N. Can Kantarcı: “Üzerine düşünmedikçe, başımıza gelenlere karşı körleşiyoruz bir süre sonra.”

"Kendimce yapmaya çalıştığım şey, bir roman yazarken kendi hikâyemi de olabildiğince işin içine katmak, anlatmak; bu hikâyeyi ilginç, okunur, takip edilir kılmak; anlattığım şeyin sadece benimle ilgili değil, yaşıtlarımla, kuşağımla ve hemşerilerimle de bağlantılı olması ve tüm bunları bilimkurgunun 'buralara özgü olsa şöyle olurdu bence' diye gördüğüm öğeleriyle birleştirmek..."

29 Nisan 2021 14:10

Tepemizdeki Gölge’nin başkarakteri Mehmet Metin Kunduracı kitap boyunca bir romanı yazmaya çalışıyor. Senin hayatında yazıyla nasıl bir bağ var? Bir roman nasıl yazılır veya sen nasıl yazarsın, yazdın?

İlk yazım yayımlandığında, 17 yaşındaydım. 1998 yılında, dönemin (ve bana kalırsa şimdinin de) kült bilgisayar oyunu dergisi GameShow’a StarCraft adlı, gerçek zamanlı strateji oyununun açıklamasını yazmıştım. Fena bir yazı değildi, bir ilk yazı için ise hiç fena değildi. İlk editörlerim M. Emin Gür ve Polat Yarışçı’ya da bu vesileyle teşekkür etmek isterim.

Bir roman nasıl yazılır sorusu zor bir soru, cevabı da kolay olmayacaktır o yüzden. Ama yazıyla ilişkimle bağlantılı olarak yukarıda söylediğim üzerinden devam edebilirim sanırım. Zira yazıyla ilişkimin başlangıcı, ortaöğretim boyunca ödev olarak yazılan şeyleri saymazsak eğer, hakikaten de GameShow’a yazdığım oyun açıklamaları üzerinden oldu benim için. Ve video oyunlarına duyulan büyük bir sevginin tezahürü olan bu açıklamaların, daha sonra bir şeyler yazmaya kalktığım zaman ne kadar alttan alta hissedilen etkileri olduğunu da gördüm.

Aylık olarak belli bir ritimde, belli bir kelime sayısına riayet ederek bir şeyler yazmak, eninde sonunda size sunulmuş etkileşimli bir anlatım mecrası olan oyunun hikâyesinin oynanışıyla nasıl bir araya getirildiğini çözmeye ve okurlara aktarmaya çalışmak ve bu nedenle de oynanan oyuna başka bir bakış açısıyla bakmak, yıllar sonra “iyi ki de hafife almamışım” dediğim bir şekilde faydalı oldu bana.

Bunun üzerine, oyun açıklaması yazarlığının bitmesinden yaklaşık birkaç sene sonra başlayan edebi çevirmenlik macerasıyla da uzun soluklu çalışma ritminin katıldığını söyleyebilirim denkleme. Çünkü çevirdiğiniz ister bir 100 sayfalık novella olsun ister dişli bir çizgi roman, yine yetişmeniz gereken bir son tarih, yaklaşıp içine girmeniz gereken farklı bir üslup ve dil, bitirilmesi gereken binlerce kelime çıkıyor karşınıza nihayetinde.

Yazıyla ilişkimin bir sonraki aşaması ise, daha önce Canavarlar Sofrası ve Kusursuzlar adlı ilk iki filmine dolaylı olarak ucundan bucağından metinsel destek verdiğim yönetmen Ramin Matin’in teklifi üzerine uzun metraj film senaryosu yazmayı öğrenmeye başlamak oldu. Edebi çevirmenliğe ara verdiğim, ancak bir sanat kurumunda tam zamanlı çalıştığım bir döneme denk gelen bu süreçte, izleyicinin dikkatini diri tutmanın, edebiyat fazlalığının sakıncalarının önemini öğrenmek muazzamdı. Son Çıkış adlı filmimiz de böylelikle ilk defa Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde ana yarışmada prömiyerini yaptı, ardından İstanbul Film Festivali’nde gösterildi, Ankara Film Festivali’nde yarıştı.

Film macerası biterken, ne zamandır zihnimde dolaşan bir hikâyeyi roman olarak ele almaya karar vermiştim. Bunun üzerine pek çok şey okudum, pek çok taslak çalıştım ve 2017’de bir ilk taslak roman yazdım. Birtakım vaatler barındırmakla beraber, sonunda kondisyonu kendine de, etrafına da yetmeyen bir metin oldu. Yine de ondan çok şey öğrendim. 2018’de yeniden giriştim, yıl sonuna kadar da neredeyse sıfırdan, baştan yazdım. Bu yazım süreci ise hafta içi her gün hemen hemen aynı saatte başına oturarak ve aynı saatte başından kalkarak oldu. Bu sefer ortaya çıkan sonucun içime sindiğini söyleyebilirim.

Romanın tüm akış dinamiği bir terapi seansının üstüne inşa edilmiş. Görmediğimiz ilk roman veya bu roman için, senin için de bir terapi seansı gibi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bence, tabii ki hiçbir zaman tam anlamıyla bir terapi olmadığını ve doğası itibariyle de olamayacağını aklımızda tutarak, söyleyebiliriz elbette. Sonuçta içimizde bir şeyler birikiyor. Gördüklerimizden, yaşadıklarımızdan, okuduklarımızdan ve başkalarıyla etkileşimlerimizden… Tüm bunların bizde sonuçları oluyor. Bu sonucu yok sayarsak, direkt terapiye gitmesek bile, yağmurun altında şemsiyesiz, yağmurluksuz, herhangi bir şapkasız durduğu halde ıslanmadığını iddia eden tuhaf biri gibi oluruz.

Eğer bize, bizle, bizde gerçekleşen tüm bu şeyleri, etkileri, sonuçları düzenli olarak tartmıyorsak, başımıza gelenlerin de aslında tam olarak farkında olamıyoruz demektir. Bu dediğim sadece “kişisel” şeyler için değil, gündelik hayatta, ülkemizin bize sunduğu anlık yaşam tecrübelerinde, ülkeye gelen ve ülkeden giden göçmenlerin yaşadıklarında da geçerli. Üzerine düşünmedikçe, başımıza gelenlere  karşı körleşiyoruz bir süre sonra.

Dolayısıyla, Tepemizdeki Gölge’yi yazmak kendi yaşadığım şeylere, hayatıma değmiş ve değmekte olan mahrem ve kamusal gerçekliklere dair bir terapi işlevi elbette gördü. Bunların bir kısmı dönüşüme uğrayarak yer buldu kendine metinde, bir kısmı ise aynılıklarını olabildiğince korudular, bir köşeye yerleştiler, bazen de tamamen ortadan kayboldular ama ben orada olduklarını biliyorum, sağ olsunlar.

Romanın akışında insana dair birçok günlük rutinle karşılaşıyoruz. Ana karakterler yemek yiyor, tuvalete gidiyor, sevişiyorlar, terliyorlar; müthiş bir gerçekçilik katıyor. Ama onun ötesinde de tüm takıntıları, varoluşsal kısır döngüleri de görüyoruz. Ama hikâyenin bilimkurgusallığıyla bu gerçekçilik müthiş bir zıtlık oluşturuyor. Romandaki gerçeklik ve kurgusallık olgusuna dair ne düşünüyorsun?

Tepemizdeki Gölge’yi yazarken benim kendimce yapmaya çalıştığım bir roman yazmak; bunu yaparken kendi hikâyemi de olabildiğince işin içine katmak, anlatmak; bu hikâyeyi ilginç, okunur, takip edilir kılmak; anlattığım şeyin sadece benimle ilgili değil, yaşıtlarımla, kuşağımla, hemcinslerimle ve hemşerilerimle de bağlantılı olması ve tüm bunları bilimkurgunun “buralara özgü olsa şöyle olurdu bence” diye gördüğüm öğeleriyle birleştirmek.

Şu anda bu kadar rahatça yazdığım gibi madde madde bir manifestoyla yola çıkmadım elbette. Ama kafamda bir belirip bir kaybolarak kendini gösterenler bunlardı. Bunlar olunca da, çok sevdiğim bilimkurgu türünü son dönem yükselişteki otokurgu ile çarpıştırmamın kaçınılmaz olduğunu gördüm. Bazı farklı kararlar alsaydım, kendi yargıma daha çok inansaydım belki kendimi Mehmet M. Kunduracı olarak bulmamam mümkün değildi. İşte böyle bir noktada, Dünya’ya hayatı getirmiş olabileceği söylenen meçhul bir kuyrukluyıldız gibi, Sude Camihaksen geldi hikâyeye.

Sude Camihaksen bir kadın ana kahraman, mükemmelliğinin ötesinde arzu nesnesi olmayı ‘insanlar’ı manipüle etmek için kullanan bir karakter. Öte yandan da, romanda bu kadın kahraman üzerinden toplumdaki ‘öteki’ algısı işleniyor. Mükemmellik biraz ürkütücü müdür?

Özellikle konu kadın olunca Türkiye’de mükemmelliğin (Arapçadan, “kemale erdirilmiş olan, eksiksiz”) ne kadar sorunlu olabileceğini sanırım hepimiz tahmin edebiliyoruz. Çünkü buradaki mükemmellik tanımı genelde erkeğin bakış açısıyla gerçeklik bulan, kriterleri o bakışın gördükleriyle belirlenen bir kavram. Zaten Sude’nin manipülasyona uğrattığı işte tam da bu tanım. O tanımı insanların gözünde kuracak olan edimleri yerine getirdikçe, o tanımın içinde hareket ettikçe, istediğini yapabildiğini fark etmiş durumda Sude.

Ve yine buradan yola çıkarak, aslında bu mükemmelliğin de nasıl bir kurgu olduğunu, onu bozacak en büyük şeylerden birini yaparak gösteriyor. Mehmet’in de kendi bakışına kurban olarak, Sude’nin kendini içinde bulduğu bu farklı halin diyelim bir kafe gibi kolay girilip çıkılan bir şey olmadığını sorgulamaması da tüm olan bitenin üzerine tuz biber ekiyor.

Öteki algısı da yine bununla bağlantısız değil, senin de dediğin gibi. Hangi topluluk olursa olsun, eğer bir ötekisi varsa, o ötekinin kabul görmesi için hâkim olanın normlarına riayet ettiğini, onları kabullendiğini ya da bir noktada kesinlikle kabul edeceğini göstermesi gerekiyor. Hele bu öteki bir de tüm bu sınırları bir çırpıda aşıvermesini sağlayabilecek derecede bir arzu nesnesi ise, o zaman kim olduğunun sorgulanmaması, “bizden biri” olarak görülmesi de elbette daha kolay oluyor. Sude’nin ülkenin farklı fay hatları arasından sıyrıla sıyrıla ilerlemesi biraz da bu sayede oluyor.

Roman boyunca “tepemizdeki gölge” hep üstümüzde duruyor. Bu gölge hayatın sorumlulukları, toplumun dayattıkları, dünyadaki küresel dönüşümlerin getirdikleri, götürdükleri, görünen, görünmeyen tüm düşmanları simgeliyor sanki. Peki, Tepemizdeki Gölge iktidar ile teknoloji arasında nerede duruyor?

İnsan olarak içinde bulunduğumuz dünya ile tamamen, canlı cansız her şeyiyle bağlantıda olduğumuzu, yaptığımız her eylemin bir karşı eylem doğurduğunu ve yeri gelince eylemsizliğin de bir eylem olabileceğini kabullenmedikçe sorun yaşıyoruz. Yaşamaya da devam edeceğiz gibi görünüyor.

Romanın başkarakteri Mehmet M. Kunduracı tam da böyle, kabullenmeyen bir insanın damıtılmışı aslında. Bir şeyler onun için ancak kişisel olmak zorunda. Ancak doğrudan “kendisini” ilgilendirmek zorunda kayda değer olabilmesi için bir şeylerin. Yoksa yok hükmünde. Bu yüzden de romanın konusuna dair çok da tat kaçırmadan söyleyebileceğim şu olabilir: Mehmet “bizim gibi” biri ya, okuyanlara sorsanız neredeyse yüzde 99’u onun beyaz Türk olduğunu söyler. Orta-üst sınıftan gelme olduğu da bariz. Görünürde iyi yetiştirilmiş, çağdaş bir Türkiyeli kendisi. Ama aslında metin ilerledikçe, daha tepesindeki gölge belirmeden bile hatta, onun zihninde ne gibi karanlık kısımlar olduğunu, sadece kendi gözünün görmesini sağlayacak ışıkların irisinden geçmesine izin verdiğini anlıyoruz.

Böyle olunca da, Mehmet’in aslında biraz gözünü açsa sakıncalı bulacağı pek çok şeye ya göz yumduğunu, ya o şeyleri anlamak için yeterince caba sarf etmediğini ya da büsbütün onay verdiğini görüyoruz. Teknolojinin bir anda bu kadar hızlanamayacak olduğu zamanlarda, o teknolojinin kullanım amacının insanların yararına olmayacağının çok açık olduğu durumlarda Mehmet resmen sesini çıkarmıyor, çünkü kendi kişisel dertlerinin peşinde ya da bir gayesi yerine gelecek diye gözü başka yerde. Böyle olunca da aslında iktidarın teknoloji ile olan ilişkisinde net bir spektrum belirlemenin zor olduğu, etkileşimi sunan ile etkileşime geçenin yerlerinin muğlaklaştığı ortaya çıkıyor bence. Eğitimli, çağdaş, medeni olarak göreceğimiz bir insanın da o iktidarın parçası olmaya aslında dünden gönüllü olabileceği hissedilebiliyor.

Peki, Tepemizdeki Gölge’nin en azından senin için geride kaldığını söyleyebilir miyiz? Eğer kaldıysa, şimdi nelerle uğraşıyorsun?

İnsanın hâlâ inanası gelmiyor önce başına böyle bir şey geldiğine, sonra da geride kaldığına açıkçası. Tepemizdeki Gölge kolay okunması için tasarlanan bir roman, ancak inanın yazılması kolay olmadı. Yakın arkadaşların, güvenilen isimlerin destekleriyle, eleştirileriyle ve editörüm Seçkin Erdi’nin metne duyduğu güvenle gerçekliğe kavuştu roman. Umarım daha çok insana ulaşır ve o bakımdan da hiç geride kalmaz diyebiliyorum.

Ama elbette yazım süreci olarak Tepemizdeki Gölge bitmiş bir metin; sırada başka projeler de yok değil. İkinci romana dair çalışmalarım bir süredir devam ediyor ama ne zaman asıl temel atmaya geçilebilecek, onu şu anda kestirmem zor. Zira bir taraftan edebi çevirmenliğe de olabildiğince devam ettiğimden, David Foster Wallace’ın Infinite Jest’inin çevirisine başladım bu yılın başında. Birkaç yıl sürecek bir macera gibi görünüyorve şimdilik her şey yolunda gidiyor.

Tüm bunlarla beraber, tam zamanlı editörlük maceram da devam ettiğinden, tefrika halinde devam edecek sanırım her şey, bir süre daha!