Önay Sözer’le şiire çıkan yollar

Önay Sözer'in ardından: "Onun edebiyata, anadiline duyduğu aşk, her bir kelimeyi kullanışındaki şefkat ve heyecanda hissedilir. Edebî dili ağdalı olmadan zengin, yeni kelimelerle yarattığı bir oyun alanıdır."

08 Aralık 2022 22:30

“Ben anadilime âşık bir insanım. Fakat bendeki bilinçsiz bir şey asıl tatminini yaşanan olayların doğrudan doğruya anlamına yönelen roman sanatında buluyor... Roman dünyayı yeniden üretir. Romandaki ‘anlam’ buradan doğar. Felsefe sonradan düşünür, fakat bu düşündüğünü önceye koyar. Edebiyatta ‘anlam’ın içi henüz dolmamıştır, oysa felsefe belirlenmiş anlamı konu yapar. İçi dolmamış anlam romanda doğrudan doğruya bilinçli bir düş haline gelir. Felsefi kavramlar bu duruma yabancı kalamaz, bunun için arada çok geçişler olmuştur.”[1]

Bu yazıda, doksanların sonundan bu yana tanısam da edebiyat sayesinde dost olduğum, en önemli felsefeci ve romancılarımızdan Önay Sözer’in son üç romanı ekseninde pekişen arkadaşlığımızdan, imgelerle karışık birkaç kısa anekdot aktarmak istiyorum.[2]

2016’nın sonlarına geldiğimizde birçok şey değişmiş, öncelikle o Roma’da da yaşamaya başlamıştı. Benim içinse yarı-zamana düşürdüğüm üniversiteyi tamamen bırakıp sadece yazmaya karar verdiğim zamanlardı. O sırada yayımlanmış sadece bir öyküm vardı. Durmaksızın yeni öyküler, denemeler yazıyor, eşe dosta okutuyordum. Kızkardeşim Sanem’in (Yazıcıoğlu) önerisiyle dört öykümü ona göndermiştim. Yanıtı biraz gecikince beğenmediğini düşünüp üzüldüm. Oysa sadece üzerinde hakkıyla konuşabilmek için bir sonraki İstanbul seyahatini beklemek istemişti. Mektupla ve yüz yüze iletişimin daha kıymetli olduğu –sadece yirmi yıl kadar eski– dünyaya alışık zaman algısı bizimkinden daha yavaş görünse de çok daha değerliydi. Hiç boş vakti bulunmazdı.

2017 Ocak sonunda geleceğine ve benimle de buluşmak istediğine dair mesajını alınca çok sevindim. İstanbul’a gelmeden birkaç hafta önce günbegün ne yapacağını, kimlerle buluşacağını ayarlar, buluşmalara hep önceden giderdi. Oturacağı masa, manzarası, pencereden uzaklığı gibi konular onun için önemli olduğundan, yer seçimini hep ona bırakırdım. Yeni açılan kafeleri, restoranları merak eder, sorup soruşturur, mutlaka denemek isterdi.

Gezi Pastanesi’nde buluşup çalışabilecektik. Saat için teyitleştik. İlk kez bir edebiyatçıyla yazdıklarımı tartışacağım için çok heyecanlıydım. Önceki dört romanını[3] okuyup beğendiğim bir yazar ve ne kadar meşgul olduğu dillere destan bir felsefecimiz –en sevdiğim olmasa da– bir öykümle ilgilenmişti!

Kısa bir sohbetten sonra, çantasından öykümü, not defterini ve kalemini çıkardı. Epi topu beş altı sayfalık bir öykümü üşenmeyip kâğıda basarak getirmişti, hem de ta Roma’dan ama ben çıkar çıkmaz aldığım Piri Reis’in Kayıp Adası’na[4] hâlâ başlayamamıştım! Her romanın bir zamanı olduğunu bildiğim halde mahcuptum. Söyleyip söylememek arasında gidip geliyordum. Öykümün ismini bir mesaj addedip tercihimi susmaktan yana kullandım. Doğru da yapmışım. Sadece birkaç yıl sonra anlayacaktım ki, bir yazarın canını belki de en çok eserinin neden hâlâ okunmadığına dair mazeretlerin sıralanması sıkar.

Roma’dan öykü taşımasının gereksiz olduğunu ima ettiğimi sanmasından çekinerek çantamdan kâğıtları çıkardım. Alınmak ne kelime, çok memnun oldu. Bir şeyden hoşlandığını yaptığı jestlerle hemen belli ederdi. İki nüsha olması daha iyiydi. İkimiz aynı kâğıda bakmak zorunda kalmadan aynı metin üzerinde ilerleyebilecek, üzerlerine not alabilecektik. Sonradan onun bu masa başı, kahveli ve tartışmalı yoğun görüşmelerine İstanbul’da, Roma’da ve en son birkaç ay önce görüştüğümüz Gümbet’te alışacaktım. İnsanları tanıma şeklinin birlikte çalışarak felsefi ve sanat tartışmaları yapmak olduğunu anlayacaktım.

Yüzeysel bir, iyi olmuş ama şuralara dikkat et, şunları yapsan daha iyi olur şeklinde taş çatlasa bir kahve içimlik zaman ayırmasını beklerken, birlikte kelime kelime öykünün üzerinden gittik. İki kez kahve ısmarladık. Öykümün ismi Sus Bahar’dı. Bir kadının yazışarak yakınlık kurduğu bir erkeğin evine gitmesini ve kafasında dönüp duran düşüncelerden kurtulmaya çalışırken bir türlü sevişememesini anlatan esprili bir hikâyeydi. Neden beğendiğini pek anlayamamıştım. Bana hiç de öyle ahım şahım gelmemişti. Hele ki ciddi bir felsefe profesörüne gösterilmeyecek kadar hafifmeşrep bile sayılırdı. Niye göndermiştim ki! Bir yandan yazdıklarımı ben değil, hep başkaları beğendiği için, öykülerimin her birine taktığım bir kulp mutlaka vardı. Sanki duymuş gibi diğer üç öykünün ikisinin de fena olmadığını ama özel ve üzerinde çalışılmayı hak edenin Sus Bahar olduğunu söyledi.

Çalışmamız boyunca birçok not aldım. Yazarın kendini özgür bırakması üzerinde söylediklerinde haklıydı ama düzeltmeleri ve önerileri kendi üslubuna göreydi, aklıma pek yatmamışlardı. Dışarıya yansıttığı ciddiyetinin yanında gülmeye ne kadar yatkın olduğu, espri anlayışlarımızın böylesi benzeyebileceği beklenmedik şeylerdi benim için. Bir yerden sonra o kadar çok güldük ki, diğer müşteriler bize dönüp ciddi bakışlar fırlatmaya başladı. Muhakkak ki, en çok benim sesim çıkıyordu ve kahkahaların en gürültüsünü ben atıyordum ama onun da benden aşağı kalır tarafı yoktu. İkimiz de o kısacık öyküden kendimize birer oyun arkadaşı çıkarmıştık. 

Çalışmamız bitmişti. Sonuncu cümleyi okuduktan sonra biraz daha konuştuk ama onun yetişmesi gereken diğer buluşmasının vakti gelmişti. Haberleşmeyi devam ettirmeye söz verip ayrıldık. Karşıya geçerken Sus Bahar orada kaldı sanmıştım. Yanılıyordum. Ancak onun kadar yetkin bir gözün hissedeceği gibi farklıydı. Her ne kadar yayımlandığında eski öyküden zerre kalmasa da, kısa bir süre içinde diğer tüm öykülerin arasından sıyrılıp roman oldu. Gezi Pastanesi buluşmamızın hemen akabinde o da Sarsılanlar’a[5] başladı.

Zaman kaybetmeyi hiç sevmezdi. Şu herkesin sonradan keşfettiği “akış” hiç telaffuz etmese de onun yaşamının en önemli ekseniydi. Hızlı ve odaklanmış düşünür ve çok çalışırdı. Buluşmamızın bir çalışma olacağını söylemesi beni hemen bir öğrenci disiplinine sokmuş, defter, kalemimi ve üzerinde çalışacağımız öyküyü akşamdan hazırlamıştım. Herkeste uyandırdığı şu çalışma azmini sonradan daha çok deneyimleyecektim.

Birkaç yıl sonra ikimizin romanları birkaç ay arayla yayımlandığında, bunun bir tesadüf olmadığını, o günkü olağanüstü eğlencenin ve sonra devam eden yazışmalarımızın ikimize de ilham verdiğini iddia edip durdu. Ona, deneye dayalı disiplinlerden geldiğimi, bunun doğruluğunu tespit etmenin çok zor olduğunu söylerdim. Öylesi bir entelektüelin benim yazdıklarımı beğenmesi beni tabii ki cesaretlendirmiş, kelimelerimi özgür bırakmama yardım etmişti. En önemlisi daha birçok insana verdiği o inanılmaz ilham haznesinden muhakkak ki ben de yararlanmış ama bunu uzunca bir süre adlandıramamıştım. O kısacık öykü ne yazık ki ilk ve son kez bir edebi metin üzerindeki çalışmamız oldu.

Buluşmamızdan birkaç ay sonra Piri Reis’in Kayıp Adası’nı okuduğumda, romandan cümleleri alıntılayarak ona uzun uzun yazmışım. Sadece birkaç not oradan (italikler benim yazdıklarım):

“Adsız”ın yazdıklarını okurken hissettiğim duygu anlam merdivenlerinden çıkmak, inmek, tekrar çıkmak, sonra tümüyle indiğimi sanmak ama kendimi birdenbire birçok merdivenin başında ya da sonunda bulmak –tıpkı Escher'in merdivenleri gibi– sonra merdivenlerin yer değiştirdiğini hissetmekti. Sanki yaşamöykünüzden de bazı notlar buldum. 

“Sardinya muazzam bir tarihi olmasa da ütopya adına layık bir kültür ülkesidir... Utopya[6] kültürün yüce bir düşüdür,” (s. 293) ve tabii ki arşive ihtiyacı vardır! “Yine de arşiv kültürün ilk aşamasıdır” (s. 294). Tam burada arşivin patlamaya hazır bir enerji ve güç deposu olduğunu yazdığınızı da okuyunca, a-ha diyerek kreşendonun tamamlandığını düşündüm.

“Yazılı oyunun sahneye konması aynı zamanda o yazının tahribidir: Oyuncu oyunu bedeniyle ve bedenine yeniden yazar, ama yazarken silmek için. Oynadığımız her oyun aslında metnin bir hiç haline getirilmesidir. Tiyatro, metni yadsıyarak onu aslında çevirir.” (s. 243) Tüm buradaki tiyatro-metin-oyuncu ilişkilerinin iç içe geçtiği metaforlar büyüleyici. Metnin içinde metinler yaratabilen romanınız üzerine yazılacak ne çok şey var. Keşke edebiyat tarihçisi (akademisyeni?) olsaydım! Metinlerarasılığı kim çalışıyor acaba?

Sardinya’ya birkaç kez gitmiş, oradan çok ilham almıştı. Tıpkı onun gibi felsefe profesörü olan eşi sevgili Gabriella Baptist haftada üç gün Cagliari’deki üniversitede ders veriyordu. Yazdıklarıma yanıtı sizli bizli konuşmaya son vermek isteyerek başlıyor ama nezaketi elden bırakmayıp ben de aynısını rica edene kadar bana siz demeye devam ediyor.

“Ben ‘sen’im (Almanlar böyle derler).Bir türlü okuyamadığınızı bildiğim “Piri”yi okumanız beni sevindiriyor. Yaşamöykümden Adsız'ın maceralarının başında bazı küçük izler var, ondan sonrası tamamiyle hayalî, gözlemlerime dayalı anlattığım Sardinya’da kendisine özgün olarak ütopik bir şey buldum...

Kaç gündür Roma 35 derece ısıyla yanıyor. Ben ise ‘Sarsılanlar’ın ana gövdesini bu hafta tamamlamayı umuyorum.

“Metnin Merdiveni” çok iyi bir fikir, bence birbirine eklemlenen sözcük ve sözcük grupları da onun basamakları. Ne olursa olsun metin kat kat olan, kendi üzerine katlanan bir şey. Bundan ortaya bir okuma yöntemi çıkabilir. Kutlarım.

Bitirirken bir not: Refik Halid'in ‘Gurbet Hikayeleri’nde ‘Yara’yı lütfen okuyun! Sanki olayı yaşadıktan sonra anlatmıyor, yazarken yaşıyor. Çünkü gerçeklik dediğimiz şey büyük ölçüde hayal gücünün ürünüdür. Fakat o bunu anlamıyor, kendini gerçekçi sanıyor ve dönemine göre öyle olmak da istiyor.”

Metinlerarasılığın bu denli yoğun bulunduğu bu roman, sadece edebiyat okurunu farklı dünyalara götürmez, üzerinde bilimsel çalışmalar yapmak için de önemli bir bağlamı sunar. Piri Reis’in Kayıp Adası’na dair uzun notlarım, bilimsel olarak edebiyat çalışan birinin böylesi eseri daha iyi değerlendirebileceğini düşündüğüm için orada kaldı.

Sonrasında da çok yazıştık ve konuştuk Piri hakkında. Asla dedikodu sevmez, birlikteyken düşüncelerden, kitaplardan, sinemadan konuşmayı tercih ederdi. Sıklıkla yeni tanışılan insanların yanında bile bir başkası hakkında fütursuzca konuşulan, herkesin bir diğeri hakkında alenen atıp tuttuğu bir kültürde olmanın garipliğini hep eleştirirken, samimiyetimiz ilerledikçe, merakıma yenilip ona filancayla nasıl tanıştığına, birlikte neler yaptıklarına dair sorular sormak istemeye başladım. Sadece ondan öğrenilecek o kadar çok şey vardı ki! Edebiyat, felsefe tarihinde onun bizzat yaşadıklarını, gördüklerini bilen o kadar az kişi kalmıştı ki! Aksi gibi o, onca bilginin ve birikimin arasında, anılarından söz etmeyi sanırım biraz süfli bulur, belki de dedikodu sınıfına sokardı. Belki de anı biriktirmenin yaşlılığa mahsus olduğunu ve konuştukça gençliğinden feragat edeceğini düşünürdü.

Son iki yıldır onun otobiyografi yazması gerektiğini tekrar etmeye başlamıştım. Hep ileriye dönük yaşadığı için bu teklifimi pek ilginç bulmadı. Madem otobiyografi yazmıyorsunuz, bari farklı disiplinlerden birilerinin sorular yönelttiği bir nehir söyleşi yapsanız şeklindeki ısrarlı ricalarımı duymamış gibi yapar, acaba nehir midir, ırmak mıdır o söyleşide akacak olan metin gibisinden esprili sorular sorar, sonra ben bozulmayayım diye biraz hüzün, biraz neşeyle, Piri’nin ilk sayfalarında değindiği çocukluğunu anlatmaya başlardı.

Eski İstanbullu bir aileye mensuptu. Babası Raif Sözer bir devlet memuru, ailede ilk ismi Fatma kullanılmayan annesi Aliye Sözer, Sanâyi-i Nefîse Mektebi mezunu, sonradan çizmeyi devam ettirmemiş bir ressamdı. Annesinden ilk söz ettiğinde, hemen aklıma onun sınıf arkadaşı olacağını düşündüğüm Fahrelnissa Zeyd gelmişti. Bu dâhiyane bulgumu onunla paylaşınca, gülerek annesinin ondan çok daha genç olduğunu söylemişti. Sahiden de aralarında en az on beş yaş vardı. Anlaşılan insan sadece yaşadığı yılları özümsüyordu. Benim için 1915, 1925, 1935 sadece birer yılken, bunlar onun anne babasının yaşadığı, okuduğu, evlendiği yıllardı. Ben o yılları anımsamak için savaş gibi önemli tarihlere ihtiyaç duyarken, o ailesinin anılarına başvuruyordu. Ülkenin ve dünyanın onlarca yılının, İkinci Dünya Savaşı sonrasının birebir tanığıydı.

Poz vermeye itiraz etmediğinden portrelerini çekmek çok eğlenceli olurdu. Bir gün Kadıköy TESAK’ta vereceği konferans için ondan istenen fotoğrafı çekiyor, sonra da Gabriella’yla pozların en güzelini seçmeye çalışıyorduk. Nişantaşı’nda bir zamanlar annesiyle yaşadığı her bir yanı kitaplarla dolu küçücük dairedeki tablonun yanındaki pozu es geçmemiş, belki de annesinin elimizde kalan son eseriyle tek fotoğrafıydı bu.

O gün anlatmıştı: İlkokulda şiir yazarak başlamıştı edebiyat hayatına. Ortaokul ve lisede hep şiir ve öykü yazdığı halde, ben dahil birçok yazar gibi ailesinin isteğine hak vererek, ilkin makbul bir mesleğe sahip olmaya çalışmış, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlamıştı. Felsefeyle tanışarak büyülenmesi de lise çağlarına denk geliyordu. Sonradan Nermi Uygur’un doktora öğrencisi olarak felsefede ilerlemesi edebiyatını ara ara kesintilere uğratacaktı. Humboldt bursiyerliğiyle ilerleyen Almanya’daki çalışmaları, orada ve Fransa’da verdiği derslerle, birçok ülkede verdiği konferanslarla[7] dolu felsefe hayatını eminim çok daha yetkin diller anlatacaktır. Burada belki şu küçük anekdot aktarılabilir:

2013’te Sanem Yazıcıoğlu’nun birkaç yıllık çalışma sonucunda üç dilde derlediği dokuz yüz sayfalık Bir Arada – Das Zwischen – In-Between, Festschrift für Önay Sözer’e Armağan kitabındaki ilk yazı Giorgio Agamben’e aitti. Çok sonra, Agamben’in onun hakkında yazdığını gizlenemeyen bir heyecanla ifade ettiğimde, biraz duraksamış (alınmaz en azından bunu göstermek istemezdi) ve “Agamben’i de Türkiye’ye ben tanıttım,” demişti. İçimizden yetişenlerin asla küresel boyuttaki muadilleriyle aşık atamayacağına dair inancı en yoğun şekilde eleştirenlerden biri olan ben bu tongaya nasıl düşmüştüm? İdeoloji hiç beklemediğimiz yerlerden vurur bizleri böyle. Kendimden en çok utandığım zamanlardan biri olarak kaldı o sorum, onunla hiç paylaşmadığım.

Haberli habersiz birçok fotoğrafını çekmişimdir. Benden özellikle istediği tek bir poz olmuştu. Bu sefer çıkmaz çıkmaz okuduğum ve sevdiğim Sarsılanlar’da söz ettiği Bruno’nun heykeliyle olanı. Romanda yaşamlarında sarsıntılar geçiren üç kadını anlatan Sarp Ener’in günlükleri vardı. “Bütün sevgililerimi terk ettim” diyen Alben’in bu sözü roman hakkında çıkan bir yazının başlığına taşınmıştı[8]. O yazı hakkında konuştuğumuzda, romanlarda hep yazara ait otobiyografik ögeler arayan edebiyat okurlarının bu başlığı gerçek sanmamaları gerektiğine dair espriyle karışık bir şeyler söylediğini anımsıyorum. Selçuk Altun onu yaşayan en önemli romancımız olarak niteleyince çok memnun olmuştu ama ne yazık ki edebiyat dünyasında haberleştiği çok az kişi kalmıştı. Onlar da arada sırada, bir yazı ya da kitap yayımlanacaksa bağlantı kurduklarıydı.

Onun edebiyata, anadiline duyduğu aşk, her bir kelimeyi kullanışındaki şefkat ve heyecanda hissedilir. Edebî dili ağdalı olmadan zengin, yeni kelimelerle yarattığı bir oyun alanıdır. Sarsılanlar’ın en başından itibaren bu oyuna dahil oluruz: “Onun dünyayı algısı daima gizli kalan, bir gündüşüydü,”(s. 23). Dildeki, düşüncedeki “sıçramalar”dan söz ederken sesinde çocuksu bir tını olurdu. Neticede Sarsılanlar için birçok fotoğraf çektik ama Roma’da Bruno heykelinin yanındaki çekim için doğru ışığı yakalayamadık. Pozunu yine de sevmiş göründü –  hiçbir zaman bırakmadığı nezaketinin bir diğer yansıması...

***

Elimdeki fotoğraflara bakıyorum da, içlerinden en sevdiği pozu unutmam ne mümkün! Roma’da on bir kilometre yürüdüğümüz o gün Via Alla Poesia yani Şiire Çıkan Yol[9] isimli sokaktaki, 94 numaralı binanın duvarına öylece asılmış aynada omzunun üstünden yakaladığım, ikimizin aynı anda yansımış görüntüsüydü. 20 Kasım 2017’ymiş, hızla geçip giden o beş yıllardan biri. Fotoğrafta dondurduğumuza inandığı o andan o kadar heyecanlanmıştı ki tüm gün onun üzerinde konuşmuştuk. Birkaç yıl sonra Dolambaç[10] romanını o fotoğraftan aldığı ilhamla yazmaya başlayacağını henüz bilmiyorduk.

94 numaralı binanın üstündeki aynada çekilen o fotoğraf üzerinde birlikte bir şeyler yazmamız gerektiğine hemen o gün karar vermiştik. Antonioni’nin İngilizce çektiği 1966 yapımı Blow Up (Cinayeti Gördüm) filmini tekrar izleyip not aldık. Barthes’ın Camera Lucida’sını Türkçe çevirisindeki eksiklikler yüzünden birlikte İngilizcesinden okumaya karar verdik. O arada Fransızcasına da bakacaktı. Barthes’ı vaktiyle Türkiye’ye davet eden akademisyenden uzun uzun söz eder, Barthes’ın annesiyle olan ilişkisinin psikanalitik boyutlarına değinirdi. Son zamanlarda Roma’daki bir psikiyatri ve felsefe odaklı bir topluluğun çalışmalarına doğrudan katılıyordu. Onlar tarafından derlenen bir kitapta yayımlanan ilk İtalyanca makalesine çok sevinmişti. Bir dilde o aşamaya gelmek onun için çok önemliydi. Öğrenciliğini hep devam ettirmesini sağlayan heyecan ve merakıyla yaptığı tüm okumalarını sistemli bir şekilde notlarla kaydeder ve defterler doldururdu. Bizim bu konulardaki çalışmamızın pandemi yüzünden sekteye uğradığını görünce, o bunu kurgulayarak bir roman haline getirmek ve ismini kendi deyimiyle “vahşi” haliyle bırakmak istedi. 24 Mart 2020’de şunu yazmış, “Evet, ‘Tamparça’, ‘Dolambaç’ oldu, çünkü bence fazla Gestalt kokuyordu. Özellikle 6 Kasım 2017 - 23 Nisan 2018 arasında bu konuda çok not almışım. İngilizcesi ‘Roaming About’ ya da ‘Deviation’ olabilir mi?”

Dolambaç’la özyaşamöyküsünden değil, “özyaşam kurgusu”ndan söz ettiğini, yaşamın onun yaşamı olduğu halde ona göndermelerinin kurgusal olduğunu söylüyordu. Kuşkusuz ki roman bir kurguydu; bilimsel, felsefi yöntem sunmuyor, bir varoluş olgusunu anlatıyordu.

Estetik üzerine düşünceleri hakkında tabii ki farklı bir çalışma yapmak gerekir. Kaderin bir cilvesiyle vefatını benden öğrenip çok üzüldüğü, sanatı hakkında çok düşünüp yazdığı Komet gibi sanatçı arkadaşları çoktu. Resme ilgisinin aileden geldiği malum ama o bunu sinema ve fotoğraf gibi diğer sanat dallarına da aksettirmişti. O imgelerin hepsi kafasında bir bütündü. Düşünceleri sıklıkla o imgelerle birlikte anlatırdı. Yazılarının derlendiği Sanat: Görünendeki Görünmeyen[11]kitabı zaten bu konudaki sanattan, felsefeye birçok alana hitap eden çok önemli bir çalışmadır ama ta 1993’te yayımlanan ve o zamanlar, malum, pek kimse tarafından kolay telaffuz edilmeyen kadın hakları ve feminizm hakkındaki denemelerinden derlenen, tıpkı ilk dört romanı gibi ne yazık ki baskısı tükenmiş Kadın ve Benzeri, Bir Kadının Ütopisi’ne [12] bakıldığında da hep sanat eserlerinden, özellikle resimden aldığı referansları bulunur.

Hepimiz gibi onu da etkileyen pandemi başladığından beri haftada bir, bazen iki kez konuşuyorduk. İtalya pandeminin zorlu zamanlarını geçirirken, o yaptığı okumalara ve türlü konuda yazdıklarına ara vermemeye çalışıyor, hangisini ne zaman bitireceğini hesap ediyor, zamanla yarışıyordu: İstanbul’a gelememekten üzgün; “Çünkü geçirdiğim korkunç kıştan ötürü kendimden emin değildim. Fakat survival [13] çabası devam etmeli,” yazmış geçen yıl mart ayında. On beş yıla yakındır yaşadığı Roma’yı seviyordu ama İstanbul kadar değil. İstanbul özlemini hep dile getirirdi. Hep hayranlıkla izlediğim yaşam enerjisini nostaljik olmamaktan aldığını bildiğim halde, şehrin bugünkü halini kastetmediğini düşünürdüm.

Yeni bir roman üzerinde çalışmaya başlamıştı ama üzerinde henüz konuşma fırsatı bulamamıştık. Bir gün telefonda, Şiire Çıkan Yol Sokak’taki o aynalı fotoğrafı, Dolambaç romanının kapağında kullanmak istediğini laf arasında söyleyince ben, herhangi bir romanın kapak resminde sahici insan suretinin kurgunun mantığına ters düşeceğini söyledim. Ayrıca bir yazarın bir başka yazarın kitap kapağında bulunduğu nerede görülmüştü? Sözlerim üzerine biraz duraksadı ve sanatçıların eskiden hep birbirlerinden beslendiğini, ressamların edebiyatçılara, şairlerin ressamlara ilham verdiğini, artık bu etkileşimin azalmasından duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Ayrıca benim oradaki rolüm yazarlık değil, fotoğraf sanatçılığıydı! Ben yine de kararımdan vazgeçmedim.

Şimdi soruyorum kendime: Ne vardı onu üzecek? Fotoğrafta ben belli bile değildim. Neticede o fotoğraf hak ettiğinden fazlasına sahip oldu, sayesinde bir roman, Dolambaç yazıldı. Her daim yaşsız olan onunla kıyasladığımda, kendimi hem yaşlı hem de muhafazakâr hissettiğim anlardan biri şeklinde tescillendi.

Yazdıkça daha detaylı yazılacaklar, burada paylaşmadığım diğer fotoğraflar mektuplar, yakın zamanda konuştuğumuz Edgar Allen Poe’nun o dizesi aklıma geliyor.

İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan.  
                   Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman” [14]

Aslında Önay Sözer’le başlayan her söz şiirlere çıkıyor.

 

NOTLAR:


[1] "Uzaklığın Gizlendiği Kıvrım", Çiğdem Yıldızdöken, Önay Sözer söyleşisi, K24.

[2] Onunla iki binlerin başında kardeşim Sanem Yazıcıoğlu’nun doktora hocasıyken tanışmıştım. O sıralar doktora tezi kapsamında çalıştıkları –onunla aynı günde, 4 Aralık’ta, dünyaya veda etmiş– Hannah Arendt bugünkü kadar gündemde değildi.

[3] Romanları sırasıyla (ilk dördünün baskısı ne yazık ki yapılmamış): Öteki (1981), Çıplak Gülüş (1988), İsis’in Düğümü (2004), Sonradan Yaşamak, (2009), Piri Reis’in Kayıp Adası (2014), Sarsılanlar (2020), Dolambaç (2022).

[4] Piri Reis’in Kayıp Adası, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014

[5] Sarsılanlar, İş Bankası Kültür Yayınları, 2020.

[6] Bazen ütopya bazen utopya diye kullanıyor.

[7] Geçen yıl Türkiye Heidegger Topluluğu’nun davetlisi olarak verdiği, “M. Heidegger’in Ara Kavramının İzinde” isimli online konferans.

[8] “Bütün Sevgililerimi Terk Ettim,” Metin Celâl, Hürriyet Kültür Sanat.

[9] Çeviri için sevgili Ayçin Kantoğlu’na teşekkür ederim.

[10] Dolambaç, İş Bankası Kültür Yayınları, 2022.

[11] Sanat: Görünendeki Görünmeyen, İş Bankası Kültür Yayınları, 2019.

[12] Kadın ve Benzeri, Bir Kadının Ütopisi, Varlık Yayınları, 1993.

[13] Hayatta kalma

[14] Kuzgun, Edgar Allen Poe, çev. Ülkü Tamer.