Modern mabedin teşhiri ve yıkılışı: Ferdydurke

Witold Gombrowicz’in başyapıtı Ferdydurke 1996 yılında Fransızca’dan Yaşar Avunç tarafından çevrilmişti. Geçtiğimiz günlerde ise bu eser Osman Fırat Baş tarafından orijinal dili olan Lehçe’den dilimize kazandırıldı

25 Haziran 2015 15:20

Witold Gombrowicz’in ele avuca sığmayan romanı Ferdydurke’yi, roman tarihi içinde belli bir noktaya sabitleyerek sınıflandırmaya çalışmak başta imkânsız gibi görünebilir. Çünkü yazarın 1937 tarihli bu ilk romanı, hem tarihsel hem politik hem de romansal olarak sayısız etkiye, akıma ve çağrışıma açık şekilde yazıldığından ve yapısal bütünlüğü reddettiğinden konulduğu kabın içinde pek durmaz. II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, varoluşçuluğun bir felsefe biçiminde yeni yeni yeşermeye başladığı, modernist romanın ‘büyük’ yapıtlarının idrak edilmiş olduğu ve aynı anda sürrealizmin sanatsal anlamda doruk noktasına vardığı bir dönemde kaleme alınmış olan yapıt, dönemsel olarak bulunduğu kesişim noktasının en uç deneyimlerini barındırdığı için de aynı zamanda, hangi kaba konsa onun içini hakkıyla doldurur. Bu çok yönlülüğü, elbette romanın her taraftan çekiştirilmesine de imkân tanır. Ne var ki her çekiştirmenin Ferdydurke’nin etkisi karşısında nihayetinde kısıtlayıcı, indirgemeci kaldığı ve kalacağı açıktır.

Ferdydurke, Witold Gombrowicz, Çeviri: Osman Fırat Baş, Jaguar KitapNe yapsanız, her eleştirel çabanın yapısı gereği bir biçimde indirgemeci kalacağını kabulle, kısaca Ferdydurke’nin, Joseph Kowalski adındaki ben anlatıcı üzerinden modern dünyanın bütün değerlerine saldıran, bunları bir bir çürütmeye uğraşan, alaya alan, mizahi bir modernist roman olduğu söylenebilir. Dönüşüm’de Gregor Samsa’nın uyanışını andırır biçimde açılır roman. 30 yaşında olması gereken Kowalski, bir sabah 17 yaşında toy bir genç olarak uyanır. Fakat bu toyluk, ona bağlı gelişen bir durum değildir, olgunlaşmamışlığın evrenine dış etmenlerin boyunduruğunda itilir. Nasıl ki Samsa’nın gerçekten bir böceğe dönüşüp dönüşmediği her şeye rağmen bir muammaysa, sadece zihinsel düzlemde yaşandığı ve simgesel etki için kullanıldığı izlenimini uyandırıyorsa (bunu Kafka’nın kitabının kapağına böcek resmi konmasına ısrarla karşı durmasından çıkarmak da mümkün) benzer şekilde, Kowalski’nin birdenbire çocuklaşması da gerçekçi düzlemde yaşanmaz; hep bir muamma, ikircikli bir hâl ve zihinsel-fantastik bir öğe olarak kalır. Joseph Kowalski adının Joseph K. çağrışımı yapması da bu Kafka yakınlığını destekler.

Ben anlatıcının yaşı üzerinde değil yalnızca, romanın bütününde hakimiyetini sürdüren bu ikircikli ve işkilli hâl, romanın tamamındaki diyaloglara da sirayet eder. Modernist romanın çoğu örneğinde olduğu gibi bilinç akışı tekniğiyle yazılan romanda, belki de modernist romancıların da daha önce denemediği şekilde, aktarılan diyalogların da iç monolog gibi kurulması, anlatıcının zihninden taşıyorlarmış gibi durması, gerçeklik olgusunu tümüyle parçalar.

Dönüşüm’de Samsa’yı, işine geç kaldığı için uyarmaya gelen müdürün yerini, Ferdydurke’de öğretmen Pimka alır ve Kowalski’yi okula sürükler. Çevresi Kowalski’yi ‘toy’ gördükçe o da bu toyluğa mecbur kalır. Gombrowicz bu zoraki hali modernist bir romancı gibi, ama yine de bütün önceki örneklerinden farklı biçimde yargılar. Metni Kafka kadar müphem ve karanlık değildir, Musil kadar rasyonel ve bütünlüklü değildir, Joyce gibi mimetik öz üzerine kurulu değildir, Broch kadar kesinlik arayışında değildir. Witold Gombrowicz bir anlamda çağdaşı Beckett gibi davranır; bireyin serüvenini, serüveni simgesel anlamının dışında lağvederek, en zavallı insanlık hallerinden fantastik durumlar devşirerek ve zihni hem yüceltip hem de parçalayarak aktarır.

Öğretmen Pimka okuldan sonra onu bir ailenin yanına verir. Mühendis bir baba, çağdaş bir anne ve kolejli modern bir genç kız... Modern kıza, hem eskiyi ve kamusalı simgeleyen öğretmen hem de modern ve özeli simgeleyen Kopirdat adında bir öğrenci askıntı olur. Burada okul ve aile kavramları üzerinden modernizmin bütün projeleri deşifre edilir.

“insan belirlenmiş olmalıymış; ülkülerinde sarsılmaz, açıklamalarında belirgin, ideolojisinde şüphesiz, zevklerinde kesin, sözlerinden ve eylemlerinden sorumlu, bütün bir yaşam biçimi içine sonsuza değin sabitlenmiş olmalı diye bir yanlış postulat var.” (s. 111)

“Bir hocanın hoca olmayı bir an bile kesmeden, hep bir hoca ilkesine göre davranarak, ama yine de modern bir kızdan karşıtlığın gücüyle ve anti-sentez yöntemiyle zevk almayı bilişindeki bilgeliğe ve görmüş geçirmişliğe; hocalığıyla onu kolejli kızlığa kışkırtmasına, kızın da onu kolejli kızlığıyla hocalığa kışkırtmasına hayranlık duyuyordum.” (s. 172)

“...korkusuz parmağıyla toplumsal yaraların en kanlılarını, misal altı kişilik bir işçi ailesinin açlıktan ölmesini kaşıyan bir hanım kızımız, toplumun karşısında aynı parmakla kulağını karıştırmaya niye cesaret edemeyecektir, niye diye soruyorum.” (s. 185)

“Banyoya girmeden önce, dimdik başıyla alafranga tuvalete saptı ve orada doğal bir işlevden utanılmaması gerektiğini bilen bir kadın gibi kültürel kültürel, bilge bilge, bilinçli bilinçli ve entelektüel entelektüel gözden yitti. Girdiğinden daha da gururlu çıktı oradan, sanki güçlenmiş, aydınlanmış ve insanlaşmış gibi; bir Yunan tapınağından çıkarmış gibi çıktı! Ve işte o zaman, oraya zaten bir mabede girer gibi girdiğini anladım. Modern mühendis ve avukat hanımları güçlerini bu mabetten alıyorlardı! Bu yerden her gün daha da iyi, daha da bir kültürlü olarak, ilerlemenin bayrağını yüksekte tuta tuta çıkıyorlardı ve bana eziyet ederken kullandığı zekâ ve doğallık buradan alınıyordu.” (s. 210)

Toyluk-erginlik karşıtlığı üzerinden insanın oluşumundaki dış etmenleri romanında baş köşeye oturtan Gombrowicz, varoluşçuluktan da önce (en azından Sartre’dan önce) varoluşçuluğun temel iddiasını ortaya serer: “Varlık özden önce gelir.” Toplumsal roller, sınıflar, yaftalar, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya önyargılar kişiyi toplumsal bir maske takınmaya zorlar ve insan çevresel faktörlerin kıskacında nihai olmayan şeklini bulur. Bu varoluşçu iddia, romanda sanatsal bağlamda da karşılığını bulur.

“herkes insanların değil de, Tanrı’nın lütfuyla yazar olduklarını, yeryüzüne yetenekleriyle birlikte düşmüş olduklarını düşünsün arzu ediyorlar.” (s. 14)

Varoluşçu düşünüşten romansal alana aktarılan bu fikir, aynı zamanda postmodernizmin metne ve yazara bakışını da çağrıştırır. “Yazarı bütüne zorlayanın aslında parça olduğu”, “kudreti kendinden menkul bir yazar algısının sorgulanması gerektiği” ve “rastlantısallık, metinlerarasılık ve dış etmenlerin inkârının yararsızlığı” gibi postmodern iddialar, bizleri, modernist romanın son temsilcilerinden olan Gombrowicz’i çok daha geniş düşünmeye zorlar.

“... biz mi biçimi yaratırız yoksa o mu bizi yaratır? Bize sanki bir şey yapılandırıyormuşuz gibi gelir –ki bir kuruntudur bu, bizler de aynı ölçüde yapı tarafından yapılandırılmışızdır. Yazdığın şey sana devamındaki anlamı dikte eder; eser senden doğmaz; bir şey yazmak istemişsindir, tümüyle başka bir şey yazılıp çıkmıştır. Parçaların bütüne eğilimi vardır; her bir parça gizliden gizliye bütünlüğe yönelir, yuvarlaklaşmayı hedefler, tamamlanma arar, geri kalanların kendi suretinde ve benzerliğinde olmasını ısrarla ister.” (s. 96)

“... hatırlıyorum; yıllar öncesinde, kariyerinin başında kahramanca bir kitabın kendisini yazdırmış olduğu bir yazar tanırdım. Hemen ilk kelimelerinde tamamen rastlantısal olarak kahramanlık tuşuna dokunmuş bulunmuştu, gerçi aynı şekilde iyi bir biçimde septik ya da lirik bir notaya da dokunabilirdi – ama ilk kelimeleri kahramanca söylenilmişti bir kere, bu yüzden, yapının uyumunu dikkate alarak, kahramanlığı güçlendirmeden ve derece derece ta sonuna kadar büyütmeden edememişti.” (s. 96-97)

Daha önce, Yaşar Avunç tarafından 1996 yılında Fransızca’dan dilimize kazandırılmış olan roman bu defa Osman Fırat Baş tarafından orijinalinden çevrildi ve geçtiğimiz günlerde de basıldı. Bu durumda doğal olarak özgün metnin dikkate alındığı tercümeyi önermek gerekir. Ancak Baş’ın çevirisinde de bazı aşırı uyarlama gayretlerinin kimi okurları yerinden zıplatacağı aşikâr. Polonyalı köylülerin Türk köylüsü ağzıyla konuşmalarının, bazı özel isimlerin Gombrowicz’in bu yöndeki eğiliminden cesaretle Türkçe lakaplara dönüştürülmesinin çevirmenlerce tartışılması gerekir.

Lehçe bilmeyen, ama her iki çeviriyi de okumuş biri olarak ancak şunu söyleyebilirim: Hangi tercümeyi okursanız okuyun, ama mizahi bir modern roman deneyimine tanık olmak için, sanatsal anlayışlara veya ideolojik bakışlara romansal bir kurgu içinde nasıl yer verildiğini görmek için, roman sanatının bugün geldiği noktayı ve zaman içinde geçirdiği dönüşümleri anlamlandırmak için ya da en azından yirminci yüzyılın en önemli romancılarından biriyle tanışmak için Ferdydurke’yi mutlaka okuyun.

Fotoğraf: Bogdan Paczkowski