı iyi bilinir. Sanatçının estetik tercihleri gerillanın marifetleriyle her zaman örtüşmese de her iki kesim de gönüllülük esasının gücüne inanma konusunda aynı noktada duruyordu.

Angaje yazarlar, sosyolojik eleştirmenler ve devrimcilerden oluşan bu tablo, dünyanın dört bir yanında nesiller boyu çok sayıda okur ve aktivist için motivasyon kaynağı oldu, kendi benzerlerine ve Üçüncü Dünyacı taklitlerine ilham verdi. Fakat bunca gözlemci, akademisyen ve eleştirmen arasından pek azı, tüm dünyayı etkilemiş olan bu alana Jean Franco’nun ortaya koyduğu anlayış ve bakış açısı birlikteliği ile bakabildi.

İngiliz akademisyenler arasında, Franco oldukça sıra dışıdır. Akademik tarafsızlığın ardına sığınacak ve yabancı oluşunun duygularının önüne geçmesine izin verecek türden biri değildir o, bu nedenle de tarafını belli eder. Franco, Anglo- Amerikan akademik dünyasında, gösterişe kaçmadan, tepeden bakmadan, ele aldığı konunun muhatapları ile aynı seviyede öfke ve ironi ile yazabilen az sayıda akademisyenden biridir.

Peki, bir eleştirmenin ilgi alanının edebî ve siyasî dayanakları yok olmaya yüz tuttuğunda o eleştirmene ne olur? O devir sona erdiğinde geriye ne kalır? Eğer Franco kariyerini ütopyacı yazın ile devrimci siyaset arasındaki köprü üzerine inşa ettiyse, o ütopyalar artık çok uzaklarda kaldı: Soğuk Savaş'ın bitişi, Latin Amerika’nın büyük bölümünde sivil hükümetlerin yeniden iş başına gelmesi ve Washington Konsensüsü'nün gücü devrimcilerin ve büyülü gerçekçilerin geleceğini belirlemişti. The Decline and Fall of the Lettered City (Aydın Şehrin Gerilemesi ve Düşüşü) adlı 2002’de yayımlanan kitabında Franco umudun dehşete galip gelebileceği hayali ile geçen bir dönemin bitişini anlatmıştı. Bu kitap, [edebiyat alanındaki] öncüler ile siyasî önderlik arasındaki güç birliğinin vefat ilanı niteliğindeydi.

Mesele şu ki, ütopyalar geride kalmış olsa da distopyalar hâlâ buradadır. Latin Amerikan devletlerin temel özgürlükleri koruyormuş gibi görünmeye bile çalışmayan yeni yapısı sayesinde kendilerine yeni varoluş alanları bulmuşlardır. Artık “büyülü” olmayan gerçekliği tarihe not düşmek görevi şairlere ve gazetecilere, fotoğrafçılara ve romancılara düşmüştür. Cruel Modernity (Acımasız Modernite) kitabının konusu tam da budur. Bu kitapta Franco, artık dehşetin umudu alt ettiği yeni bir ideolojik ve kültürel dönemin ortaya çıkışını aktarır.

Yaygın, insanlık dışı şiddet, Latin Amerika’da vaka-i adiye hâline gelmiştir. Franco kitabında bu durumu şiddetin mağdurlarına yönelik derin bir yakınlık duygusu ve nedenlerine dair duyarlı bir gözlemcilikle ele alır. Bu belki de Franco’nun en iyi kitabıdır; evrensel anlamda en ses getirecek kitabı olduğu ise kesindir. Edebî eleştiri veya siyasî yorum türlerinin ötesinde, disiplinlerüstü bir kitap olan Cruel Modernity hem sofistike hem yalındır; tarih, sosyoloji, kültürel analiz ve ahlaki suçlamayı bir arada ortaya koyar. Sonuç, akılda kalıcı ve kaliteli, insanın insana neler edebileceğini görmeye hazırlıklı olmayanların ise okurken hayli zorlanacağı bir kitaptır.

Franco sorar: Liberalizmin galip gelmesi gerektiğinde, zulüm nedir? Zulüm ne şekilde anlatılmalı, nasıl kayda geçirilmeli? Bu sorulara verilen yanıtlarda çoğunlukla toplama kampı görüntüleri ve oralarda yaşanan dehşet yer alır. Fakat modernitenin çirkin yüzü çok farklı biçimlere bürünebilir; Franco’ya göre, Latin Amerika’da bu, liberal normlara bir istisna, ya da medeniyetin saçma sapan bir şekilde çökmesinin bir sonucu değildir. “Latin Amerika’daki zalim uygulamaları düşünmek,” der, “tartışmayı çok daha farklı ve karmaşık bir sahaya sürükler. O saha ki, [İspanyol] istilasını kadın cinayetlerine, komünizme karşı savaşı soykırıma ve neoliberalizmi sınırları olmayan gelişigüzel vahşete bağlar.” Latin Amerika deneyimi bize modernitenin aslında ne kadar çok vahşet içerdiğini gösterir. Bu sürecin mimarları ve vakanüvisleri sıklıkla kurbanları başlarına gelenler için suçlamışlar, onları medeniyetin gelişinin önünde duran barbarlar olarak görmüşlerdir. Zulüm işte böylece, der Franco, “liberal toplumun bir yara izine” dönüşmüştür.

Cruel Modernity kitabının gücü, Franco’nun şiddet hakkında kalem oynatırken insanlığa dair soyut genellemelere başvurmamasında yatar. Okurlarına Hobbes’un “doğa durumu” kavramının korkunç tasvirlerine bakıyormuş hissini vermekten kaçınır. Zulme [İspanyol] istilacıların vahşetinin ebedi bir mirasıymışçasına yaklaşmak böyle bir yüzeysel soyutlama örneği teşkil eder. Bu fikir, İspanya’daki baskıcı rejim hakkında ortaya atılan Kara Efsane ve Elizabeth devri propagandalarının bir ürünüdür. Franco statik tektipleştirmenin tuzağına düşmez. Öncelikle şunu açıkça ortaya koyar ki, muhalif sanatçıların ve yazarların pozisyonlarını değiştirmelerine dolaylı olarak neden olacak temel bir değişim, yani vahşetin yapısında bir değişim meydana gelmiştir. Jokey kulübü üyesi yaşlı elitler veya güneş gözlüklü otokratlar, fark etmez, burada artık belirli bir düşman yoktur. Makro düzeydeki totaliteryenlik artık neredeyse yok olmuştur.

Franco’nun dikkat çektiği ikinci değişim ise artık açık seçik bir ütopik alternatifin olmayışıdır. Eğer cellâtlık artık devletin tekelinde değilse, devletin maaşlı infazcısının azılı karşıtı da (devrimciler) artık ortadan kalkmıştır. Muhafazakârlar ile devrimciler arasındaki mücadele sarmalı artık yoktur. Sonuç, merkezden uzaklaşmış, yerelleşmiş, özelleşmiş, neredeyse lidersiz bir vahşet türüdür. Bu türden şiddet, bu gaddarlığı betimleyebilmek adına yeni yaratıcı stratejilerin oluşmasına yol açmıştır.

Fakat yine de, demokrasiye geçiş ve neoliberal reformlar bu uzun süren kolonyal kıyım döngüsüne bir son vermeliydi. Yeni dönemin mimarları, herkesin birer yurttaş ve hukuka saygılı bireyler olarak yaşayacağı yeni bir dönemin doğuşunu yüzsüzce ilan ettiler. Fakat onun yerine bölge kendisini yeni bir şiddet dalgasının içinde buldu. [Bu şiddeti yaratanların] bir kısmı yine devletin memurları, örneğin Brezilyalı güvenlik görevlileri ve Salvadorlu polisler gibi. Fakat asıl müsebbip, devletin bilinçli olarak küçülmesi ve böylece kamusal alanı giderek, uyuşturucu tacirleri, haraççılar ve bir Arjantinli infaz mangası üyesini dahi kıskandıracak denli acımasız sadistlerden oluşan yeni bir tür uygulayıcı/ infazcıya terk etmesi. Latin Amerika’da yeni bir tür kirli savaş sürüyor. Yakın zamanda ortaya atılan yeni tanımlamasıyla “dürtüsel şiddet suçları” –yani sokak ortasında katledilen kadınlar, köprü korkuluklarından sarkan parçalanmış erkek cesetleri– hep bu yeniden demokratikleştirilen Latin Amerika’nın köklerindeki “mini-totalitaryenlikler”dir, Franco’ya göre.

Karşımızdaki, hukukun kurgu, cinayetin norm olduğu bir tersyüz edilmiş ekstremler diyarıdır. Yaşanan vahşetin boyutları çoğunlukla “anlatılmaz ölçüde” diye geçiştirilir. Fakat Franco bunu kabul etmez; olan biteni anlayabilmek ve bu olanların siyasetteki yerini gösterebilmek için kullanılabilecek sözcükler ve imgeler yine de vardır.

Cruel Modernity, 1938 yılında Dominik Cumhuriyeti’nin devlet başkanı General Trujillo için çalışan yerli eşkıyaların onbinlerce siyah Haitiliyi nasıl katlettiklerinin korkunç öyküsüyle başlar. Sınır bölgesindeki bu katliamın üzeri çok uzun bir süre boyunca örtülmeye çalışılmıştır. Fakat Franco’nun amacı olayları yeniden gün yüzüne çıkarmak değil, bu olayın roman formunda nasıl tarihe not düşüldüğünü tartışmaktır. Her ne kadar Mario Vargas Llosa’nın Teke Şenliği romanındaki cinayete kısa bir atıfta bulunsa da, Franco, tarzına yaraşır bir biçimde, herkesçe malum çok satan romanları bir kenara bırakarak, Dominikli bir yargıç olan Freddy Prestol Castillo tarafından yazılmış, az bilinen bir romanı ele alır: “El masacre se pasa a pie” (The Massacre Walks By) [Katliam Yürüyerek Geçip Gitti].

Kitabın öyküsü başlı başına çarpıcıdır. Prestol bir sınır hâkimi olarak görevlendirilir. Oraya vardığında kendisini hizmetinde olduğu devletin ta kendisi tarafından gerçekleştirilmiş bir vahşetin kanıtlarıyla yüz yüze bulur. Geceleri mum ışığında yazdığı romanında anlattığı kurgusal hikâyede bir adam yazdığı roman taslağını annesine verir ve anne de bu sayfaları bir avluya gömer. Günün birinde sayfalar bulunup da gömüldüğü yerden çıkarıldığında, artık solucanlar tarafından delik deşik edilmiş bir yığındır. Prestol’un roman içinde romanı, yani başka bir biçimde yeniden ortaya çıkmadan önce bir cesede dönüşen kitabın öyküsü, kanlı bir diktatörlüğe dair bir paralaks işlevi görür. Franco’nun kendi sözcükleriyle, okurlara “tarihsel bir anlatının günümüze doğru gelen yekpare bir çizgi değil, yeniden ortaya çıkarılmayı bekleyen dağılmış parçalardan ibaret” olduğunu hatırlatır.

Franco’nun anlattığı hikâye Meksika’yı kasıp kavuran kan gölünün bir portresiyle sona erer. Bir zamanlar neoliberal modernizmin vitrini addedilen Meksika’nın devrimci modeli artık bir enkazdır. Giderek yükselen uyuşturucu ticareti, çökmekte olan bir tarımsal ekonomi ve serbest silah ticareti, bilhassa kadınları hedef alan korkunç bir şiddet türünün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Parçalanmış genç kızlara ait görüntülerde “yarım kalan hayatlar, faillerin adalet önüne çıkarılmadığının altını çiziyordu.” Bu toplu katliam sahneleri Sergio González Rodríguez’in “kadın cinayeti makinesi” diye tanımladığı çete savaşlarının kadın düşmanı vahşetinin kanıtıdır. “Huesos en el desierto” (Bones in the Desert) [Çöldeki Kemikler] adlı gerçek anlatısı ile tanınan González Rodríguez, gazetecilerin kısmen- resmî baskının hedefinde olduğu bir devirde bu kanlı vahşeti tarihe not düşme görevini üstlenmeye gönüllü yeni nesil Latin Amerikalı yazarların ilk örneklerinden biridir. Kendisi başka yazarların romanlarında bir karakter olarak da karşımıza çıkar. Bunlardan biri, Roberto Bolaño’nun yazdığı ve Franco’nun sözleriyle “insanlığın kendi kendine hazırladığı sonunu ve bunu ortaya çıkaran kadın düşmanlığını … kayda geçiren” bir apokaliptik roman olan 2666'dır. Franco buradaki insanlık enkazını ve yazını ele alırken, Meksika’nın Latin Amerika için “geleceğin aynası” olduğu uyarısında bulunur.

Mario Vargas LlosaCruel Modernity boyunca dalga dalga, kayıplar ve yeniden bugüne bağlanmayı bekleyen kırık zamana dair farklı öyküler anlatılır. Oraya buraya dağılmış parçaları (ki bunlar bazı durumlarda devletler ve kiralık katiller tarafından parçalanmış beden parçaları da olabilir) bir araya getirmek, yazarlara ve sanatçılara düşmektedir. Melankoli duygusunun –kişinin kaybının yasını tutmasına ve onu geçmişte bırakmasına engel olan bir hal– tüm kitaba hâkim olması şaşılacak bir durum değildir. Haiti ile Dominik Cumhuriyeti arasındaki sınır bölgelerinde yaşananlar “yaşanacak olanların habercisiydi,” der Franco. Baskı, katliam ve doğuştan gelen korku asla Latin Amerikan modernizmine özgü olmamıştır, bunlar daha ziyade “ulus yaratma, düşmanını belirleme” meselesinde hayati öneme sahip birer araçtı.

Kitabın büyük bölümü bu düşmanın –dâhili düşman– moderniteden nasıl dışlandığına odaklanır. “Indian” tabir edilen Amerika yerlilerinin uydurma bir ilkellik miti bahane edilerek yok edilmelerinin mazur gösterilmesi bunun en açık örneğiydi. Franco’nun iddiasına göre, örneğin, bilhassa yamyamlıkla ilgili bir takıntı vardı. Vahşi adamın bir centilmenin gırtlağını kesme sahnesi epeyce eski bir imgedir. Fakat 1980’ler Peru ve Guatemala’da buna yepyeni bir boyut kattı: Buralarda etnik temizlik ve “ilkellere” duyulan nefret derin bir damardan geliyordu. Peru’da iç savaşın kurbanlarının dörtte üçü anadili Quechua olan köylülerdi.

Bir örnek vardır ki, dâhilî düşmana duyulan bu kadim nefreti Latin Amerikan büyülü gerçekçilerinin ikonuyla bir araya getirir. Franco, yerlilerin yaşadığı Uchuraccay köyünde sekiz gazetecinin öldürüldüğü meşhur vakayı mercek altına alır. Hikâyeyi tarafsızca ve merhametle aktarır, gayesinin bir kısmı da Mario Vargas Llosa’nın bu vahşet üzerindeki resmî soruşturmasının bir analizini yapmak üzere bir zemin oluşturmaktır. Nobel Ödüllü büyülü gerçekçi yazar artık Franco için bu hikâyenin bir karakteridir. Llosa’nın “Inquest in the Andes”2 (Andlarda Soruşturma) adlı, New York Times’da yayınlanmış olan (And Dağlarında Terör romanının da temellerini teşkil eden) raporu köylüleri, onları bir grup yazarı doğrayarak öldürmeye itecek dinsel- büyüsel inanışların kölesi olan, unutulmuş bir çağın arkaik kalıntıları olarak resmeder. Peru edebiyatında yerlilerin ne şekilde tasvir edildiğini çok iyi bilen Vargas Llosa herhalde uzlaşının mümkün olmayacağı biçimde iki farklı kültür hâlinde bölünmüş olan bir Peru’yu tasvir edebilmek adına aslında yerlileri “doğuştan” (bu sözcük Franco’nun tercihidir) vahşi olarak gösteren görüntüleri kullanmakta olduğunu bilmeyecek kadar kör olamazdı. Fakat Vargas Llosa’nın metni kimin öyküsünü anlatıyordu? Orada saldırıya uğramış sekiz gazetecinin mi, yoksa bu trajedinin öncesinde fanatik devrimciler tarafından öldürülmüş olan, skandal esnasında unutulmuş, ve anlatıda adı bile geçmeyen 135 köylünün mü?

Siyasî şiddetin yerli halktan kurbanlarının çoğunluğunu kadınlar oluşturuyordu. Bu da unutulmuştu. Ölümler bilhassa cinsel terör kaynaklıydı. Guatemala’da yaşananlar hakkında Franco, tecavüzün bir “soykırım aracı” olduğunu belirtir. Kanıtlar kan dondurucudur. Fakat Peru Hakikatler Komisyonu erkeklik ile şiddet arasındaki bağlantıya direkt işaret edene değin bu konu bir tabuydu. Franco’nun okuması, tecavüzün nasıl “kadın bedenleri üzerinden bir egemenlik ilanı” olarak görüldüğünü ortaya koyar. Bu da, kâbusun kapsamını aileyi, çocukları ve sıklıkla tecavüze tanık olmaya zorlanan topluluğu da içine alacak şekilde genişletir. Son yıllarda hakikat komisyonları, eleştirmenler, gazeteciler ve bu vahşete maruz kalıp da hayatta kalabilen çok sayıda kişi, Ciudad Juárez’deki kadın cinayetlerinin hiç de yerel bir istisna olmadığını ortaya koyan ifadeleri arşivlere geçirmekteler. Franco, yazarların kadına karşı şiddeti karanlıklardan nasıl gün ışığına çıkardığını anlatır. Böylelikle “acımasız sıradanlığı” ve onulmaz kederi yan yana getirmektedirler. Bunun etkisi ise aynı zamanda hem hissizleştirici hem de korkunçtur.

Şiddetin temsilinin yaygınlığı onu Latin Amerika’nın kamusal alanındaki tek önemli konu hâline getirebilir. Fakat şiddetin gündemde tartışılan bir mesele hâline gelmesi işkenceye maruz kalanların ve kayıp yakınlarının sesinin duyulmasından başka bir şey daha yaptı; katiller, sadistler ve işkenceciler de birkaç söz söylediler. “İfade [vermek] hiç de şeffaf bir şey değildir,” diye hatırlatır Franco okurlarına. Bir köyü yok ettikten sonraki korkunç kutlamaları nedeniyle Hakikatler Komisyonu tarafından seçilen, Guatemala ordusundan bir infaz mangası olan Kaibiller artık Meksika’daki Los Zetas için çalışıyor. Oldukça ironik bir biçimde, onları Kongo’da “barış gücü” olarak gösteren YouTube videoları var. Bu dijital belgelerin arasında eğitim videoları ve “onlara katılmak için can atan genç Latin Amerikalı erkekler”3 tarafından yapılan canlı yorumlar da var. Bu arada basın da işkenceciler ve katillerin itiraflarından epeyce nemalandı. Bunların arasında en meşhur olanı, gazeteci Horacio Verbitsky’nin 1996 yılında Arjantinli donanma subayı Adolfo Scilingo ile yaptığı, The Flight (Uçuş) başlığıyla yayınlanan ve ismini tutukluları havadan Rio de la Plata’ya atan askerî uçaktan alan bir röportajdı. Bu yayın çok sayıda benzer itirafların ortaya çıkmasını tetikleyerek, bir tür “Scilingo Etkisi” başlattı.

Bu türden şiddet çoğunlukla devrim karşıtı güçlerin tercih ettiği bir yöntem olarak bilinir. Fakat bazı ütopyacılar bu türden korkunç yöntemleri haklı göstermek adına çok daha ileriye gittiler. “Devrimci Adalet” başlıklı bölümde Franco, Che’nin 1964’te Arjantin’de bir gerilla mücadelesi başlatmak üzere Küba’dan yola çıkan bir grup yoldaşına verdiği tavsiyelerin yansımalarını ele alır: “Şu andan itibaren kendinizi ölmüş addedin” demiştir Che. Tam bir kendini gerçekleştiren kehanet örneği! Elbette bunun sonucunda mezara girenler sadece bu küçük grubun üyeleri olmadı; adı anılmayan binlercesi ile birlikte, yazınsal portreleri bu bölümün odağında olan ve Sendero Luminoso olarak bilinen Peru Komünist Partisi üyeleri de aynı kaderi paylaştı. Bir başka kişilik, “devrimci şiddet” kavramını ortaya atan Abimael Guzmán, The Tempest’daki (Fırtına) bir karakterden esinlenerek Hıristiyan kehaetleri, Maoculuk ve birtakım şaibeli İnka efsanelerini bir “kan kotası” talebi oluşturmank adına bir araya getirmiştir. Guzmán bu kotayı, rakiplerini yok etmek maksadıyla, düşmanlarını boğarak ve asarak doldurdu. Gustavo Gorriti ve Santiago Roncagliolo (“La cuarta espada” adıyla yayımlanan Guzmán biyografisinin yazarı) gibi yeni nesil gazeteciler bu saçmalığın içinde bir mana bulmaya çalıştılar. Roncagliolo’nun dediği gibi, Sendero Lumonoso’cuların “güçlerini aldıkları şey aynı zamanda onların en büyük zayıflığıydı. Sevgi, nefret ve ihanete hükmedemiyorlardı.”

Eğer şiddet –ister düzene veya toplumsal değişime hizmet etsin– tüm nihai amaçlarını kaybettiyse, bu durum yazarları ve sanatçıları nereye koyar? Olup bitene tanıklık etmek oldukça bariz bir yanıt gibi görünmekle beraber, bu noktada artık neredeyse bir klişeye dönüşmüştür. Franco’nun hikâyesine göre, yazar ve sanatçıların bu tür dönemlerde üstlenebileceği bir görev, bugünü geçmişle irtibatlandırmaktır. Yazarlar ve sanatçılar bize aramızdaki kırık dökük ve yarım kalmış hayatları hatırlatabilirler. Aynı zamanda geçmişin artık bize kendilerini hatırlatamayacak olan hayaletvari izlerini de temsil edebilirler. Örneğin, Buenos Aires’teki en önemli gözaltı merkezlerinden biri olan ve ESMA olarak bilinen Donanma Mekanik Okulu’nun bir karanlık odası vardı. Burada, tutuklulardan biri olan Víctor Becerra hapishane dosyaları için diğer tutukluların siyah beyaz fotoğraflarını tab ediyordu. Bu negatifler bir şekilde dışarıya sızdırıldı ve sonuçta bu fotoğrafları sanata dönüştüren Marcelo Brodsky’nin hayatının en önemli işi oldu. Brodsky’nin sanatının gücü hafifsenmemelidir. Kitapları ve sergileri ile ESMA’nın askeriyenin elinden alınarak bir müzeye dönüştürülmesi için yürütülen kampanyaya önemli destek vermiştir. Sekteye uğramış hayatları anlattığı albümleri, acıyla kıvranan ailelerin kederini dünya kamuoyunun tartıştığı bir mesele hâline getirmiştir.

Latin Amerika’nın yeni başlangıcına dair söylemler ve tüm o “gelişmekte olan pazar” heyecanına rağmen, şiddet görüntüleri devam etmektedir. Kuzey Meksika’daki dehşet ve Guatemala’daki korku ve tedirginlik sürüyor. Fakat bu arada sıra dışı ve son derece rahatsız edici sahneler de yaşanıyor ki bunlar bize barış söyleminin aslında derin sosyal ve kültürel ayrışmanın üzerinin örtülmesinden ibaret olabileceğini gösteriyor. Franco okurlarına General Pinochet’nin 3 Mart 2000’de Londra’da tutulduğu ev hapsinden Santiago’ya döndüğünde karşılaştığı manzarayı hatırlatır. Pinochet’yi burada, ellerinde kayıp kişilerin eski fotoğraflarının olduğu pankartlar taşıyan, işkence mağdurları ve kayıpların yakınları ve aktivistlerden oluşan bir grup karşılar. Biraz ötede, kendi idollerinin tişörtlere bastırılmış renkli, gülümseyen görüntüleriyle, Pinochet taraftarları bulunmaktadır. İki farklı geçmiş, iki farklı şimdiki zaman ve fotoğrafın iki farklı kullanım alanı.

Bu farklılıkların yanı sıra, tuhaf tarihsel çakışmalar de mevcuttur. Patricio Guzmán’ın Atacana Çölü’nde çektiği belgesel şaheseri Nostalgia for the Light (Işığa Özlem), taşın toprağın arasında dolaşarak, Pinochet’nin askerleri tarafından yok edilmiş olan çocukları, kardeşleri ve kocalarının yaşam için son derece elverişsiz bu alana dağılmış kalıntılarını aramakta olan bir grup kadının hikâyesini anlatır. Bu esnada çöldeki devasa teleskoplar evreni taramakta, kâinatın geçmişinin haritasını çıkarmaktadır. Bu iki farklı zaman dilimi –kimi insanlar kayaların altını araştırırken diğerleri yıldızlara bakar– astronomlardan birinin aslında kayıplar arasında bulunan bir çiftin kızı olduğu ve kendisinin de şu anda bir anne olduğu ortaya çıktığı zaman örtüşüverir. Ve ona göre, yıldızları incelediğimiz zamanlar var oldukça, anne ve babasının hatırası da var olmaya devam edecektir. Yine de, Franco’nun dediği gibi, belgeseldeki o tarifsiz hüzün duygusunun kaynağı, askerî rejim tarafından yarım bırakılan o hayatların evrendeki zamanın sonsuzluğu ile kıyaslandığında ne denli kısa olduğunun iyice belirginleşmesidir.

Şiddetin anlatılmasının mümkün olmadığını söyleyenler, şiddetin doğurduğu onulmaz melankoliyi anlayışın beyhudeliği ile karıştırıyorlar. Franco bu konuda farklı bir duruş tercih etmiştir. Suçun ifade edilemeyecek denli korkunç olması değildir önemli olan. Daha ziyade, başka bir yerde olmayı tercih edebilme özgürlüğüne sahip olan okur veya izleyici ile olayın nesneleri arasındaki kaçınılmaz mesafedir. “Bu,” diye bitirir sözünü Franco, “hiçbir akademisyenin kaçınamayacağı, çok büyük bir sorundur.” Cruel Modernity okurları yaşanmış katliam ve işkence olaylarını ve bunların edebiyat ve diğer alanlarda kullanımını ve anlatım biçimlerini düşünmeye ve üzerinde konuşmaya sevk eder. Katliamlar ve soykırıma dair geniş literatür yelpazesinde, Jean Franco, eserleri hem kurbanların, hem onları tasvir eden sanatçı ve yazarların, hem yazarın kendisinin hem de okurun hikâyelerini bir araya getiren sayılı akademisyenden biridir. Bazıları Cruel Modernity’yi umut kırıcı bulabilir, ama ne kadar dokunaklı olduğunu inkâr etmek olanaksızdır.

 

"Umut ve dehşet" yazarın ve Public Books'un özel izniyle, K24 ile Public Books arasındaki özel işbirliği çerçevesinde Türkçeye çevrilmiştir. Hiçbir şekilde kopyalanıp, yayınlanamaz.
Çeviri: Yasemin Gürkan
1- Jeremy Adelman, “Post-Populist Argentina,” New Left Review, I-203, 1994.
2- Mario Vargas Llosa, “Inquest in the Andes,” New York Times, 31 Temmuz 1983.
3- “Kaibiles en el Congo,” YouTube videosu. 20 Haziran 2011 tarihinde yüklenmiş.
Jeremy Adelman Princeton Üniversitesi’nde tarih profesörüdür. Aralarında 2013 yılında yayınlanan “Worldly Philosopher: The Odyssey of Albert O. Hirschman”ın (Dünyevi Filozof: Albert O. Hirschman’ın Yolculuğu) da bulunduğu çeşitli kitapların yazarıdır.