Na/Mütenahi Hürriyet sergisi üzerine Kafkaesk bir yorum

"Bilsart’ta Nazlı Pektaş’ın küratörlüğünde Sibel Horada ve Berat Işık’ın birer videosunun sergilendiği Na/Mütenahi Hürriyet sergisi, çığırından çıkmış bir zamanda adalet, özgürlük, eşitlik gibi kavramların kültürdeki, tarihteki ve algıdaki yeri üzerine düşünmeye zorladı bizi."

08 Nisan 2021 18:00

İnsanın uzun gecelerin aydınlık sabahlarında kendi serüvenini biçimlendirmeye çalışırken ürettiği anahtar sözcüklerin sayısı enteresan şekilde çok azdır: Eşitlik, özgürlük, adalet, hak, iman, hukuk, aşk, erdem, yalan, gerçek, doğru, vs. Önem sırasına göre değişebilen bu sözcüklerin üzerine belki birkaç düzine daha eklenebilir, ancak ucu açık olan bu dizgeden çok fazla da ilerlenemez kanaatimizce. Muhtemeldir ki diğer canlılarla arasına bir mesafe koyma ihtiyacından, insan kendine ayrıcalıklı fiiller veya tanımlar geliştirmek zorunda hissetmiştir.

Somut fenomenlerin dışında aranan bu kimlik fiziki dünyada herhangi bir şekilde önümüze çıkmayan ama var olduğuna dair bilinç geliştirdiğimiz veya inandığımız anahtar sözcüklerden oluşuyor. Fizik ötesi alandaki bu anlam arayışı –ki en kapsayıcı sözcük de herhalde burada anlam’dır– bilişsel farkındalık ile alakalı, günümüzde de süregiden bir çaba olarak hâlâ çok canlıdır. Dilin (hukukun) imkânları içinde derinleşen ve kimi zaman korkutucu sonuçlar veren bu anlamlılık hali, bağlı bulunulan doğal koşullardan saptıkça, yani bir tür medenileştikçe doğal hukukun ötelerine uzanıp aşkın anlamlar adına yaygın ve organize şiddet üretebiliyor.

Bu kavram setleri içinde neredeyse her coğrafyada tepeye yerleşen belli başlı sözcükler adalet, özgürlük ve eşitliktir denebilir. Tarihin farklı yüzlerine yerleşen madunlar ve muktedirler kavramları eşit bir mesafeden talep edermiş gibi görünür. Bir muktedir kendisi için adalet isterken, iktidarını  adil bir sistemin sonucu olarak değerlendirir. Bulunulan pozisyonu tarihsel, toplumsal ve hukuksal olarak adilane görür ve bunu korumayı da bir hak olarak biçimlendiren yasal mekanizmalara kavuşturur. Burada sorun madun olanın nasıl bir sistem içinden konuştuğudur. Oysa madun eşitlik, özgürlük veya adalet kavramlarını muktedir tarafından oluşturulan anlam dizgesi (hukuksal ve siyasal mekanizmalar) içinden talep etmek zorunda kalır ki, bu da bizi Spivak’ın Madunlar Konuşabilir mi? sorusuna götürür kabaca.

Geçen ay Bilsart’ta Nazlı Pektaş’ın küratörlüğünde Sibel Horada ve Berat Işık’ın birer videosunun sergilendiği Na/Mütenahi Hürriyet sergisi Hamlet’in deyimiyle çığırından çıkmış bir zamanda adalet, özgürlük, eşitlik gibi kavramların kültürdeki, tarihteki ve algıdaki yeri üzerine düşünmeye zorladı bizi. Sergide kavramsal olarak bir maduniyet halinin görünür biçimleri belirgin değilse de, kendini –Nurdan Gürbilek’in deyişiyle– ezeli mağdur gören, kangrenleşmiş yerel zihin melekelerinin bugüne uzanan siyasal ve toplumsal etkileriyle yüklü bir sunumdu denebilir.

Sibel Horada, Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet, 2017, video Loop, 1’ 27’’

Sibel Horada Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet (Libérte, Égalite, Fratérnite) adlı video işiyle Türkiye’nin ilk ulusal anıtı sayılan Abide-i Hürriyet’in içindeki boşluktan Kafkaesk bir imgeyle bu kavramları sorguya açıyor. 31 Mart Vakası’nda ölenlerin anısına dikilmiş bu abide, ulus inşa sürecine girmiş bir toplumun sembolik ifadesi olarak biçimlenmişti. Batı’dan temellük edilmiş siyasal/toplumsal bir formülasyonun içerde yarattığı gerilimin bariz dışavurumu olarak gerçekleşen olay kabaca ümmetçilikle ulus-devletçilik arasında günümüze kadar seyredecek mücadelenin cisimleşmiş semptomu olarak okunabilir. Abidenin içinde dolanan kamera huzur bulamamış, acı çeken, tedirgin bir ruhun veya hayaletin kapalı, üçgen bir yapının içindeki sonsuz döngüsündeki çileyi ele veriyor. Kamera hareketlerine eşlik eden müzik bizi bir labirente sokar gibi, karanlık ve aydınlığın sürekli yer değiştirdiği bir uzama götürüyor. Mekân kimi zaman bir korku tüneli havasına bürünürken kimi zaman hüzünlü bir atmosfere açılıyor. Kubbeye yerleştirilmiş devasa top lülesi içerideki bakışı kendinde toplayıp ufka veya göğe uzanarak askerî bir simgeden fazlasını çağırıyor. Hikmet-i Hükümet[1] anlayışıyla vücut bulmuş, devleti hem içeriden hem de dışarıdan sürekli tehdit altında gören böyle bir politik gövdenin varlığı her tehdit algısında kendini asıl mağdur ve hak sahibi olarak kodlayacaktır. Doğa kanunu gibi kabullenilmiş böyle bir durumda eşitlik, özgürlük ve kardeşlik şiarı da ister istemez tıpkı anıttaki sert mermer gibi hukuksal yapının duvarlarına çarpıp her seferinde yara alacaktır. Dolayısıyla kendini böyle bir hukukla doğallaştırmış bir yapı, adaleti de ancak böyle çerçeve içinde sağlayabilir.

Abide-i Hürriyet’in aynı zamanda bir anıtmezar olduğunu hatırlarsak, orada yatan bazı tarihsel figürlerin dönemlerinde gerçekleştirdikleri fiillerin meşruluklarını böyle bir zihin dünyasına dayandırdıkları görülecektir. Bugün hâlâ büyük tarihsel adaletsizliklerin ve mağduriyetlerin tartışmalı özneleri olan bu şahsiyetlerin asıl kendilerinin mağdur oldukları inancına dayalı koca bir külliyat mevcuttur. Yüz yıldan fazla geçmişi olan bu zihniyet dünyaları arasındaki kamplaşmada iki kampın da uzlaştığı tek alanın Hikmet-i Hükümet anlayışı olduğu söylenebilir. Üçüncü bir düşüncenin gelişmesine pek izin verilmeyen ve yerleşik sosyolojinin realitelerine çoğu zaman aykırı düşen bu koyu siyasal alanlar içinde eşitliğin, özgürlüğün ve de kardeşliğin kimler arasında mübadele konusu olduğu da tartışmalı hale geliyor böylece.

Berat Işık, Adalet, video, 2020, 6’28’’

Bu üç kavramın zeminini güçlendirecek dördüncü kavramın eksikliğini ise Berat Işık’ın Adalet isimli videosu doldurmaya başlıyor. Işık, bir daktiloya yerleştirdiği saman rengindeki kâğıda büyük harflerle, ısrarla ADALET yazıp duruyor. Daktilonun şaryosu sürekli başa dönüp aynı yerden tekrar ADALET yazıyor, ta ki yazan elin yorgun düşmesine veya sözcüğün kangrenleşen bir dokuya ulaşmasına kadar. Bomboş sayfa tek bir sözcükten ileri gidemiyor. Nafile bir döngü… Daktilonun tıkırtıları bozulmuş, kısa devre olmuş bir mekanizmanın kadük halini işaret ediyor. Horada’nın anıt içinde gezdirdiği tedirgin ruh Işık’ın tıkırtıları ile birleşince, bir yerde formlar arasında örtülü bir ritmin varlığı belirmeye başlıyor. Üçgen mimaride dönüp dolanan, bir türlü ilerleyemeyen ruh ile daktiloda sürekli kendini tekrar eden, çıkış yolu bulamayan sözcük.

Alt okumaya dönersek, burada bir boş gösteren olarak adaletin varlığını görmek mümkün hale geliyor. Yaratılan hukuk, adaletin de nasıl vuku bulacağını bize işaret etmeye başlıyor. Adaletsizliğin olduğu yerde bir mana taşıyan adalet mefhumu diğer bütün kavramları yerli yerine oturtacak bir ana kavram olarak işlemeye başlıyor. Önce adaletin sağlanması gerekiyor ki, diğer kavramları konuşabilelim veya tutsak ve tedirgin ruhları da özgürleştirebilelim. Ama bir boş gösteren olarak adalet siyasal gövdelerin dönemsel olarak intikam ve öç alma enstrümanına dönüyorsa, boş sayfanın altını adilce doldurmanın imkânının olmadığını da gösterir ve buradan tekrar Kafkaesk bir çıkmaza çıkılır. Adalet ve onun etrafında çiçeklenmiş diğer kavramlar tıpkı Şato ve Dava romanlarındaki manzaraları bize getirir. Bu durumda büyük adalet saraylarının varlığı adaleti garantileyen yerler değil, adaletin uzaklaştığı yerler olarak okunabilir. Yani devasa mimari, adaletin içinde yolunu kaybettiği labirentler ve bürolarla örülüdür Kafka’dan miras kalan imgelerde.

Adaleti sağlaması beklenen hukuksal zemin dönemsel olarak siyasal rekabetlerin aparatına dönüşüyorsa, burada asıl mağdurların sesini duymak imkânsızlaşacaktır. Tarihî birçok olayda gerçek manada yüzleşme cesareti göstermemiş bir toplumsal kültürde sadece ana akım siyasal gövdeler arasındaki iktidar ve hâkimiyet mücadelesini adaletin tecellisi olarak okuyorsak, buradan hiçbir ruh gerçek manada huzura ermeyecektir ve o sayfanın altı sürekli boş kalacaktır veya keyfi olarak doldurulacaktır.

Başa dönersek, insanın mana dünyası üzerinde uzlaştığı hukuksal zemin içinde ete kemiğe bürünür. Bu hukukun biraz da tarihsel ve toplumsal adaleti sağlayabilmenin, eşitliğe davet eden sözleşmelerden çekilmemenin ve de buradan nehirlerin, ağaçların, hayvanların, suların, dağların, ovaların haklarından bahseden başka bir dünyaya bağlanmanın yolu olduğunu unutmamak gerek.

Özetle, insanın yukarıda dile getirmeye çalıştığım manada çok fazla kavrama ihtiyacı yoktur belki de. Belki de ihtiyaç olunan, var olan kavramların hakkınca yaşatılmasıdır.

 

NOTLAR:


[1] Devletin bekasının söz konusu olduğu durumlarda her türlü kuraldan muaf tutulmasını savunan siyasal anlayışa Hikmet-i Hükümet denir. Devlet kriz halinde iken, varlığı tehlikeye düştüğü durumlarda hukuku askıya alarak aykırı faaliyetlerde bulunmasına doktrinlerde verilen isimdir. (Wikipedia)