"Kuiresk bir eylem değilse, yaşamımın hiçbir ânında çuvallamaya tahammül edemem."

“Kuiri bir teoriden önce kimlik meselesi/yaşama biçimi olarak algıladığım için metni kuirleştirmek gibi ayrıca bir çaba sarf etmedim. Kurduğum her mısra, denediğim her biçim zaten benim yaşamımdan, benim tarihimden, bana ait olan her şeyden kopup geldi.”

Şair, akademisyen, kuir aktivist Okan Yılmaz’ın ikinci şiir kitabı Bu Senin Devrimin Everest Yayınları’ndan çıktı. İlk kitabı Yeniay Mahvı’nda olduğu gibi bu kitabında da kendi sesini kurup çoğaltıyor, okuru mitler ve gerçekler arasında baş döndürücü bir akıntıya bırakıyor. Biz de kendisiyle bir o kadar baş döndürücü bir sohbet gerçekleştirdik.

 
Söyleşi teklifimi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim. Bu Senin Devrimin’i tekrar tekrar okudum. Her okumamda şiirlerin beni daha da heyecanlandırdı. Kitabı kuir kuramcı José Esteban Muñoz’dan bir alıntıyla açtığın için biz de kuirliği konuşarak başlayalım istiyorum. Hem içeriğiyle hem de biçimiyle kuir bir kitap Bu Senin Devrimin. Günümüzün en iyi kuir eserlerinden biri… Üstelik, Türkiye LGBTİ+ açısından böylesi karanlık bir dönemden geçerken, Muñoz gibi kuir ütopyalar düşleyen bir teorisyenin umut dolu sesinden çıkıyorsun yola. Ben bunu ciddi bir politik duruş olarak okuyorum. Bize kuirin hayatındaki rolünden bahsedebilir misin? Kuir politika, kuir teori, kuir yaşam şiirlerine nasıl etki ediyor?

Asıl ben bu teklifin için teşekkür ederim Yaprak. Beni köşeye sıkıştıracak sorularını az çok tahmin edebiliyorum, bu hem korku veriyor hem de keyif. Bu Senin Devrimin için söylediklerine de ayrıca teşekkür ederim. Kuiri bir teoriden önce kimlik meselesi/yaşama biçimi olarak algıladığım için Bu Senin Devrimin’in yazım sürecinde metni kuirleştirmek gibi ayrıca bir çaba sarf etmedim. Kurduğum her mısra, denediğim her biçim zaten benim yaşamımdan, benim tarihimden, bana ait olan her şeyden kopup geldi. O tarihte bütün sınırları aşmak istediğim için, bana verilmiş çerçeveleri kırmak istediğim için, durmak yerine akışta olmayı tercih ettiğim için ve bütün bunlar kendiliğinden kuire vardığı için doğdu bu şiirler. Senin de dediğin gibi, ne kadar karanlık olursa olsun, kendi umuduyla ve daha da önemlisi neşesiyle doğdu. Şimdi bu söylemi tamamen açıklama yanlısı değilim – ki açıklanamaz. Muñoz’nun verdiği ilham da bununla ilgili. Biz ne kadar konuşursak konuşalım, “Queerness is not yet here”. Hep birlikte kuiri çağırıyoruz ve inanıyorum ki bu sadece düşte kalmayacak. Son derece şahsi ama bir o kadar politik bu çağrı sürecini daha iyi atlatmanın sadece ve sadece bir basamağı oldu Bu Senin Devrimin.

Şiirlerinde bedene dair olanla ruha dair olan iç içe geçmiş durumda. En çok “al bu bıçaklar”da gözlemliyorum bunu. Ruh işitiyor, ten yanıyor. Hisler, düşünceler, somut olgular birbiri içinde eriyerek bütüncül bir deneyime dönüşüyor. Mit ile materyal gerçekliğin arasında bir sınır, bir ayrım yok. Maurice Merleau-Ponty ve Elizabeth Grosz’un fenomenolojide “yaşayan beden” dedikleri varolma biçimine benziyor. Hatta Spinoza’ya kadar götürülebilecek mistik bir bütünlüğe… Ya da Hélène Cixous ve Luce Irigaray gibi Fransız feministlerin “kadın dili” adını verdikleri iletişim türünün öznesine… En çok da Judith Butler’ın kuir bedenine ya da Eve Sedgwick’in kuir deneyimine… Beden ve ruh ya da maddi olan ve mitik olan bağlamında kurduğun bu dinamik akışkan özneliği okurların için biraz açabilir misin? Kimdir, nedir bu özne? Nasıldır bu varoluş?

İlk dize hep kendi deneyimimden gelir. Bu deneyimde bana ait olan her şey var, en başında edilen/eylenen ben olduğum için var. Bunu saçlarımdan konuşma biçimime, hislerimden davranışlarıma her alanda yaşadım, yaşıyorum. Elbette tarih, toplum veya ahlak kimliğimi/ruhumu/bedenimi bir şiir gibi yazmama izin vermeyecek. Ama mesele şu: Ben kimseden izin istemiyorum. Tam o noktada, ilk dizeyi yazdığım anda, tüm bu kendilik deneyimlerini katlamak için, yadırganan benliği daha da fazla yadırgatmak için tarif ettiğin akışkan özneler, dişil diller ve kuir deneyimler arasında mekik dokuyorum. “Bu dizeleri yazan benim, bir başkası da olabilirim; bugünün içindeyim, öyleyse hemen tarihe dönmeliyim; bu çok gerçek, öyleyse bir üstgerçek aramalıyım…” diye diye yazıyorum aslında. İlk amacım deneyimlediğim her şeyi, bir başka imgelemle tersine çevirmek. Belki şöyle somutlaştırabilirim bu varoluşu: Gerçek hayatta bana bir şekilde zarar vermek istediler diyelim, kâğıt üstünde bir ceylan olup beni avlamak isteyen aslanı ısırmak için koşuyorum örneğin. Aslan gibi davranmak için değil ama, ceylan kalıp kendiliğimi savunmak için.

Bu Senin Devrimin’in belki de en ilgi çekici yönlerinden biri çoksesli ve çokdilli oluşu. Anlatıdaki değişiklikleri okura son derece başarılı biçimsel oyunlarla gösteriyorsun. Harflerin boyutunun, yazı fontunun, şiirin sayfada konumlanma şeklinin ciddi ve önemli görevleri var. Ancak bu durum beraberinde risk de taşıyor. Şiirde yeni ve özgün olma isteğinin günümüz şairleriyle ve lirik şiir okuruyla arana mesafe koyabileceği kaygısını taşıyor musun?

Dinlediğim hiçbir sesi veya dili unutmam. Yazarken bir şekilde belleğimde sakladığım bu seslerin ve dillerin kendiliğinden kâğıda dökülmesine izin veririm. Bu yüzyılda, bu gösterge bombardımanı altında, bu trafikte, bu kalabalıkta bir başına yaşayabilmem nasıl mümkün değilse, yazdığım şiirde de tek bir ses, tek bir dil, tek bir form olamaz. Bütün bu çoğulluklar şiirin biçimine ve ideolojisine göre sırayla veya aynı anda dansa kalkabilirler. Soruda geçirdiğin “risk” sözcüğünü bu dansın eşlikçisi sayıyorum. Bizde öteden beri şiir lirik bir tür olarak yazıldığı ve alımlandığı için, daha doğrusu ana akımın tercihi bu yönde olduğu için, benden önceki her biçimsel arayışı “İşte bunlar da deneyciler” diye kendi “görüsüz”lüğüyle ötekileştirmeye çalışanlar hep vardı, bundan sonra da olacak. “Benden önceki” ifadesini kendim kullandığım için “yeni ve özgün olmak” gibi bir istekten bahsedemem. “Müphem” olmayı isterim ama her zaman. “Hah, evet, bu şiir şuna benziyor!” dendiği anda söyleyeni inkâra götürecek bir tekinsiz poetika mesela. Bu tavrım okuru veya diğer bir şairi metnime mesafelendirir mi, bilemiyorum. Tek bir şiir tarzına kanıyla, canıyla bağlı değilse bu okur veya şair, benim şiirimi sevebilir, göklere çıkarabilir belki. Aksi takdirde nefret edebilir, aşağılayabilir, hatta yerle bir edebilir. Ama ne dersek diyelim, bütün bunlardan yüce tek bir şey hükmü verecek: Zaman; şu klişe… En iyisi kaygılanmadan beklemek. 

Kitabın iskeletini Alevi kültürünün oluşturduğunu söylesek yanılmış olmayız sanırım. 3, 7, 12, 14, 40, 52 gibi kendi hikâyesini taşıyan sayıların tekrarı, dizelerde dolaşan ceylanlar, mitler, kutsallar… En önemlisi, anlatı teknikleri… Aleviliğin şiirlerindeki rolünü sen nasıl değerlendiriyorsun?

Aleviliğe doğduğum için ona içkin olan her şey de ister istemez bir dize, bir imge, bir fragman veya bazen bir şiirin bütünü olup bu kitapta yerini aldı. Senin de söylediğin gibi, yeri geldi anlatının tekniği oldu. Tıpkı kuir gibi Alevilik de bir ötekinin, bir minörün işareti. Öyleyse diğer tüm ötekiler gibi muktedire karşı duruşuyla, kendiliğinden ödün vermeyişiyle benim yazıma katılabilir, ben de ona katılabilirim. Örneğin On Muharrem’de Bakanların önünde Sabahat Akkiraz tarafından okunan “Tevhid” de bu kitabın içinde; “Arslanlar ve ceylanlar dosttur kucağımızda” cümlesindeki aslan ve ceylan da bu kitabın içinde… Hiçbirini koşulsuz bir kabulle almadım içeri ama. Kimine bazı sorular sordum, kimini dönüştürdüm, kimine de itiraz ettim. Elbette Aleviliğin edebiyatla doğrudan kurduğu bağları –deyişler, semahlar, cenknâmeler, söylenceler– zaten tanıyor olmam işimi kolaylaştırdı.

Akademide de etkin bir şekilde yer alıyorsun. Hem edebiyat tarihiyle hem kuramla hem de eleştirel okumayla genişleyen bir şairlik seninki. “telef”te, örneğin, Deleuze’e göz kırpıyor, Butler’ın Cinsiyet Belası’na selam gönderiyorsun. İşin mutfağında olmak şiirlerini nasıl etkiliyor? Akademinin faydası kadar zararı da var mı? Yoksa tamamen karşılıklı bir beslenme mi söz konusu?

Senin de söylediğin gibi işin mutfağındayım. Ama burada işimi etkileyen mutfakta olmak değil sanırım, hangi mutfakta olduğum. Bu yüzden mektepli olmayı değil ama Mimar Sinanlı ve Yıldızlı olmayı seviyorum. Klasik Türkoloji öğretimi geleneğini değiştirmiş okullar bunlar. Elbette bunu bilmeyenler bizler için “Şu Tanpınarcılar” vs. derler. Ama Tanpınar’ın krizleri aşılalı çok oldu. Geleneği, edebiyat tarihini bırakmadan yakın okumayı öğrenmek, bunu yaparken yaşayan edebiyattan söz etmek çok önemli benim için. Tabii kendi ilgi alanlarıma en yakın hocalarla çalışmayı ben seçtim; feminizmle kesişen kuire odaklanmayı ve disiplinlerarası derslerden geçmeyi de… Bu çeşitliliği seviyorum. Merak ettiğim herhangi bir konuda bana onca kaynağı sorgusuz teslim edecek ve geri vermemi beklemeyecek şahane hocalar, akademinin hiyerarşisini öldürüp yatay düzlemlerde buluşmalar ve odakta sadece edebiyat… Şiirim bu bereketten kendi payına düşeni ben istemesem bile zaten alır. Bu payını almada hiçbir sözüm bile isteye doğmadı ama. Yani “Ah şuraya bir Deleuze’den erkek olmanın utancı, şuraya post-human, biraz da anarko-feminizm, Butler’a da değin, işte şimdi şiir!” demedim. Her sözcük kendiliğinden geldi. Ama dosyanın yayımlanma aşamasında akademisyen/aktivist arkadaşlarıma bazı ifadeler hakkında danıştığımı kabul ediyorum. Örneğin bir kelimeyle ilgili, “Sence bu şiddet güzellemesi mi?” diye sormuşumdur şiddet çalışmış arkadaşlarıma. Çünkü kuiresk bir eylem değilse, yaşamımın hiçbir ânında çuvallamaya tahammül edemem. 

Kadın Yazısı Festivali’nde Lâle Müldür’le (19.11.2019, Pera Müzesi)

Hazır akademiden söz ederken Birhan Keskin şiirleri hakkında yazdığın yüksek lisans tezine de değinmek istiyorum. Keskin’in kişisel arşivinden de yararlanarak şiiri hakkında aşkı ve bedeni odağa alan, kapsamlı bir çalışman oldu. Tez çalışman Bu Senin Devrimin’in yazım süreciyle eşzamanlı mı ilerledi? Özellikle beden ve aşkı ele alış biçimleri bakımından tezinle kitabın arasında organik bir bağ görüyor musun?

Senin sorun vesilesiyle bir kez daha Keskin’e teşekkür edeyim, bana mektuplarını ve fotoğraflarını emanet ettiği için. Everest’e Bu Senin Devrimin’i teslim ettiğimde tezi yazmaya henüz başlamıştım. Bir eşzamanlılık söz konusu oldu, evet – ki zaten ben bu zamana kadar bir metne başlamak için önceki metnin bitmesini hiç beklemedim. Her metin diğerini besledi, tetikledi veya değiştirdi. Aşk-beden okumaları, muktedir-mazlum ilişkisi, dil arayışları ve daha da önemlisi, bir şairin yazısını bir başka gözle çözme girişimi çok zor ama bir o kadar da keyifli bir süreçti benim için. Kesinlikle bir organik bağ var bana kalırsa, hatta kuvvetle muhtemel ki bundan sonra yazacağım metinlerle de o bağları kuracağım. Taklit etmek için değil ama; yarışmak için de değil veya herhangi bir Yüce’yi aşmak için de değil; bir şekilde emanet aldığım her söze teşekkür etmek için.

Kitabı Sevim Burak’ın “hakikat bir hayaldir efendim” cümlesiyle bitirmişsin. Son sözü Sevim Burak’a bıraktığına göre kendisinin senin yazınına etkisi büyük olmalı. Sevim Burak senin şiirine nerelerden dokunuyor?

Sevim Burak sadece edebiyatıma değil, yaşamıma dokunmuş bir yazar. İmzasını attığı her metne hayranlıkla, ama tarafsızca yaklaştığım yazarlardan biri, belki de birincisi. Sadece edebiyatı değil, edebiyat dünyasındaki duruşu da bana ilham verdi. Mektuplarındaki o açıklık örneğin, kendiliğinin farkında olması, başka bir metnin karşısında çıldırması ve tüm bunları yaparken hiçbir şeyden çekinmemesi… Gerçek olanı üstgerçeklere sıçratıp sonra birden, tek bir sözcükle veya imgeyle, olduğu gibi, hiç acımadan yüze çarpması yok mu bir de... İşte bu yüzden Sevim Burak.

Peki ya Yeniay Mahvı? Bu Senin Devrimin ilk kitabına paslar atıyor: “kırmış kabuğunu önceki yeniayın mahvında” (s. 76) Bu Senin Devrimin, Yeniay Mahvı’nın devamı mı? İki kitabın arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsun?

İlk sevgililerin yeri hep ayrıdır ya, Yeniay Mahvı da öyle benim için. Yeniay Mahvı’nda bir anlık çakımla parlayıp sönen görüntüler Bu Senin Devrimin’de daha özgür resimlere dönüştüler. Tabii bu benim yorumum, bir başkası ne der, bilemiyorum. İki kitap arasında çok güçlü bağlar, devamlılıklar mevcut bence, hatta yer yer bazı referanslarla bunu bir döngü haline getirmeye çalıştım. Ama zaten başkasının kaleminden okuduklarımıza bu kadar bağlıyken kendi metinlerimize nasıl yabancılaşabiliriz ki? Belki yıllar geçer, önceki metinlerimizi hiç sevmemeye başlarız, inkâr ederiz, bu da bir ihtimal. Ama bu ihtimal için başka bir sınır gerek bence.

Derinlikli cevapların için çok teşekkür ederek son sözü sana bırakayım ben de. Okurlarına ne söyleyerek bitirmek istersin?

Soruların beni yeniden, yeniden düşünmeye yönlendirdiği için ben teşekkür ederim asıl. Umarım Bu Senin Devrimin’i okuyan her birey kişisel tarihine şöyle bir bakar, kendi devrimini görür ve dansa kalkar. Çünkü herkes bilir: Dans edemeyeceksek bu devrim bizim devrimimiz değildir. Sevgiyle.