"Yazmak benim için bir düşünme biçimi"

Murat Gülsoy: Ve Ateş Bizi Tüketiyor, hep yapmak istediğim ama bir türlü cesaret edemediğim sınırlara doğru daha fazla yaklaştığım bir kitap oldu

21 Mart 2019 11:00

Yazı hayatındaki 30'uncu yılına yeni romanı Ve Ateş Bizi Tüketiyor ile merhaba diyen Murat Gülsoy, edebiyat dünyamızın en üretken kalemlerinden biri. Bugüne dek 20'yi aşkın kitabın üzerine imzasını koyan Gülsoy ile edebiyat yolculuğunu ve yeni romanı üzerinden yazı ile ilişkisini konuştuk.

İlk kitabınız Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul ile henüz okur karşısına çıkan Ve Ateş Bizi Tüketiyor’un arasında 20 yıl var. Bu, kitaplarınızı yayımladığınız süreç. İlk ödül ve Hayalet Gemi zamanlarını da işin içine katarsak, okurla tanışmanız 30 yılı buluyor. Edebiyatta uzun soluklu ve üreterek geçen bir 30 yıl sizinki. Bu 30 yılın hikâyesini anlatmak çok uzun sürer elbette ama en azından önemli kırılma noktalarıyla, değerli bulduğunuz dönemleriyle biraz bahsedebilir misiniz?

Birçok kez anlatmışımdır 1984 yılının benim için önemini. Liseyi bitirmiş, Boğaziçi Üniversitesi’nde hazırlık okumaya başlamıştım. Oğuz Atay, George Orwell, John Fowles, Borges, Cortázar, Yusuf Atılgan, Adalet Ağaoğlu gibi yazarlarla; Edip Cansever, Nâzım Hikmet, Attilâ İlhan gibi şairlerle; Marx, Nietzsche, Freud, Muhyiddin Arabi gibi düşünürlerle tanışmış, hatta ötesine geçme fırsatını bulmuştum. Kendimi bildim bileli okuyan biriydim ama düşüncemin sıçrama yapması için o “hazırlık” yılına ihtiyacım varmış. Hepsinin üzerimde çok derin etkisi olduğunu yıllar sonra anladım. İlk kurmaca denemelerine de bu yıl başladım. Tabii bunları hiçbir zaman yayımlanmayı düşünmedim. Son derece acemi adımlardı. Fakat şunu anlamama yaradı o ilk adımlar: Birincisi, ne kadar iyi okur olursak olalım, ne kadar zeki, bilgili olursak olalım yazmaya başladığı zaman insan yepyeni bir dünyaya giriyor. Bir bebek gibi o dünyanın içinde önce emekliyorsunuz, ardından yavaş yavaş ayağa kalkıyorsunuz, sonra alışıp yolculuğa başlıyorsunuz. Bu tabii ömür boyu sürecek bir yolculuk. Ardından, dört yıl mühendislik okudum ve bu sırada bir yandan da edebiyatla, tiyatroyla, resimle ilgilendim. Üniversitenin kütüphanesi, resim atölyesi, hemen dışındaki Hisar’daki Ali Babanın Kahvesi sıklıkla gittiğim yerlerdi.

Bundan sonraki zihinsel sıçrama noktam ise Psikoloji Bölümü’nde yüksek lisans yapmaya başladığımda gerçekleşti. Son derece çeşitli bilgi alanlarının kesiştiği bir Laboratuvar’da çalışıyordum. Sevgili dostum Adnan Kurt’un bu yıllarda önümde açtığı ufuklar çok etkili olmuştu. Günümüzün her ânı psikoloji, fizik, mühendislik ve edebiyat ile dolu geçiyordu. Beyin bilimleri, yapay zekâ, sinirbilim alanındaki gelişmeleri izlemeye çalışıyordum. Yüksek lisansımı bitirdiğim zaman bu çevredeki arkadaşlarımla Hayalet Gemi dergisini yayımlamaya başladık. Tabii bu benim için çok büyük bir okul oldu. Sadece öykü yazmayı değil, yayıncılık yapmayı da burada öğrendim. Bir noktadan sonra her şeyini kendimiz yapmaya başlamıştık. Dergiye kavramsal bir çerçeve çizilmesi, mizanpajı, matbaacılarla, dağıtımcılarla, kitapçılarla, abonelerle, reklam veren yayınevleriyle, okurlarla ve yazar adaylarıyla ilişkiler kurmak günlük işlerim arasına girmişti. Bir yandan da üniversitede öğretim görevlisi olmuş, biyomedikal alanında doktora yapıyordum. Yine çok yoğun geçen yıllar. Bu süreçten kazandığım bir başka haslet de kolektif çalışma disiplini oldu. İnsanlarla birlikte iş yapabilmenin adabını öğrendim. Daha sonra üniversitede öğrencilerle, meslektaşlarla uyumlu ve verimli çalışmamı sağladı. Tüm bunları yaşarken bir yandan da yazıyordum, yazmaya hiç ara vermedim. 1989 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne katılmıştım çok kısa bir öykümle ve üçüncülüğü Aslı Erdoğan’la paylaştırmıştı jüri. O yıllarda Aslı da bizim üniversitede yüksek lisans yapıyormuş, ödül töreninde tanıştık. Ben tabii bu ödülü kazanınca çok sevinmiş, hemen kolları sıvayıp kısa süre içinde bir öykü dosyası hazırlayıp Can Yayınları’nın kapısını çalmıştım. Önce dönemin editörü çok ilgilenmişti dosyamla ancak bir süre sonra yayınevine gidip kitabın akıbetini sordum, rahmetli Erdal Öz yekten dosyamı yayımlamayacağını söyleyince soğuk bir duşla kendime gelmiş oldum. Tabii çok üzüldüm. Her genç yazar adayı gibi aslında müthiş yeni şeyler yazdığımı ama eski edebiyatçıların beni anlamadığını düşünerek içlenmiştim. Tabii şimdi düşünüyorum da iyi ki yayımlanmamış o dosya, henüz yeterince olgunlaşmamış bir kitapla çıkmış olmak insanı çok yanlış yönlendirebilirdi. Sekiz yıl, onlarca sayı dergi çıkarıp yüzlerce sayfa öykü yazdıktan sonra tekrar Can Yayınları’nın kapısını çaldığımda bu sefer onay alacaktım. Bu da bir diğer kırılma noktası olacaktı... Sıçramalar çok, anlatacak hikâye çok ama diğer sorularınızı da merak ediyorum.  

Bu 30 yıl önemli bir hafızayı da ardında taşıyor şüphesiz. Peki, o yıllardan bugüne edebiyat dünyamızda neler değişti? Bu dünyaya dair dün çok sevip de bugün göremediğiniz ya da dün olmayıp da bugün olan ve sizi sevindiren neler var? Otuz yıl; dile kolay… Anlatacağınız çok şey vardır diye düşünüyorum.

Sadece yayıncılık değil tüm Türkiye değişti. Aslında dünya değişti demek daha doğru olur. Çünkü ülkemizdeki değişim hep dünyada esen rüzgârların doğrultusunda oldu. Sosyal ve siyasal sorunlar, bunalımlar, baskılar, adaletsizlik sürekli şekil ve hedef değiştirse de sürdü. Fakat benim üzerinde durmak istediğim mesele daha çok yayıncılık ve kültürel üretimle olan kısmı. Çocukluğum ansiklopedi fasikülleri biriktirmekle geçmişti. Bilgi kaynağı olarak başka bir kaynak yoktu. Kitap çeşidi de aslında çok sınırlıydı. Buna karşın edebiyat açısından dergilerin başı çektiği bir dönemdi. Önde gelen yazarlar son şiirlerini, öykülerini o dergilerde yayımlar, düşünsel konularda polemiklere girerlerdi. Edebiyat eleştirmenleri ise ortamı belirleyen otoritelerdi. Örneğin, Fethi Naci’nin onay vermediği bir yazar kolay kolay tutunamaz, beğenerek önerdiğinin ise önü açılırdı. Ancak 90’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye küreselleşen dünyanın bir parçası olma yolunda hızla ilerliyor, her alanda eski yapılar çözülüyordu. Yayıncılık açısından da iki önemli gelişme oldu. 1980’lerin sonuna doğru telif hakları ile ilgili ciddi düzenlemelere gidildi. Daha önceleri özellikle yabancı yazarların eserlerini telif ödemeden basan yayıncılar için zor günler başladı. Belki de bu yüzden genç yerli yazarlara daha fazla şans tanınmaya başlandı. Çoğu telif istemiyor ya da çok az bir oranla yetinebiliyordu. Bir başka gelişme de bilgisayarların yaygınlaşmasıyla masaüstü yayıncılığın erişilebilir hâle gelmesi ve baskı teknolojilerinin ucuzlamasıyla az sayıda baskı yapmanın mümkün olması yine yeni yazarlar için bir fırsat oldu. Geçmişte bir kitabın maliyetini karşılayabilmek için beş ya da 10 bin baskı yapmak anlamlıyken, 90’lardan itibaren bin ya da 500 kitap basmak mümkün hâle geldi. Bunlar yeni yazarların ortaya çıkması için olumlu bir zemin hazırladı. İkinci önemli gelişme de, kitap çeşidinin çoğalmasıyla canlanan yayıncılık sektörünü okurlara “pazarlamak” için yaygınlaşan kitap eklerinin etkisiydi. Eskiden, hatırladığım kadarıyla, sadece Cumhuriyet gazetesi kitap eki veriyordu ama 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başında neredeyse tüm gazeteler kitap eki vermeye başladı. Bu da edebiyat çevrelerinin dinamiklerini könden değiştirdi.

Eskiden edebiyat dünyasında bir yer edinmek için ciddi edebiyat dergilerinde yazı ve ürünleriyle boy göstermek ve daha önemlisi polemiklerde söz sahibi olmak gerekirken, edebiyatın “serbest piyasa ekonomisine” geçmesiyle yazarlar polemik yapmayı bırakıp kendi ürünlerini kitap eklerinde tanıtmaya başladı. Bana zaman zaman Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri’ni hatırlatan bu süreçte geçmiş zaman eleştirmenlerinin ve ustalarının otoritesi de kırılmış oldu. Pazar genişlemişti ve edebiyat yükselen popüler kültür dalgasının bir yerine eklemlenmişti. O sıralarda ben arkadaşlarımla Hayalet Gemi dergisini çıkarıyordum. Kendimize nefes alacak alternatif bir mecra yaratmaya çalışıyorduk. Geçmiş zaman eleştirmenlerinin ve ustalarının sultasından kurtulmak iyiydi bir yanıyla ama serbest piyasanın herhangi bir norm barındırmayan dinamikleri içinde kitapçıların hızla niteliksiz kitaplarla dolduğunu görmek de umut kırıcıydı. Gerçi o günler de geride kaldı şimdi, internetin yaygınlaşması daha farklı dinamikleri tetikledi. Örneğin, okurların çeşitli kanallardan okudukları hakkında düşüncelerini iletmeleri daha önce hiçbir dönem olmadığı kadar kolaylaştı. Artık okurların ne düşündüğünü yazarlar, yayıncılar ve diğer okurlar ânında görebiliyor. Birçok okur bir eleştirmen titizliğinde blog tutuyor, sosyal medyada alıntılar paylaşıyor. Tabii her gelişmede olduğu gibi bu durumun da olumsuz yan etkileri olmuyor değil… Kitaplar tanıtılırken alıntılanabilecek, aforizma etkisi veren cümleler ön plana çıkarılıyor, kimi zaman eser bütünlüğü gibi bir kavram geride kalabiliyor. Ama yine de ben günümüzün bu yeni okur-yazar dinamiklerini değerli buluyorum. Her dönemin kendine özgü zorlukları ve kolaylıkları var. Ben pek nostaljik biri sayılmam, o yüzden de geçmişe baktığımda sadece güzel şeyleri değil, zorlukları da görüyorum.

Az önceki üretkenlik mevzuu üzerine de konuşmak isterim. Yanılmıyorsam, 20 kitabın üzerinde imzanız var bugün. Ve Ateş Bizi Tüketiyor’la beraber 21. Nasıl bir yazı düzeninin getirdiği bir toplam bu? Hem yazıyla hem yazı masanızla ilişkiniz öğrenmek için soruyorum bunu…

Her gün yazıyorum, yazı üzerine düşünüyorum, okuyorum. Bir roman ya da öykü yazmayı beklemiyorum. Her zaman defterim yanımdadır, çok yoğun bir günse, hiç değilse yatmadan önce bir iki sayfa yazmaya çalışırım. Yazmak öncelikle benim için bir düşünme biçimi. Kendi üzerimde bir çalışma yürütüyorum sanki. Asla bitmeyecek bir öz araştırma. Ancak ikinci bir özelliği daha var yazmanın: tasarlamak, bir yapı kurmak, bir dünya yaratmak, bir mekân açmak… Öncelikle o açılan mekân içinde ben geziniyorum. Bu bilinçli görülen bir rüya gibi. Ama asıl önemlisi bu dünyada bir süre sonra okurların gezineceklerini bilmek, bunun heyecanıyla o mekânın ayrıntıları üzerinde çalışmak… Çünkü bu öyle bir yapı ki, tüm malzemesini kendi iç dünyanızdan elde ediyorsunuz ve onlara şekil veriyorsunuz. Örneğin iç dünyanızın karanlık maddesinden bir sokak, bir ev, bir adam, bir kadın yapıyorsunuz, okurlar ve tabii öncelikle kendiniz, o sokakta yürüyen adamı, o evde nefes alan kadını görüyor, onları izliyor ilk başta ama sonra bir an geliyor ki tüm bunların malzemesinin sizin içinizden çıktığını fark ediyorsunuz, fark ediyor okurlar, bu da bir insanın içine dokunmuşsunuz gibi tuhaf bir his yaratıyor. Her geçen gün insanın biraz daha derine inmek istediği bir dalışa benziyor çünkü o dip sarhoşluğunu özlüyorsunuz. Bir roman yazıyorsam, yazma anları dışındaki her şey o romanın parantezine alınıyor, bu da çok tatmin edici bir duygu. O yüzden yazmayı sürdürüyorum.

Nitelik nicelik meselesi de gündeme geliyor ister istemez bu kadar verimle birlikte. Hiç kolay değil bunca kitap arasında niteliği belli bir seviyenin üzerinde tutarak yol almak. Sadece yazmayı değil, yazmak üzerine düşünmeyi de seviyorsunuz, söylediniz. Bunun da etkisi vardır muhakkak bu verimli sürecin niteliğini belirlemede değil mi, yanılıyor muyum? Yani yazmak üzerine düşünmek yazınınıza nasıl bir kapı açıyor?

Edebiyat üzerine düşünmek benim için hem dil üzerine hem de insanlar üzerine düşünmek demek. Dilin imkânları edebiyat metinlerinin yapısını belirlerken, içeriği insanların deneyimleri oluşturuyor. Yani hayatın kendisi… İkili bir durum söz konusu. Benim yazma sürecim bu iki mesele üzerine düşünmekten oluşuyor. Hazır, alışılmış yapılar içinde kendimizi ifade etmek bazen kolay gelir; gerçekten de çok daha hızlı tepkiler alırız ama bu kolaylık çoğu zaman niteliğin zayıflamasını da beraberinde getirir. Çünkü kendi kuvvetli olduğumuz anlatım biçimi içinde kolaylıkla kendimizi gizleriz, bir sınıra çarpmadığımız için hayal gücümüz tam kapasite çalışmaz. Sınıra çarpmak demek zorlanmak, alıştığımızın dışına çıkmak, daha önceden pek de tanımadığımız, çekindiğimiz, korktuğumuz kuytu köşelerimizi karıştırmak demektir. Ancak o zaman yeni bir şeyler keşfedebiliriz. Eğer yazdıklarımda kendime dair bir şey keşfettiğimi hissedemiyorsam, okurun da o metinde bir derinlik bulamayacağını düşünüyorum; tekrar eden temalar, unsurlar, bazen kişiler olabiliyor, kastettiğim yenilik bunların dışında bir özellik. Tekrar eden rüyalar vardır, bir türlü anlamını çözemezsiniz, sizinle ilgili çok önemli bir şeyleri gizlediğini ya da ima ettiğini hissedersiniz, “dilimin ucunda ama hatırlayamıyorum” hissine benzer biraz. İşte, öyle bir şeyden söz ediyorum keşfetmek derken. Tam anlamıyla ele geçirilemeyen bir giz. Şeylerin bir araya gelişinde benim görünürde düşündüğümün ötesinde başka anlamların olduğu hissi. Belki de bir vehimdir ama yaratıcılığı destekleyen bir vehim.

Bu bağlamdan devam edelim… Hemen her kitabınızı farklı bir yazı denemesi olarak görmek mümkün. Bir söyleşinizde, “Deneysel olan özellikle ilgimi çekiyor başından beri,” diyorsunuz. Bu “deneme” dürtüsünün yazınınıza kattıkları neler peki? Dahası, sınırları tam anlamıyla belirlenmemiş bir kavram edebiyatımız açısından bu deneysellik. Bu kavramın kendi edebiyatınızdan yola çıkarak çerçevesini çizebilir miyiz?

Ben tüm iyi edebiyat yapıtlarının arkasında bir tür deneysellik olduğuna inanıyorum. Aslında çok katmanı olan bir mesele bu. İlk katmanda yenilik ihtiyacı vardır örneğin. Çünkü insan yeni bir şeyler söylemek ister, yeni bir biçimde söylemek ister, özgün olmak arzusudur bu. Ancak bir yandan da anlaşılmak ister. Özgünlüğün en uç noktası sadece kendimize ait bir dil yaratmaktır. Oraya vardığımızda kimsenin okuyamayacağı metinler üretmiş oluruz. Bu da sanatsal üretimin ruhuna aykırıdır çünkü sanatın ruhunda bir etki yaratmak vardır. Sanat yapıtı hiçbir zaman yaratıcısı ile sınırlı kalmaz. Her zaman ötekinin gözüne ihtiyaç duyar. O nedenle de yazar iki durum arasında gerilir: Anlaşılmak ve tamamen özgün olmak. Hem daha önce yazılmış her metinden farklı olsun isteriz hem de anlaşılsın. Bu da kişiyi yeni deneyler yapmaya iter. Bu işin birinci katmanı, yani yeni olma arzusu. Ancak bence deneysel edebiyatın ya da edebiyatta yeni biçimler araştırmanın ikinci bir katmanı daha var: O da gerçekliği anlayabilmenin yeni yollarını araştırmak. Yeni anlatım biçimleri aynı zamanda etrafımızı saran gerçekliğin -daha önce o şekilde ifade edemediğimiz için- farkında olmadığımız yanlarını anlamamıza yardımcı olur.

Bu çok önemli. Sanat bizim dünyaya ve kendimize bakışımızı könden değiştirir ve yeniden tanımlamamıza neden olur. Örneğin, insanlar sinema sanatı icat edilmeden önce siyah-beyaz rüya gördüklerini hiç bildirmemişler tarih boyunca. Belki de hiç görmediler. Bunu bilemiyoruz ama şunu biliyoruz, şimdi “film gibi” rüyalar görüyoruz, “romanlardaki gibi yalnızlıklar” yaşıyoruz, sevdiğimiz müziklerin eşliğinde geçmişimizi gözümüzde canlandırıyoruz. Yaşadıklarımızın neler olduğunu çoğu zaman bize okuduklarımız söyler, dolayısıyla yeni anlatım biçimleri bize yeni yaşama biçimleri, yaşamı anlamlandırmak için yeni imkânlar sunar. Gerçekliğin farklı boyutlarını araştırmamıza yardım eden deneysel edebiyat ya da avangard sanatın 20. yüzyıl başındaki uç örneklerinden çok şey öğrendik ama ben kendimi ne o modernist yazarlarla ne de 1960’lardan sonra ortaya çıkan belki biraz ehlileşmiş avangard diyebileceğimiz postmodern yazarlarla yan yana görüyorum. John Fowles gibi postmodern ustalardan da çok şey öğrendik tabii ama bugün farklı bir dönemi yaşıyoruz, dolayısıyla yazdıklarımız da onlardan çok farklı olacak. Temelde aynı varoluşsal meseleleri irdelemeyi sürdürüyoruz bir yandan da. Borges’in dediği gibi, hikâyelerin sayısı dörttür, bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz değiştirerek…

Yeni kitaba gelelim... Sizin için nasıl geçmiş bir sürecin romanı Ve Ateş Bizi Tüketiyor?

Çok yıllar önce defterlerimden birine not almışım, sonradan buldum, olağanüstü şeylerin olduğu uzun bir gecede geçen bir roman yazmak istiyorum, diye. Demek hep aklımdaymış. Sonra Hayalet Gemi’nin başına yazmış olduğum giriş paragrafı, her sayıda kapağın içinde vardı: “Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz o açık denizlerin gecesinden çıkıp gelen hayalet geminin sisli şehir caddelerinde, köy mezarlıklarının tarlalarla kesiştiği boşluklarda, çocuk parklarında ve kurgusu boşalmış lunaparklarda, sandalyeleri ters çevrilmiş meyhanelerde, okuyucuları çoktan yok olmuş kütüphanelerin ıssız koridorlarında gezindiğini mutlaka birileri fısıldamıştır kulağınıza. Hatta geceleyin birdenbire havlayan köpeklerin neden ürktüklerini o zaman hissetmişsinizdir. Ya da tüm bunlar uyku ile uyanıklık arasında yaşanan türden bir hayal...” Sanırım yeni kitabın atmosferinde bu metindekine benzer çok şey var. Pek fazla uzağa gitmemişim. Gerçi yazmaya başladığımda farklı bir ruh durumundaydım. 2017’nin kasım ayıydı, bir önceki kitabım Öyle Güzel Bir Yer ki yeni çıkmıştı, onun da bir bölümü olağanüstü bir sağanak yağmurun yağdığı bir gecede geçiyordu, o romanda da yapısal bir denemeye girişmiştim ve zaman-mekân meselesini realist anlatım biçimi içinde nasıl kırar, genişletirim, insan belleğiyle, psikolojik durumuyla nasıl ilişkilendirebilirim diye düşünüyordum. Ve Ateş Bizi Tüketiyor bu ruh durumumun devamında geldi. Yine mekâna dair araştırma ön plandaydı. Tabii sonra bambaşka katmanlar eklendi.

Peki, yazarken kafanızda dönüp duran baskın mesele ya da meseleler neydi?

Birçok mesele vardı aslında. Kaybolmak, arayış, kendini araştırmak, belleğin katmanları, şehrin katmanları, bellek ile mekan ilişkisi, vicdan, hukuk… En çok da yaşamın gelip geçiciliği.

Ve Ateş Bizi Tüketiyor’un, edebiyat yaşamınızın 30'uncu yılında yayımlanmasının özel bir nedeni var mı? Bugüne kadarki yazdıklarınızdan parçalar taşıyor gibi düşünebilir miyiz romanı? Kitabı okurken böyle hissettim yer yer. Yanılıyor muyum?

Evet, az önce söylediğim gibi, benim en başından beri zihnimin içinde dönüp duran imgelerin, meselelerin yüzeye çıktığı bir roman oldu. Hep yapmak istediğim ama bir türlü cesaret edemediğim sınırlara doğru daha fazla yaklaştığım bir kitap oldu. Umarım bundan sonrakilerde bu sınırları daha da genişletebilirim. Yazdıklarım, birçok başka yazarda olduğu gibi, büyük bir bütünün parçaları hissini veriyor zaman zaman. Bir yönüyle doğrudur bu gözlem, yazdıklarımız arasında çok çeşitli devamlılıklar vardır, çünkü hepsi iç dünyamızın yansımalarıdır. Aynı dünyanın yeryüzü şekilleri gibi… Ancak yakından baktığımızda her birinin kendine has özellikleri vardır. Hiçbir dağ diğerine benzemez. Dolayısıyla bu roman da hep daha öncekilerle bağlar içerebilir, hem de kendine özgü yeni bir dünyayı işaret eder. Tabii, benim yazarken farkında olmadığım bağlantılar olabileceği gibi, bile isteye yaptığım ziyaretler, tekrarlar da vardır.

Özellikle son dönem yazdıklarınızda yalnızlık meselesine sık uğradığınızı görüyoruz. Ve Ateş Bizi Tüketiyor’un da çıkış noktalarından biri bu. Sizin için bu meseleyi cazip kılan ne?

Bence en temel varoluşsal meseledir yalnızlık. Çoğu zaman olumsuz bir duygu yaratır ancak modern zamanlarda hepten olumsuz değildir bence. İnsan sosyal bir varlık, çoğu zaman bir grubun parçası olarak yaşamını sürdürür. Geleneksel toplumlarda bu grupların sürekliliği kişinin tüm yaşamına yayılırken, modern zamanların şehirlerinde hep yabancılarla sarılıdır çevresi, artık sosyal ilişkiler eskisi gibi içine doğulan verili yapılar değildir. Çoğunlukla bireyin seçimleriyle belirlenir. Birey olmak zaten başlı başına modern zamanların kurgusu. Okuduğu hikâyelerle baştan çıkan, kendini bir şövalye yapmaya karar veren ilk roman kahramanı Don Kişot’la aynı kaderi paylaşır sanki. İnsanın kendini yapması beklenir bu zamanda. Kendini geliştirmesi, farklılaştırması, başka kimselere benzemeyen bir karakter olması… Bu yüzden insanlarla arasında bir mesafenin olması kaçınılmazdır. Karakterin kaderi yalnız olmaktır bu yüzden. Yine ikili bir gerilim noktasına geliyoruz. Birey olabilmeye çabalıyoruz bir yandan, ancak başkaları olmadan varolamayacağımızı da biliyoruz. Bir yanımız tek başına, her şeyden ayrışarak varlığını göstermek istiyor, öte yanımız kendimizden daha büyük bir çokluğun içinde kaybolmak. Başkalarına hem ihtiyacımız var hem de başkalarının varlığı özgürlüğümüzü kısıtlıyor… Bu ikilem bence modern insanın temel varoluşsal sorunlarından birini oluşturuyor.

Roman, düş ve gerçek arasındaki o belirsiz perdeden ses veriyor. “Büyülü gerçeklik, fantastik edebiyat, gerçeküstücülük; her zaman yazdıklarımın bir yerlerinde bu sapmalar gizleniyor, zamanını bekliyor,” demişsiniz bir söyleşinizde. Şunu merak ediyorum: Bu gerçeküstü ya da fantastik diyebileceğimiz “sapmalar,” anlatmak istediklerinize nasıl yardım ediyor? Anlatım olanakları üzerine de çokça düşünen birisiniz; cevabınızı merak ediyorum…

Ne zaman başladığını hatırlamıyorum, ilk hangi öykümde ya da romanımda fantastik unsurlara yer verdim… Ama 1989 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne katıldığım ilk yazdığım öykü “Akla Ziyan Hikâye” de şimdi düşününce bir tür fantastik sayılırdı. Şehirlerarası otobüste giden bir yolcu aniden bir hikâye kişisi olduğu vehmine kapılıyor, bunun neden olabileceği konusunda kafa yoruyor, bir tür varoluşsal felsefî bir sorgulamanın içine giriyordu. Hikâyenin yazarı da hüzünlü bir yaratıcı olarak yarattığı hikâye kişisinin çıkışsızlığı için gözyaşı döküyordu. Daha sonra yazdıklarımda da bu metakurmaca denilen anlatım biçimini çokça kullandım. Kurmaca oluşlarının farkına varan karakterler, yazılma sürecinin hissettirildiği romanlar, kendi kendine gönderme yapan yapılar… Aslında düşünüyorum da her yazdığımda az ya da çok bu metakurmaca havası oluyor. Çünkü kurmacanın, öykünün, romanın son kertede bir yazar tarafından “yaratılan,” dolayısıyla doğal olmayan bir hâli olduğunu düşünüyorum. Hiçbir zaman tam anlamıyla “gerçek” değiller. Öte yandan hakiki bir tarafları vardır, yazanın bilinç dışı süreçlerinin yansımalarıdırlar, kişinin kendine, kendindeki dünya tasavvuruna en çok yaklaşabileceği ortamı sunarlar. Bir yanıyla hep “gerçek dışı”dır, isterseniz siz bunu gerçeküstü diye okuyun ama bir yanıyla da, tam da bu nedenden dolayı, en derindeki hakikati işaret eder. Benim sadece yazı değil okuma maceram da çoğu zaman gerçeküstünden, gotikten, rüyadan beslenmiştir. Rüya gerçek değildir ama bir yandan da kendimize dair en hakiki olana yaklaştığımız andır.

Parçalı bir yapıda ilerliyor hikâye. Baştan sonra kesintisiz akan bir roman değil. Ele aldığınız meseleleri nasıl anlatacağınızı metnin kendisi mi dayatıyor size yoksa metinle beraber karar verdiğiniz bir durum mu bu?

Romanın yapısı, konusu, duygusu, uzunluğu, karakter kadrosu, mekânları… hepsi beraberkuruluyor. Birinin diğerinin önüne geçtiği nadirdir. Ama şimdi siz parçalı yapı deyince aklıma İstanbul’da Bir Merhamet Haftası geldi. Bugüne kadar yazdığım en parçalı roman sanırım. İşin ilginç tarafı o romanın kökeninde de bir gerçeküstücü ressam var: Max Ernst. Onun çeşitli dergi kesiklerinden ürettiği kolajlardan oluşan Merhamet Haftası adlı romanından ilhamla yazmıştım kitabı. İçinde sadece kolaj resimlerin olduğu kitaba roman demişti Ernst. Ben de böyle bir yapı kurmuştum. Diyelim ki bir yazar Ernst’in kitabından seçtiği yedi resmi yedi farklı karaktere, bir hafta boyunca gönderip her gün bu resimlerden ilhamla otomatik bir yazı yazmalarını istese… Ve biz de bu resimler için yazılmış metinleri okusak. Yani roman bu metinlerin bir kolajı olsa… İşte, bu romanda yapı karakterlerden, onların hikâyelerinden önce gelmişti. Ama nadirdir… Ve Ateş Bizi Tüketiyor uzun, olağanüstü bir gece yolculuğu olsun ve bütün bir ömrün özeti gibi bir his versin fikrinden üremişti…

Ve Ateş Bizi Tüketiyor için bir yolculuk hikâyesi de denebilir. Kahramanınız, karşı komşusunun isteği üzerine bir kaybın peşine takılıyor ve kendini bir hikâyeler yumağının içinde buluyor. Bu yolculuk ise zifirî karanlıktaki bir heykel sergisinden kendi filmini çekenlerin açık hava sinemasına, bir hayal evine, ölüm kuyularına kadar uzanıyor. Bu yolculuğun durakları aslında ilgimi çeken. Kahramanınızı böylesine grotesk bir rotada gezdirmenizin arkasında yatan nedenleri merak ediyorum…

Ben de kahramanımla birlikte o yolculuğa çıktım, doğrusu tüm duraklarını önceden bildiğim bir gezinti değildi, yazdıkça yürüdük, yürüdükçe yazdım, yazdıkça açıldı, inişler, çıkışlar oldu. Yüksek, coşkulu, arzulu ruh hâllerinden karanlık, korkulu, üzücü hâllere geçen bir yol oldu. Arkasında yatan nedenleri bilemiyorum ama yazdıkça, daha önceki yazdıklarımla birleşen hatları keşfettikçe, tüm yazı maceramın bir iç yolculuk olduğuna inanasım geliyor.

Bir başkasında kendiyle yüzleşmenin de hikâyesi aslında. Dostoyevski’nin Öteki’sini hatırladım kitabın sayfaları arasında ilerlerken. Dostoyevski Öteki için “Edebiyata bu fikirden daha ciddi bir katkım olmadı,” diyor. Peki, Ve Ateş Bizi Tüketiyor’un bu fikre nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?

Yazmak benim için içsel bir yolculuk evet ama bu sadece benimle ilgili bir süreç değil. Edebiyatçının, hatta daha genel anlamda sanatçının bir içe bakma ustası olduğuna inanıyorum. Hem gören hem de görülen kişidir ama kendinde gördüğü başkaları olan bir kişi. Kendi iç yolculuğumuz sırasında şunun farkına varırız: Ben dediğim şey birçok başka karakterden oluşuyor aslında. İçimiz, yaşamımız boyunca temas ettiğimiz herkesin, ilişkimiz olan tüm figürlerin seslerinin, gölgelerinin yankılandığı bir mağara gibi… Elbette bunların başında yakınlarımız gelir, bu yüzden anneyle babayla hesaplaşmalar hiç bitmez. Ama sadece onlardan ibaret değil. Temasta bulunduğumuz, şu veya bu biçimde çatıştığımız herkesin bir parçası içimizde mayalanır. İşte yazarken bu karakterler şekil değiştirerek yüzeye çıkarlar. Uzun süre gömülü kalan her şey gibi onlar da çoğu zaman tanınmaz hâle gelmiştir, üstelik birbirileriyle kaynaşmış, melezleşmiş, değişime uğramışlardır. O yüzden edebiyat metnini deşifre etmek yazanı için de neredeyse imkânsız bir çabadır. Sezersiniz, onlar oradadırlar ama aslında onlar kimdir, onlar nerede biter, ben dediğim şey nerede başlar… Diyebilirim ki Ve Ateş Bizi Tüketiyor bu alacakaranlığa gözümü en çok dikip bakabildiğim roman oldu, şimdilik…