“Öngörülemez etkiler”

Ünlü Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard'ın Kavgam dizisinin Son adlı son kitabı haftaya Türkiye'deki okurlarıyla buluşacak. Kitaptan kısa bir parçayı tadımlık olarak sunuyoruz...

30 Haziran 2020 16:30

Oturdum, termosu kaldırıp bakışlarımla istiyor musun diye sordum. Başını iki yana salladı ve sırtını korkuluklara dayadı, ben kendime kahve koyup bir sigara yaktım.

Gökyüzünü örten gri beyaz bulutların arasından karanlık sızmaya başlamıştı.

“Hava epey bozacak,” deyip uzakları gösterdim.

“Öyle mi?” dedi, şöyle bir dönüp bakarak. Ardından bana baktı. “Sen çocuklarınla epey bir oyun oynuyorsun değil mi? Her zaman hoşuna gitmiyor belki ama yine de yapıyorsun. Ben hiçbir şey yapmıyorum. Mizah anlayışıma ve sıcaklığıma güveniyorum.”

“Sen çok oynuyorsun ama soğuk ve ciddisin mi demek istiyorsun?” diye sordum.

Kahkaha attı.

“Benim de çok oynadığım falan yok,” dedim. “Onlarla çok zaman geçiriyorum, fakat yere oturup lego yaptığımı veya plastik hayvanlarıyla oynadığımı söyleyemem.”

“Boş versene. Hafta sonları havuza götürüyorsun. Parka götürüyorsun. Onlarla futbol oynuyorsun.”

“Arada sırada, evet. Ama bunlar oynamak değil yani.”

“Hayır değil belki. Hem sen illa bir kusur bulacaksın kendine zaten ama ben aslında benden farklı olarak senin, çocuklarına daha çok zaman ve enerji harcadığını söylemek istedim. Bundan Njaal’ı sevmediğim anlamı çıkmıyor tabii. Ama Çinliler haklı. Çocuk beş yaşına gelmeden adam baba olduğunu anlamaz, diyorlar. Bence doğru bu.”

“Önümüzdeki sonbahar baba olacaksın öyleyse.”

“Evet.”

“Ama sizin tek çocuğunuz var. Bu başka bir durum. Üç çocuğun oldu mu seçeneğin kalmıyor.”

“Njaal’a onu sevdiğimi söylüyorum doğrudan.”

“Ben öyle şeyler demiyorum. Sanırım hiç de söylemedim. Her şeyin bir sınırı var yani.”

“Hayır, fazla yaklaşma. Ha ha ha!”

“Çimenlere basma, oğlum. Skjæraasen, değil miydi bu?”

“Bırak sürgünler büyüsün! Yok ya neydi, hatırlamıyorum. Ama konu yalnızca roller değil, biraz da yapıya bağlı. Kimisi oynamayı sever. Babamın çocuklarla arası çok iyi mesela, ona bayılıyorlar. Komşunun oğlu hâlâ onu doğum günü partilerine davet ediyor. Seksenine merdiven dayadı. Goethe’nin hayat felsefesini benimsemiş. ‘Hiçbir şey, kendimizi başkalarından ayrı görmek kadar bizi deliliğe götürmez; hiçbir şey, birçok kişinin arasında sıradan bir yaşam sürmek kadar aklı korumaz.’ Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları.”

“Ancak dışarıda duran ve sıradan bir yaşam sürmeyen biri böyle bir laf edebilir.”

“Seninle aramızdaki büyük fark bu bence. Tanıdığım herkesin onları şu veya bu şekilde düş kırıklığına uğratan bir babası var. Ve herkes bunu kendi çocuklarına karşı tavırlarıyla düzeltmeye çalışıyor.”

“Dünya bu şekilde dönmüyor mu zaten?”

“Babamın yaptığı gibi bunu başarsan bile, ki onun ideal baba olduğunu söyleyebilirim, ideal, babadan oğula geçmiyor. Çünkü o zaman oğulların düzeltecek bir şeyi olmuyor. Sen babandan daha iyi bir baba oluyorsun, ben babamdan daha kötü bir baba, Njaal sırası gelince kendi çocuklarıyla bunu düzeltecek ama onlar büyükbabaları, yani benim gibi, umutsuz olacaklar. İdeal irsî değil, that’s the point.”

“Ne bu, bir tür umutsuzluk diyalektiği falan mı?”

“Evet, tam olarak öyle. İyi bir babaya sahip olmak hiçbir şeye yaramıyor.”

“Yaramaz olur mu! Kendisinde iyi bir şey. Yani dengeli ve uyumlu büyümek.”

“Peki uyumlu bir çocukluğun sonu ne oluyor? Harikulade bir çocukluk geçiren çok fazla kişi tanıyorum, peki ne oldu onlara? Neler başardılar?”

“Bu durumda yaşama endüstri temelli, üretim gerektiren bir şey gözüyle bakıyorsun demektir. Önemli olan bu ise haklısın. Uyumlu bir çocukluk hiçbir şey üretmez. Peki ya önemli olan uyumsa? Güzelce yaşayıp gitmek önemliyse?”

“Yo, hayır, bunu kastediyor olamazsın! Ben Ayn Rand’a bütünüyle katılıyorum; dünyayı az sayıda, oldukça az sayıda kişinin döndürdüğünü yazıyor. Dünyayı tadı çıkarılacak bir şey olarak görmek veya kullanmak yerine yaratan, dünyada bir şeyler yapan onlar.”

“Fakat bunu yapanlarda bir huzursuzluk var. İçlerinde bir huzursuzluk, bir eksiklik olduğu için bir şeyler yaratıyor veya üretiyorlar. Öte yandan amaç her zaman uyum. Yirmili, otuzlu ve kırklı yaşlarda… Amaç çocuklarının ortasında, bahçede oturup fıskiyeyi izlemek ve bu kadarı yeter, artık mutluyum diyebilmek. Tüm güdüler aslında uyuma doğru.”

“Baksana Aristoteles, sen mutlulukla ilgilenmediğini yeni yazmadın mı daha?”

“Yazdım. Fakat bu, uyumla ilgilenmiyorum demek değil.”

“Aynı şey. Öte yandan huzursuzluk ve eksiklik duygusunun en güçlü itici güçlerden biri olduğu konusunda haklısın. Bizim çağımızda olan şu ki huzursuzluk artık eyleme dönüşmüyor. Huzursuzluk artık üretim yapmıyor. Terapi toplumunda yaşıyoruz. Huzursuzluğu istemiyor, ondan konuşarak kurtulmaya çalışıyoruz. ‘Hedef Sıfır’ kampanyaları geliştirdik. Büsbütün yanlışsız ve büsbütün mutlu ailelerde yaşamaya çalışıyoruz, en önemli hedefimiz trafikteki ölümleri ortadan kaldırmak. Öte yandan bu boş bir hayal, büyük bir yalan. Buna inanıyor olmamız akıl alır gibi değil ama inanıyoruz. Uyum, mutluluk, ölümden arınmış trafik. Hiç kimseyi umursamayan berbat bir baba ver bana! Rezalet bir çocukluk ver! Bundan bir sonuç alınır. Buradan, yani uyumsuzluk ve çatışmadan bir şey yaratılır.”

“Söylediklerine teoride katılsam da pratikte katılmıyorum. Çocuklarıma baktığımda kapıldığım tek istek onların mutlu olması. Alabildiğine rahat etmeleri.”

“Dua et de bunu başaramayasın!”

“Aslında bu konuya çok kafa yoruyorum. Yaşlandıklarında çocukluklarından ne tür izlenimler taşıyacaklar? Tüm bunlar gerçekte ne? Ne olduğunu bilmiyorum. Benden ne alacaklarını da. Hiçbir fikrim yok.”

 “Ayrıca kişilikleri çok farklı. Vanja ile Heidi’ye tam olarak aynı şeyleri verebilirsin ama bahse girerim ki deneyimleri farklı olacak, daha sonra bunu farklı anlayacaklardır.”

“Evet, gerçekten öyle.”

“Doğrusu şu ki ne yaptığımızı bilmiyoruz. Sonunun nereye varacağını bilmiyoruz. Öte yandan suç istatistiklerinde anne babası boşanmış çocukların bir hayli öne çıktığı biliniyor: Anne baba boşandığında çocuk ne kadar küçükse büyüdüğünde suç işleme riski o kadar yüksek. Ne var ki boşanma hakkımızdan olmak istemediğimiz için bunun çocuklar için iyi olduğunu söylüyoruz. Tüm sistemler öngörülemez etkilere yol açar. Evet, arabayı ele alalım yine: Bu keşfin her yıl yüz binlerce insan öldüreceği söylenseydi onu üretir ve yaşamlarımızın merkezi hâline getirir miydik? Hayır. Bu yüzden böyle demiyoruz. Araba özgürlük ve fırsatlar sunar diyoruz. Ayrıca kapitalizm gelişip güçlendiğinde ve daha fazla iş gücüne gerek duyduğunda birisi çıkıp iş gücünü ikiye katlamak ve böylelikle tüketicileri de ikiye katlamak için kadınlar evi terk etmeli ve üretime katılmalı dedi mi? Hayır. Konu kadınların erkeklerle aynı haklara kavuşmasıydı. Çalışma hakkı nasıl bir haktır? Özgürleştirir mi kişiyi? Tam tersine, bir hapishanedir bu. Dolayısıyla çocuklar iki yaşından itibaren enstitülere gönderiliyor, peki sonra ne oluyor? Ne olacak, anneyle baba vicdan azabından neredeyse aklını kaçırıyor ve boş zamanın hepsini çocuklarına kullanarak olabildiğince yakınlık göstermeye çalışıyor. Telafi, telafi, telafi.”

 “Toplum çözümlemesinden paranoyaya giden yol sanılandan çok daha kısa,” dedim.

“Niye, söylediklerime katılmıyor musun?”

“Katılıyorum. Özellikle boş hayal kısmına. Marx’ın Kapital’ini okursan büyük bölümünün işçilerin kötüye kullanımı üzerine olduğunu görürsün. Büsbütün rezalet koşullarda günde on altı saat çalışıyorlar. Dolayısıyla işçi hareketinin en önemli hedeflerinden biri iş miktarını sınırlamaktı. İş, işverenlerin, yani kapitalistlerin, işçilere zorla yaptırdığı bir şey olarak görülüyordu. Kölelik gibiydi. Fakat şimdi insanlar yıkılana dek kendi istekleriyle çalışıyorlar. Niye? Çünkü kendilerini iş aracılığıyla gerçekleştirdiği yönünde bir fikir ortaya çıktı. Çalışmak yabancılaşmanın tersi olarak görülmeye başlandı. Artık kişinin kendisini gerçekleştirmesini sağlıyor. Herkes deliler gibi çalışıyor çünkü bu onlar için iyi. Tüketim konusunda da aynı durum geçerli. Kişi toplu üretilen malları satın alarak benliğine kavuşuyor. Şaka gibi. Ama ne var ki en kötüsü bunu söyleyememek. Kimse yapamaz. Yoksa paranoyak olarak görülür. Hem bununla da kalmaz, eleştiri bir klişeye dönüştüğü, çok fazla yinelendiği için her nasılsa geçersiz hâle geldi. Öğrenciyken bu eleştirileri okuduğumda onlara büsbütün katılıyor, aynı zamanda kendi eleştirdiğim biçimde yaşamayı da sürdürüyordum. Harekete geçmek hiç aklıma bile gelmemişti. Gelseydi bile bu konuda bir şey yapmazdım. Kişinin bildikleri ile yaptıkları asla bir araya gelmeyen iki değişik âlem. Doğu ile batı gibi. Veya iki kol düğmesi gibi.”

“Kendine engel olamadın, değil mi?”

“Yok, konu şu ki artık başka biçimde yaşamak mümkün değil. Hiçbir seçenek yok. Her yere bulaştı bu.”

“Hatırlıyor musun, bir keresinde Naziliğin bir amatörler gecesi gibi olduğunu söylemiştin hani? Bu doğru. Öte yandan biz profesyonel yaşamlar sürüyoruz. Aksini düşünebilir miyiz? Örneğin Njaal söz konusu olduğunda güvenliği aklımdan çıkaramam. Kendi çocukluğumda kasksız bisiklete binmiş ve mahallede özgürce koşturup durmuş olsam bile onun bunları yapmasına izin veremem.”

“Düşüp kafasını çarparsa vicdan azabı çekeceğin için mi?”

“Hayır, o kadar basit değil. Çocukların kask takması ve büyüklerin her yerde onları gözetim altında bulundurması düşüncesi bir kez ortaya çıkınca bir daha kurtuluş yok. Benim düşüncem hâline geliyor. Kişi çocuğu için en iyisini istemekten başka bir şey yapamaz. Şimdi bunlar en iyisi. Ama bunu yöneten de neyin en iyi olduğu düşüncesi. Gerçekten en iyi mi bilemeyiz. Njaal kreşe başlayacağı zaman ben pratik olduğu için en yakında olana gitmesini istedim ama Christina en iyisini istediği için her yeri dolaştı ve tüm olası kreşleri değerlendirdi. Ama Njaal için iyi olana nasıl karar verebilirdi? Bir yerde olacakları, Njaal’ın kiminle karşılaşacağını, onun açısından bunların ne anlama geleceğini kim bilebilir? Yaşamı değil, yalnızca yaşam üzerine düşünceleri yönetebiliriz. Çocuklarımızla ilgili ne varsa aslında bizimle ilgilidir. İyi niyetin lanetidir bu. İyi niyetten başkası gelmez elimizden, başka bir şey düşünmek mümkün değildir, buna rağmen sonuçlar üzerinde söz hakkımız yoktur.”

“Yaşlanmaya başlıyoruz, konu bu,” dedim.

“Evet. Voltaire hayatta tek gereken bir bahçe ve bir kütüphanedir dediğinde kaç yaşındaydı? Yirmi olmadığı kesin.”

“Cicero’nun değil mi o söz?”

“Öyle miydi?”

Omuz silktim.

“Her neyse,” dedim. “Altı ay önce bu özdeyişi içeren bir mektup aldım ama yanlış okumuşum. ‘Mutlu olmak için tek gereken bir kütüphane ve bir tüfektir,’ diye anladım.”

“Ha ha ha! Öylesi çok daha inandırıcı açıkçası.”

“Tam senlik laf.”

“Evet ama sence erkekler niye savaşa gidiyor? Niye her şeyi, çocuklarını bile, bırakıp bir şey yaratmaya veya birini öldürmeye gidiyor? Elbette sevdikleri için. Onların sevgisi kadınların sevgisinden daha az değil, farklı yalnızca. Artık yakınlığı ve samimiyeti gerçek duygular olarak görüyoruz. Erkeklerin duyguları ele alışıyla dalga geçen öyle çok metin okudum ki artık sayısını unuttum. Birbirlerinin sırtını sıvazlamaları falan. Öte yandan bir kadın, çökmüş bir adam için sırtının sıvazlanmasının ne anlama geldiğini bilmez. Erkeklerin duyguları daha az değerli değildir, buna inanılmasının nedeni kadınların duygularından farklı dile getirilmeleridir. Özetle, çok çeşitli biçimde şefkat vardır ve yakınlık her zaman en iyi şefkat türü olmayabilir. Duygular ve şefkat üzerinde lanet bir tekel yoktur. Sürekli çocukların üzerine düşersen ne yaratılabilir? Hiçbir şey.”

“Uyum.”

“Hayır, hayır. Yazmadığın ve ailenle vakit geçirdiğin zamanlarda senden daha az uyumlu birini görmedim. Söz konusu tüm bu adamlar kendi çocuklarını düzeltmeye girişince telafide aşırıya kaçıyorlar ve bu da karşıt bir sorun yaratıyor. Öteki kutba geliniyor, çocukların üzerine titriyorlar ve onların her istediğini yapıyorlar ve böylece minnet ve anlam yoksunluğuna, yani başka türlü bir kötü çocukluğa neden oluyorlar. Telafi ne uyum ne denge yaratır. Ama bütün bunlar bir yana, ben kötü bir baba olduğumu zaten biliyorum. Njaal doğunca bununla yüzleştim. Eğlenceli değildi. Bütün kötü yanlarım birdenbire anlam kazandı. Oğlum için iyi olmaya çalışıyorum ama muhtemelen yeterince iyi olamıyorum. Büyüdüğünde bu yüzden beni yargılayabilir. Bu onun hakkı. Ben onu asla yargılayamam. Asla. Buna hakkım yok. Amcan işte burada yanılıyor. Babanın tarafını tutup seni yargılayamaz. Buna hakkı yok. Kimsenin yok. Yalnızca çocuklar anne babalarını yargılayabilirler, asla tersi olamaz.”

“Bu konuyu açman şart mıydı?”

“Hangi konuyu?”

“Gunnar. Ne güzel aklımdan çıkmıştı.”

“Canını sıktığına değecek bir şey değil.”

“Elbette değer,” dedim.

Yanımızdaki kapı açıldı ve Heidi kafasını dışarı uzattı.

“Annem ne zaman gelecek?” diye sordu.

“Yarın,” dedim.

“Annemi istiyorum,” dedi.

“Biliyorum,” dedim. “Telefonda konuşmak ister misin?”

Başını öne salladı. Sigarayı söndürüp kalktım, arkamda Heidi’yle içeri geçtim ve Linda’nın numarasını çevirdim.

“Alo, benim, Karl Ove,” dedim, Linda telefonu açınca. “Çocuklar seni özlemiş. Konuşmak ister misin?”

“Tabii, versene,” dedi.

“Heidi’ye veriyorum öyleyse,” deyip telefonu uzattım.

“Ne zaman eve geleceksin anne?” diye sordu.

Oturma odasına gittim.

“Annenle telefonda konuşmak ister misin, Vanja?” diye sordum.

Başıyla evetleyip ayaklandı.

“Ben de ben de,” dedi, John.

“Hemen olmaz, sıranızı bekleyin,” dedim. “Şimdi Heidi konuşuyor. Ondan sonra alabilirsiniz telefonu.”

Vanja tekrar yerine oturup televizyona baktı. Beden dilinde bir soğukluk fark ettim, duygularını bastırıyordu, çocuklarla yalnız kaldığım zaman er ya da geç oluyordu bu ve Vanja’nın Linda’yı özlemesinden başka bir anlamı yoktu. Linda şimdi kapıdan girecek olsa Vanja ona koşup sarılır, o gittiğinden beri kendi başından geçen her şey konusunda konuşup durur ve günün geri kalanında annesinin yanından hiç ayrılmazdı. Benim koruduğum uzaklığı ise bir gereklilik olarak, elbette üzerine kafa yormadan kabullenmişti; fakat biz bizeyken bana katlanma unsuru vardı işin içinde ve bu da her şeyi salıp, yaşamanın tam tersiydi.

(s. 180-187)