İddialar, hakikatler ve fantastik: Tuncay Birkan’ın Muharrir’i için altı çizilmiş notlar

Muharrir’in en fantastik yanı “son 30 yılın edebiyatı”nı yok sayması ve böylelikle farkında olmadan 60 yıl sonra aşağı yukarı kendisi gibi heyecan, vaatler, hakikatler içinde ortaya çıkacak ikinci Tuncay Birkan’a “hak dağıtmak üzere” davetiye çıkarmasıdır.

14 Mart 2019 11:30

İddialar

Tuncay Birkan’ın Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960 (ben bundan sonra Muharrir diyeceğim) adlı kitabından söz etmeye Edward Said’den başlamalı. Birkan da öyle yapıyor: Kitabın hemen başında (s.17) Said’in Şark’tan, daha doğrusu Şark’ı “söz” eden “metinleri dünyaya açarken” gösterdiği “pervasızlık”tan bahsediyor. Said bahsinin durduk yere açılmadığına, bu pervasızlığın bir eşinin bu kitapta da sergileneceğine, “bir yandan metnin biçimsel ve söylemsel özerkliğinin hakkı” verilirken “bir yandan siyasetle, dünyadaki somut iktidar ve sömürü ilişkileriyle bağlarının” gösterileceğine dair belli belirsiz vaatler algılanabiliyor.

Said nasıl ki Doğu’nun Batı’da çarpıtılarak, Doğu’ya rağmen üretildiğini (kitapta sıkça kullanılan tabirle) “faş etti”yse, Muharrir’de de Birkan benzer bir üretimi faş etmeye soyunuyor. “Fark”, buradaki üretimin faillerinin “dışarıda” değil de “içeride” olması, dünün edebiyatıyla ve hatta tarihiyle ilgili kanaatler oluşturan bugünün bilinçli veya bilinç dışı mekanizmalarının yerliliği.

Said’i Şarkiyatçılık‘ı yazmaya sevk ettiği söylenen bir dizi nedenden biri, Conrad kitabını hazırlarken karşılaştığı metinler silsilesiyse, Birkan’ı da Muharrir’e yaklaştıran, İnkılap Yayınları için uzun süredir hazırladığı muazzam Refik Halid külliyatı ve bu külliyatı oluştururken karşısına çıkan dönemin başka yazarları, onların eserleridir. Okumalarında farkına vardığı, görmezden gelemediği ve kitabın omurgasını oluşturan “gerçek” –her ne kadar meramını/eleştirilerini dipnotlarda, parantez içlerinde, Ekler’de dile getiren Birkan adlarını açık açık vermese, doğrudan hedef almaktan kaçınsa da– “mektepli” eleştirmenin, edebiyat tarihçisinin, hatta sosyal bilimcinin, tarihçinin tutumları, “teorik ihmalleri”dir.

Şarkiyatçılık’ta faş edilen yöntem, Birkan’a göre, “memleket”te de uzun süredir iş başındadır: Bizde de hakikatler fikirlere/fantezilere itinayla uydurulur, fikir yolculuğuna çıkmaktansa fikirler yolculuğa çıkarılır, bizde de soyut özneler icat edilir, hayatına değil ama yazara ilişkin rivayetlere sıkça baş vurulur ve en önemlisi “yazarın kendi denetiminde olmayan bilinçdışı, tarihsel, dönemsel, söylemsel, vs. unsurların onun şahsen iletmek istediği anlamı kısmen veya tamamen dönüştürmüş olabileceği akla bile getirilmez”.

Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri, Tuncay Birkan, Metis YayınlarıMetin, muhalif yazar Refik Halid’in Cumhuriyet/Atatürk tarafından affedilip sürgünden döndüğü 1930’ların sonunda başlayan tarihinin etrafında örülüyor. Birkan’ın yukarıda şikâyet ettiği “teorik ihmaller”in ilki burada karşımıza çıkıyor: Atilla Özkırımlı’nın Edebiyat İncelemeleri-Yazılar 1 kitabında “İttihat ve Terakki’ye karşı olduğu için sürgünde bulunan Refik Halid Karay, Ziya Gökalp’in girişimiyle bağışlanarak İstanbul’a getirtilir ve dergide (Yeni Mecmua) yazması sağlanır” bilgisiyle –sıradan bir okura musallat olabilecek bir tesadüf eseri– karşılaşınca, bu iki sürgün arasındaki farkların veya farksızlıkların neden ihmal edildikleri, neden birinin diğerine tercih edildiği sorusu beliriyor okurun zihninde, ister istemez.

Birkan, 2011 yılından bu yana süren ve sahiden de eşi benzeri olmayan okuma yolculuğunda sadece Refik Halid’le değil, dönemin bütün kalem oynatan, fikir beyan eden muharrirleriyle, müellifleriyle ve metinlerinin ele avuca gelmez, “muhteşem karmaşıklığıyla” (Rancière) karşılaşmıştır. Bu sırada bazı paradigmaların, ele aldıkları problematiklerle birlikte –nasıl desek?– hâlsiz düştüklerini de görmüştür. Örneğin, “Berna Moran’ın başyapıtı” üç ciltlik Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış‘ı. “‘Değer’ meselesini cesaretle gündemde tutan” ve “bazı şeyleri çok iyi görmemizi sağlayan” –o “bazı şeyler”in ne olduğunu söylemez Birkan– Moran’ın modern, öncü bakışının başvurduğu “Doğu-Batı”, “sınıf”, “modernleşme” gibi problematikler “Sait Faik’i, Nahid Sırrı’yı, Reşat Nuri’yi, Refik Halid’i, ne bileyim bir Kemal Bilbaşar’ın 1943’te yayımladığı Denizin Çağrısı’nı” açıklamaya yetmez.

Birkan muharrirlerin, şimdiye dek (büyük harfli) “Bağlam’ın pasif ve etki gücü sınırlı ürünleriymiş gibi yazmaya alıştığımız bu insanların, o koşullarla ve Bağlam’la sürekli müzakere halindeki aktif failler olduklarını, hatta zaman zaman o (kültürel, bazen siyasal) Bağlam’ı kısmen de olsa bizzat kendilerinin şekillendirdiklerini (...) göstermeyi” dener bu kitapta.

Kracauer başta, Blanqui, Rancière, Benjamin, Bahtin, Buck-Morss, Eagleton, Simmel, Žižek gibi, hemen hepsi Birkan tarafından çevrilmiş veya onun editoryal bakışından geçmiş; tarih, edebiyat, ideoloji, yazma eylemi, gündelik hayat, vs. üzerine söz söylemiş yazarların eserleri veya eserlerinden alıntılar eşliğinde, “ölülere (bazen fazla) merhamet etmeye” girişir. Dünün sürgün/muhalifi, bugünün biat etmiş “ölü”sü, pek çok biyografi yazarı tarafından “siyasete iltifat etmeyen” kişi olarak tanıtılan Refik Halid’in epey “diri” olduğunu, hiç de siyasetten uzak düşmediğini ikna edici örneklerle gösterir.

Bir kez daha; geçmişe, muharrirlere dair her türden mesnetsiz ve sorgulanmadan kabul görmüş kanaatlerdir Birkan’ı, “malzemeyi manipüle etmek” gibi –oldukça yerinde– bir “kaygı” eşliğinde “müstakil” bir edebiyat ve “erken Cumhuriyet tarihi de yazmak” gibi epeyce iddialı bir meydan okumaya sürükleyen.

Kracauer’in “Her dönemde birden çok zamansallık vardır ve dönem adı verilen kurgusal yapılar, bünyelerinde tutarlılaştırma çabalarına direnen çok sayıda unsur barındırırlar” alıntısına başvuran Birkan da okumalarının zihnine dayattığı başka bir kurgu yapısını oluşturmaya, ona tutarlılık kazandırmaya koyulur: Okurlarının ve haklarında fikir beyan edenlerinin, muharrirleri(ni) “ideolojik ve siyasi duruşlarına göre takdir veya tekdir etmeleri”nin, yaşadıkları zamanı “yekpare ve çelişkisiz” bir dönemmiş gibi ele almalarının zamanı geçmiştir.

Şu âna kadar dolanıp durduğum yer, Birkan’ın başlı başına kitap niteliğindeki etkileyici “Sunuş” yazısıdır.

Hakikatler

Kitabın ilk bölümünün başlığı “1938: Bir Sürgünün Dönüşü”. Bu bölümde 15 yıllık Cumhuriyet’in, kültürel aktörlerinin ve “temsil” ettikleri siyasî gerilimlerin bir fotoğrafını çeker Birkan. Fotoğraf net değildir ve “temsil” de zaten tırnak içindedir: “ferdî hürriyetler”, “millî edebiyat” gibi konularda ideolojik ayrışmalar unutulduğu; ortak bir sağduyunun sıkça devreye girdiği, akıl ile imanın sıkça birbirine karıştığı, şeylerin (fikirler, kişilikler, rejim, vb.) “sözde” bir evrende kararsız moleküller gibi devindiği benzersiz bir dönemdir bu. Birkan’ın dediği gibi, belki 1917 Ekim Devrimi kadar soluk kesici değildir ama, bizde de bir şeyler heyecan verici şekilde “olma”ya, “oluş”maya çalışmaktadır.

Fotoğraf, Refik Halid’in de aralarında bulunduğu pek çok kişinin “af” ile yurda dönecekleri söylentileri gibi vesilelerle bulanıklaşır, zaten bulanmak için fırsat kollar gibidir.

“Af” kararına karşı kazan kaldıranlardan biri (Yunus Nadi) de “Ankara ve Meclis’i” tahrik edici neşriyatta bile bulunur.

Birkan için, sonucundan bağımsız şekilde, girişimin ta kendisidir sanki önemli olan (bkz. yukarıya, “büyük harfli Bağlam”a): rejim için-rejime karşı bu girişimiyle muharrir (Yunus Nadi) de kendine ait bir etkinlik alanı açmaya çalışmakta, sıradan bir kukla olmaya rıza göstermemekte, âdeta özerkliğinin peşinden koşmaktadır. Bu olay bile oluş hâlindeki her şeyin barındırdığı, tarife gelmez ve tahminlerin, kanıların ötesinde çok sık rastlanan tuhaflıklara başlı başına bir kanıttır. (“Okuduğunu istediği yere çekme konusunda öyle rahat insanlarla dolu bir memlekette yaşıyoruz ki” diyen ve gerçekte kendisi de okuduklarını –e, hâliyle!– “bir yerlere” çeken Birkan’ın temkini elden bıraktığı hemen hiçbir sayfa yoktur. Kendisinin de isabetle sezdiği gibi yanlış anlaşılma, “yanlış yerlere çekilme” olasılığı epeyce yüksektir bu kitabın. İyi niyetli bir yorumla; zaten çekilsin, bazı meseleler tartışılsın diye yazılmıştır belki de bu kitap.)

Muharrirler belediyeleri, harici siyaseti veya lisan, “millî”lik gibi konularda düzenlenen anketleri rejime/rejimin belli başlı aktörlerine dair fikir beyan etmek, (“ilerici” veya “gerici”) mesajlar vermek veya “estetik özerklik” taleplerini dile getirmek için bulunmaz fırsatlara dönüştürürler. Devlet katından gelen (mesela “dil inkılabına dair”) sert talepleri gerekirse “göğüslerinde yumuşatırlar”.

188 sayfalık, epeyce uzun “Dünya ile Devlet Arasında” başlıklı bölümde, (belki bizim gibi tembelliğe alışmış okurları zaman zaman yoracak, yollarını kaybettirtecek denli) bol, zengin, renkli ayrıntılar var.

30’lu, 40’lı, 50’li yılların neredeyse bütün muharrirlerini; Kadro gibi, devletin teşvik ama “haddini aştığında” da tasfiye ettiği hareketleri; avangard-modernizm veya yeni-eski tartışmalarını, edebiyat üzerine sahiden de bugünün okurunu afallatabilecek ve daha iyisi düşünceye sevk edecek tahlillerini ve saptamalarını, vs. bu bölümde bulmak mümkün: Mesela Birkan’a göre, Nâzım Hikmet “devrimcilerin neden düzçizgisel ilerleme gibi bir tasavvuru savunamayacaklarını (anlatırken) Benjamin’i, hatta Deleuze (...) gibi ‘diyalektik karşıtlığı’ ile bilinen bir düşünürü kıskandıracak çok canlı, ve evet, ‘diyalektik’ bir anlatım”a sahiptir.

Muharrir –bilhassa bu bölümde– dokunmadık edebiyat ve fikir dergisi, gazete bırakmaz. Neden mi? İtalik yanıt, kitabın temel savlarından biridir: Modern Türk edebiyatı denen şey, dünyaya açık kent hayatının tam gaz serpildiği iki savaş arası dönemde (a.b.ç. –n.z.) (edebiyatçılar tarafından olduğu kadar klasik anlamda edebiyatçı sayılamayacak isimler tarafından da) yazılan gazete yazılarıyla başlamıştır.

Muharrir’i de bu iddianın içini doldurmak çabası olarak okumak mümkün.

Metafizik içeriklerini sorgulamayı hadi bir kenara bırakalım, “köken”e, “başlangıç”a dair de olsa her iddianın oldukça zahmetli bir işe girişmesi, önceki iddiaları sergilemesi, onlarla hesaplaşması, onlarla didişmesi, onlardaki gediklere işaret etmesi, onları düzeltmesi, vs. zorunludur. Birkan her iddia sahibi gibi meydan okumakta ama bu meydanı kime, neye karşı okuduğu anlaşıl(a)mamaktadır.

Modernlik/modern tavır neden, M. Kayahan Özgül’ün Eski Türk Edebiyatına Modern Yaklaşımlar 1 adlı derlemedeki “Gelenek Bozulurken Mazmuna Bakış” adlı oldukça keyifli, ilham verici yazısında zikrettiği İbrahim Halet Bey’in 1873 tarihli “Sahibi ve neredeyse tek yazarı olduğu Dolap Mecmuası’nda başlattığı hareket”e bağlanmasın? Mecmua’da karşımıza çıkan eski şiiri resimlemek gibi bir çılgınlık olmasın?

“Modern Türk edebiyatı denen şey” iki savaş arası döneme “tam gaz” yerleştirilirken, okurun aklına “millîlik-gayrimîllilik”, “klasikler” (Muharrir’de “hümanizm”) gibi Birkan’ın da tartıştığı, dayanak yaptığı kavramların (aşağı yukarı) ele alındığı başka bir dönem (Servet-i Fünun), 1890’larda Ahmet Mithat Efendi’ce başlatılan ve dört yıl kadar süren, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit, Halit Ziya gibi birçok kalem erbabının yine dergiler ve gazeteler aracılığıyla katıldığı Dekadanlık tartışmaları neden gelmesin?

Birkan, yine geçmişe sıkışıp kalmış bu gibi tartışmaların, figürlerin “modern” veya “modern-dışı” imkânlarına, karakterlerine hiç değinmiyor.

Muharrir’de bilhassa dipnotlar “şu ânın”, “günümüzün”, “bugünün” eleştirmenlerine, sosyal bilimcilerine ve eserlerine göndermelerle dolu: (Ahmet Haşim’in 1922 tarihli bir yazısına atıfla) “Türk fıkra yazarı, artık imkânsızlaştığının çoğu zaman farkında olduğu gibi ‘eski hayat’ nostaljisi ile yeniye-elmecbur-alışmak-lazım hisleri arasında gidip gelecektir uzun yıllar; o ‘mecburiyet’in de illaki devlet katından gelen zorlama anlamına gelmediğini, hatta devletin de aynı mecburiyet hissi altında olduğunu, şu anki sosyal bilimcilerinin çoğundan  (a.b.ç. –n.z.) daha iyi bilir ama.” Vur-kaç taktiği uyguluyor Birkan–bir kez daha–. Bu sosyal bilimcilerin kimler olduklarını nedense söylemiyor, belki de yanıtı bizim bilgi ve vicdan birikimimize bırakıyor.

Bölüm “1930-60 Döneminin Kayda Değer Eserleri” listesiyle son buluyor. “Siyavuşgil’in ‘elimizde eğlencelik ve şaklabanlıktan öte birkaç eser’ kaldığı tespiti doğru değildir” diyor Birkan. Tespitin geçersizliğine kanıt olarak “onca devlet baskısına ve fermanına rağmen” direnerek yayımlanmış (ancak dipnotlarda kendisinin de zaman zaman “edebî açıdan başarılarını” sorguladığı) listeyi veriyor. Oysa Siyavuşgil’in tespitindeki ölçüt oldukça net: “Dünya milletlerinin havası içine girme.” Birkan’a göre, listedeki isimler “dünyanın havasına” dâhiller. Sahiden de öyleler mi? O listedeki eserlerin yabancı dillere çevrilmemesi, dünyanın havasına sunulmaması büyük bir haksızlık, kayıp mı?

Fantastik

Değerli bulduğum, tartışmaya giriştiğim her esere yaklaşırken yaptığım gibi Muharrir’i de epeyce hırpaladım; sağına soluna, üstüne altına notlar aldım, kitabı çizikler içinde bıraktım, sorular sordum. Her defasında, ta en başta kurduğum, Şarkiyatçılık ile Muharrir arasındaki bağa döndüm.

Paradigma yaratmak yalnız kalmayı, tepkiler çığı altından sağ salim çıkmayı bilmek demektir gibi (Birkanca ifade etmek gerekirse) fiyakalı cümleler kurdum. Paradigmalar bugünden/şimdiden gelecek muhtemel hayırlara bel bağlamazlar, diye düşündüm.

“Olağanüstü” bir dönemi, olağanüstü bir canlılıkla, görülmemiş bir coşku ve adanmışlıkla ele alan; mutlaka okunması ve tartışılması gerektiğine inandığım, epey eğlenceli Muharrir’in en büyük zaafı, “gözden kaçmış, ön yargıların-ideolojilerin kurbanı olmuş edebiyatçı” (Refik Halid) figürüne oldukça tarafgir bakması, (bir roman, bir hikâye yazarı gibi) “dünya”yı kendi kişisel ve romantik arzusuna ikna etmeye soyunması olabilir mi?

“Kolayca bir sıfat (solcu, muhafazakâr, liberal, milliyetçi, gerici vs.) bulunarak kapatılamayacak kadar değişken ve çelişkili bir seyir izler Refik Halid’in siyasi kanaat ve tavır-alışları.” (s.154-55) Hemen ardından (s.156), “kolay” sıfatlardan biri olan “gerici”likten sıyırmaya kalkar Refik Halid’i, anakronik bir duyarlılık örneği sergileyerek. Ayrıca; ya “30’lu, 40’lı yılların ilk yarısının Nazi-sempatizanı Nadir Nadi” de dâhil olmak üzere diğerleri? Acaba onlar da “Damat Ferit Hükümeti’nin Posta-Telgraf müdürü” Refik Halid’inkinden farklı bir seyir mi izlediler?

Kaya Tanış’la bir söyleşisinde, “edebiyat eleştirmeni” değil de “edebiyat araştırmacısı” olduğunu dile getirmiş Tuncay Birkan. Muharrir’i de bu bilgiyi akılda tutarak okumakta büyük yarar var. O zaman, kitaba ilişkin beğeniler kadar sorular, itirazlar da daha ölçülü, hakkaniyetli olabilir. O zaman Köy Enstitüleri, “İspanya İç Savaşı ve Türk Muharrirleri”, “Refik Halid ve Kürtler” gibi pek çok konuda birbirinden ilginç, özgün düşüncelerle tıka basa doldurulmuş kitaptan, edebiyata ilişkin “genel” bir sav oluşturması beklentisine girilmez.

Birkan, bu kitapta muharrirlerin eserlerinin taşıdıklarına samimiyetle inandığı edebî (ve zaman zaman felsefî) değerleri konusunda okuru ve giderek edebiyat kamuoyunu, gün yüzü görmemiş, ilginç bilgilerle ikna çabasına girişmektedir. Ancak bu çabada muharrirler farklı muamelelere, farklı bakışlara maruz kalmaktadır. Mesela Orhan Burian’da “milliyetçilik, millet” kavramı “dikkatle bakıldığında görülür ki” Rönesans üzerinden işleyen bir milliyetçiliktir, başka muharrirlerin “millî”, “milliyetçilik” kavramlarına benzemez. Refik Halid gibi, Burian’ın da Birkan’ın gönlündeki yeri belli ki çok ayrıdır.

Kavramlara ilişkin izahlar da zaman zaman birbirine karışır veya ayrıştırılır. Mesela, “rejim”. Rejim kimi zaman (milletvekili olmuş, kadrolu, maaşa bağlanmış, devletten destek görmüş) muharrirlerin ta kendisiyken, daha sonra karşımıza edipten, matbuattan, kitaptan bağımsız bir varlık olarak çıkmaktadır. (Belki “kavramlar/şeyler tam da öyle olduklarından” denilebilir, ama öyle olsalar bile “edebiyat araştırmacısı” elinin altındaki kavramlara olabildiğince sahip çıkmalı, onları başıboş bırakmamalıdır.)

Bence Muharrir’in en fantastik yanı, 1930’dan 60’a, dile kolay, 30 yıllık bir çarpık bakıştan, ihmalden, unutulmuşluktan –haklı ya da haksız– dem vururken bugünü fena hâlde unutması, “son 30 yılın edebiyatı”nı yok sayması ve böylelikle farkında bile olmadan bundan 60 yıl sonra aşağı yukarı kendisi gibi heyecan, vaatler, hakikatler içinde ortaya çıkacak bir ikinci Tuncay Birkan’a “hak dağıtmak üzere” davetiye çıkarmasıdır.

 

Tuncay Birkan'ın Murat Şevki Çoban'ın sorularını yanıtladığı Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri söyleşisini okumak için tıklayın